5-6 Mayıs 2012
İbrahim Fidanoğlu
Hıdrellez’de Büyük Menderes’in ve onun hayatıyla
ilişkili Anadolu Platosu’nu bir hançer gibi yararak ilerleyen kolları boyunca gezindik
bu kez. Sonunda vardığımız noktada; Büyük Menderes’in aktığı derinlerdeki
vadiye doğru bir gemi pruvası gibi uzanan platoda; tarihin derinliklerinden bugüne
yansıyan ve taşlara kazınmış taşralı insanların tanrıya fısıldadıkları itirafnamelerine
tanıklık ettik; bir Hıdrellez ritüeli eşliğinde şelaleler, göller ve akarsuların
efsanelerle yüklü kaynaklarından oluşan bir sular dünyasında dolaştık durduk.
Güney Şelalesi
İlkçağdaki ismiyle; bugünkü Işıklı gölün hemen
yanı başında başı karlı Akdağ ile Çökelez Dağı’nın arasında uzanıp giden Lampe Ovası,
Lidya ve Frigya uygarlığının birbirine karıştığı; sınırlarının kolaylıkla
belirlenemediği bir coğrafyayı tarif ediyor. Bu ova; bugünde yemyeşil ve mümbit
görüntüsüyle Anadolu Platosu’nda, çevresindeki havzalardan hemen ayırt
ediliyor. Yeşil Çivril ismi de buradan gelmiş olsa gerek diye düşünüyor insan.
Deniz seviyesinden yaklaşık 900 metrelik bir yüksekliğe sahip bu coğrafyada
akarsular ve göllerle parsellenmiş bir dünya ile karşılaşıyorsunuz.
Platoya yaslanmış Güney Kasabası
Alaşehir – Sarıgöl rotasını takiben öğle
yemeğimizi yediğimiz Güney Kasabası’na platodan aşağıya kıvrıla kıvrıla inerek
ulaştık. Kasaba, Güney – Çal karayolunun hemen altında, Büyük Menderes’in
kavisler çizerek aktığı derin bir vadiye hâkim bir konumda yer alıyor.
Yaslandığı yamaçtan aşağı doğru kırmızı kiremitli evleriyle asılı gibi duran kasabanın
Cumhuriyet Meydanı’ndaki eski hükümet konağı; yaşlı çamların gölgelediği havuzlu
bahçesi ve bahçesindeki antik dibek taşları; Cumhuriyetin ilk yıllarından kalma
hükümet konağının meydana bakan cephesinde yer alan ve bayramlarda kullanıldığı
anlaşılan alçı süslemeli eski bir kürsü hemen dikkat çekiyor. Hükümet konağının
hemen yan karşısında Yunan işgalinde Yunan birlikleri tarafından askeri karakol
olarak kullanılmış eski bir Türk evi; ondan biraz yukarıda, PTT karşısında ise
Rum mimarisinin izlerini taşıyan eski bir konak yer alıyor.
Güney Kasabası’nda işgalde Yunanlar’ın
askeri karakol olarak kullandıkları bina
Kasabada faaliyette olan bir şarap fabrikasını
ziyaret sonrası oldukça leziz dana güveçlerimizi Cumhuriyet Meydanı’nda bulunan
Cumhuriyet Lokantası’nda yedikten sonra Güney Şelalesi’ne doğru hareket ettik.
Toprak yoldan vadinin dibinde yer alan Büyük Menderes ırmağı üzerine yapılmış
Cindere Barajı’na, oradan da karşı kıyıda yer alan Güney şelalesine vardık.
Eski halini bildiğimizden midir; bu yılki yağan bunca yağmura rağmen yine de
şelalenin eski gücünde olmadığına tanıklık ettik. Yine de yukarıdaki dağın
eteklerinde bulunan kaynaklarından akıp gelen ve Büyük Menderes’e bakan bir
sekiden aşağı doğru dökülen Güney Şelalesi, çevre sakinleri için iyi bir
dinlenme ve doğanın içinde olma imkânı sunuyor. Suyun büyüttüğü dev çınar
ağaçlarının altında; koyu gölgelikte yer alan çay bahçelerinden birinde büyük
şehirlerde kolaylıkla bulamadığımız yerel gazozlarımızı içerek şelaleden ayrıldık.
Güney Kasabası’nda eski hükümet
konağı ve önündeki kürsü
Engebeli topoğrafyası, yılların ağırlığı ile
çökecekmiş gibi duran üst üste yığılmış sivil mimari örneği kerpiç ve ahşap
karışımı evleri, Cumhuriyet projesinin elde kalan harap son örneklerinin yer
aldığı Güney Kasabası’ndan ayrılarak Çal Kasabası’na doğru yola çıktık.
Çal Gazi Paşa Mektebi
Yol boyunca meşhur Çalkarası üzüm asmaları ile dolu
bağları geçtik. Çal’a girdiğimizde ressam İbrahim Çallı’nın heykeli karşıladı. Daha
sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında ülke çapında bir kampanya şeklinde yürütülen
eğitim seferberliğinin bir parçası olarak taşrada yaptırılan tek tip okul
projelerinin en güzel örneklerinden birini; Gazi İlk Mektebi’ni ziyaret ettik.
Okul, yakın zamanda bir rsstorasyon geçirmişti. Binanın önünde yenilenen
Atatürk büstünün eski mermer kaidesi yerde kırık vaziyette yatıyordu. Yerine
konulmuş bulunan beton kaide ise mermer plakalarla kaplanmıştı. Bu değişikliğin
anlamını kavramakta zorlandık. Ancak; Gazi Mektebi, yine de ayaktaydı; buna da
şükrederek oradan ayrıldık.
Apollon Lairmenos Tapınağı; önde
itirafname yazıtı; arkada Menderes ve çoban
Lidya ve Frigya dünyasının kesiştiği, öncülleri
Hititlilerden baki kalan inanç ritüelleri ile harmanlanarak, giderek geldikleri
dünyalardan farklılaşan ve Anadolu’nun öz evlatları haline gelen insanların
yaşadığı bu kadim topraklarda sayısız kefaret ve itirafname yazıtları bulunmuş
yıllar boyunca. Kimi kaçak kazılarda defineciler tarafından çıkarılmış
yeryüzüne; kimisi de Avrupalı gezginler ve arkeologların ön ayak olduğu bir
takım keşiflerle gün yüzüne çıkmış. Şimdi birçok Avrupa müzesinde bu yazıtların
örnekleri ile karşılaşmak pek mümkün denilebilir.
Tapınağın tonozlu yapısı
İlk olarak Frig dönemine tarihlenen; daha sonra
Roma döneminde köleler tarafından yerel tanrı Apollon Lairmenos’a adanmış
bugünkü tapınağın yapıldığı alana ulaşmak için Çal Kasabasının Bahadınlar
köyüne gitmek gerekiyor. Büyük Menderes üstünde kurulu Adıgüzel baraj gölüne ve
derin vadiye doğru bakan eşsiz güzellikteki tapınak alanına köyden yaklaşık 3
km.lik dar toprak yolu takip ederek ulaşılabiliyor. Tapınak alanında,
yakınlarda Denizli Pamukkale Üniversitesi tarafından kazı faaliyeti yürütülmüş.
Ancak; tarihsel arka planı da düşünüldüğünde yaklaşık 900 metre yükseklikte,
dağ başında yapayalnız ve korunmasız bir durumdaki bu şiirsel alanın bugünkü
hali, görenlerde tereddüt ve endişe yaratacak düzeyde diyebiliriz.
Apollon Lairmenos Tapınağı; arkada
Adıgüzel baraj gölü
Tapınak alanının dışında bir avlu, avlunun içinde
itirafname ve kefaret yazıtlarından örnekler ve heykel kaideleri yer alıyor.
Avludan tapınak alanına bir propylon kapıdan giriliyor. Yerlerde; ayaktaki
tonozlu yapısının üzerinde yükselen tapınağın girişine ait olabilecek
alınlığının üçe bölünmüş parçalarını, üzerinde eşsiz frizlerin yer aldığı çok
sayıda mimari parçayı görüyoruz. Tapınak; uçurumun hemen kenarında; Adıgüzel
baraj gölüne ve Büyük Menderes ırmağına hâkim bir konumda bulunuyor. Çevrede
keçilerini otlamakta olan çobanlar, bu kadar insanın bu dağ başında ne
aradığını çook ama çok merak ediyorlar. Bizim de merak ettiğimiz tek şey; bu
kadar ihtişamlı bir tapınağın böyle zorlu bir topoğrafyaya nasıl monte edildiği
ve nasıl bir inanç dürtüsü ile böyle bir dağ başına yapıldığı… Anadolu
coğrafyasında yaşayan kadim halkların bugüne taşıdığı “eline, diline, beline
sahip olma” düsturunun yada dinsel günah çıkarma ve tövbe kurumunun, tarihin
hangi girdaplarından geçerek günümüze dek nasıl evrildiğini anlamak açısından,
bu yazıtların tarihin resmi geçidi içinde önemli bir kilometre taşı olduğunu
kabul etmemiz gerek.
Apollon Lairmenos Tapınağı’nda at
üstünde Apollon heykelinden kalanlar
Akşama doğru Işıklı göldeki gün batımını
kaçırmamak için tapınak alanından Menderes’in burgaçlar çizerek aktığı
vadisinin benzersiz manzarasına doyamadan ayrılarak rotamızı Çivril’e doğru
çevirdik.
Işıklı Gölü’nde gün batımı
Yol boyunca platoda yer alan Hançalar’daki eski
Roma köprüsünü, Bahadınlar’da köye girdiğimizde ilk fark ettiğimiz köy
kahvesinin bahçesindeki dev çınar ağacını ve Çalçakırlar’da en az yüz sene
öncesinden bozulmadan kalmış; Anadolu bozkırındaki birbirinin içine geçmiş gibi
duran eski köy evlerini ardımızda bırakarak güneşi batırmadan Çivril
yakınlarındaki Işıklı Gölü’ne ulaştık.
Eumeneia antik kentinin akropolü;
Sarı Baba Tepesi
İlkçağda Bergama Kralı II. Attalos tarafından, öncülü
kardeşi II. Eumenes adına Bergama – Antalya geçişini güven altına alabilmek
amacıyla kurulmuş olan Eumeneia kenti, bugünkü Işıklı Kasabası’nın hemen yanı
başındaki Sarı Baba Tepesi’nin üstünde ve aşağıda Büyük Menderes’in
kaynaklarından biri olan Akgöz civarında yer alıyor. Bergama Krallığı döneminde
daha çok askeri amaçla geçiş yolunu kontrol etmek maksadıyla işlev görev gören
dağdaki kent (akropol), buna ihtiyaç duyulmayan Roma döneminde önemini giderek
yitirmiş ve su kıyısındaki yaşama paralel olarak ovada büyük gelişme kaydetmiş.
Bizans döneminde ise özellikle 11. yy.dan sonra önem kazanan Türk akınlarına
karşı koyabilmek amacıyla Sarı Baba Tepesi’ndeki yerleşimler giderek bir Bizans
Kalesi’ne dönüşmüş ve askeri bir garnizon olarak işlev görmüş. Bu süreç bu
şekilde nihai karşılaşmanın gerçekleşeceği 1176 yılındaki Anadolu Selçuklu
hükümdarı II. Kılıçarslan ile Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos arasındaki
Miryokefalon (Bin Kelle) Savaşı’na kadar devam etmiş.
Kufi çayı akarken; Kufi boğazına
doğru
1071 Malazgirt Muharebesi’ni takiben Anadolu’da Bizans
ile Türkmen dünyası arasında sağlanan yeni düzen, Anadolu Selçukluların
mihverinde yer alan Türkmen uç beylerinin akınlarıyla zaman içinde bozulmuş; bu
süreç Miryokefalon (bugünkü Işıklı) önlerinde yer alan Büyük Menderes’in
kollarından Kufi yada o günkü adıyla Glaucus çayının derin vadisinde; Kufi (Bizans
kaynaklarına göre Tzibritze) geçidinde iki tarafın karşı karşıya gelmesi ile
son bulmuş. Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos’un, güçlü ordusuna aşırı
güveni nedeniyle; önünü arkasını hiç düşünmeden girdiği bu ölüm tüneli, bu geçiti
çok daha az bir kuvvetle, ama iyi bir şekilde tutup tahkim etmiş olan II.
Kılıçarslan’ın Bizans ordusunu kılıçtan geçirmesine yol açmış. Bu savaş,
Anadolu topraklarının tamamen Türklerin eline geçmesi sürecinde; Selçukluların
önündeki kilidi açması bakımından, Malazgirt Savaşı’ndan daha da büyük bir
öneme sahip görünmektedir.
Eumeneia; ovadaki nişli mağara
Çivril civarında bir Hıdrellez gününde, yukarıda
anlatılan tarihsel olayların geçtiği alanlarda dolaştık. Büyük Menderes’in
kaynaklarından biri olan Akgöz etrafında Roma döneminde dağdan düze inen antik
Eumeneia kentinin izlerini sürdük. Günümüzde bir su parkı haline dönüşmüş olan
kaynağın ilerisinde; suyu yönlendirmeye yarayan ve bir kölenin ayakları ile
çarkın çevrilip suyun akışının ayarlanması esasına dayanan Roma dönemi su
makinasından (timpanon) bugüne kalan, çarkın yerleştirildiği mesnetlerden
birisi olan suyun içindeki koca bir kaya kütlesiydi. Kentin nekropolü, Sarı
Baba Tepesi’nin eteklerine saçılmıştı. Çivril – Dinar karayolu üzerindeki dağın
eteğinde bir kayanın içine oyulmuş nişli bir mağara gördük. Buranın bir mezar
yada bir tür tapınma alanı olabileceğine dair muhtelif yaklaşımlar olduğunu
öğrendik.
Akgöz önlerinde; ileride suyun
içindeki kaya, Roma dönemi su makinasından bugüne kalan
Akgöz’ün önünden başlayan akarsuyun geniş yatağı
kocaman bir göl hissini veriyordu. Her tarafta o kadar çok sulak alan vardı ve
iç içe geçmişti ki; hangisinin gölün, hangisinin Büyük Menderes’in bir parçası
olduğunu anlamak pek de mümkün değildi. Hıdrellez nedeniyle çevre kasaba ve
köylerden gelen binlerce insan kızılca kıyamet; suyun kıyısında yada ağaçların
altında boş buldukları her yerde piknik yapıyorlardı. Ortalık bir panayır yeri
gibiydi. Mangallardan yükselen dumanlardan ortalık, göz gözü görmez haldeydi.
Işıklı’nın hemen üstünde yer alan Homa şelalesinin çevresinde de durum
farksızdı. Her yerden suyun fışkırdığı ve ovaya doğru aktığı bu alana insanlar
aşağıdan akın akın geliyorlardı. Kalabalıktan yukarıda fazla kalamadık; hemen
geldiğimiz yoldan aşağıya indik. Yol boyunca aşağı doğru akan sular bize
yoldaşlık etti. Ahşap ve kerpicin birlikte uyumu eski köy evlerini hala ayakta
tutuyordu.
Gümüşsu evleri; kerpicin ve ahşabın
kardeşliği
Akgöz’de Hıdrellez dumanları; önde
Eumeneia’nın sütunları
Çivril; 19.yy.da İzmir’den bu topraklara gelen
gezginlerin tren yolu ile ulaştıkları bir nokta olmuş. Bugün sessiz ve hüzünlü
bir şekilde kaderine yürüyen Çivril istasyonu, o günlerde Avrupalı gezginlerin
kasabaya giriş yaptığı son nokta oluyordu. İngilizlerin 19.yy.da İzmir’den
başlayarak yaptığı Aydın demiryolu hattının bir uzantısı olan bu hat, Eğirdir
Gölü’nün kıyısında son buluyordu. Ancak ne yazık ki, bugün bu hattın Çivril –
Eğirdir arası artık kullanıma kapatılmış durumda. Gerek daha önce gittiğimiz ve
karanlıkta otlar arasında zorlukla bulabildiğimiz Eğirdir tren istasyonu ve
gerekse Çivril istasyonu, yalnızlığa ve kaderine terk edilmiş durumda
diyebiliriz. Oysa ki; Victoria dönemi mimarisi çizgilerini taşıyan ve kültürel
varlıklar kapsamında değerlendirilmesi gereken bu kompleks yapıların her ne
kadar tescil edildiği söylenmiş olsa dahi, mevcut manzaradan yola çıkarak
diyebiliriz ki; merkezi ve yerel otoritelerin işbirliği ile yok olmadan bir
şekilde değerlendirilip halkın kullanımına sunulmasında büyük yararlar
bulunuyor.
Çivril tren istasyonu
Çivril’de dikkat çekici yapılardan birisi de eski
Hükümet Konağı… Bu yapı II. Abdülhamit döneminde taşrada Müslüman halka devleti
yeniden hatırlatma ve Hristiyan azınlıklara karşı onlara moral verme anlamında
yürütülen kampanyanın bir parçası olarak o günlerde yapılmış. Bina günümüze
oldukça iyi bir durumda ulaşabilmiş. Şimdilerde bu binanın geçirdiği
restorasyon sonrası müze olarak kullanılacağını Çivrillilerden öğrendik.
Çivril eski hükümet konağı(*)
Çivril istasyonundan Kızılcasöğüt yoluyla güneye
doğru indik. Bu rotada Bulgurlar, Savranşah ve Bayat köyleri vardı. Bu köylerin
camilerinde nadir görülebilecek el işi bezeme örneklerine tanıklık ettik.
Özellikle oldukça harap durumda ve acilen restorasyon yardımı bekleyen Bayat
Köyü Camisi'nde kalıp kullanılarak el baskısı ile yapılmış İslam dininin
kutsalları ile ilgili resmi andıran yazılar dikkatimizi çekti. Cami aslında
kerpiç bir yapı… Minaresi bulunmayan ve kare planlı olan caminin içinde ahşap
sütunlarla ibadet alanı üç bölgeye ayrılmış. Cami Hicri 1289 tarihini taşıyor. Tavan
yapısı da sulak alanlarda yetişen bir tür saz bitkisi (kamış) ile
sağlamlaştırılmış. Kerpiç örtünün altında yer alan bu sazdan tavan, üst üste
birkaç örgü şeklinde sağlamlaştırılmış ve tavanı taşıyan ahşap hatılların
arasından geçirilerek sabitlenmiş. Cami en son 65 yıl önce bir tamirat geçirmiş.
Duvarlardaki baskı işi resim ve yazıların o yıllarda yapıldığını bu tamiratı
yaptıran kişinin oğlu olan Hüseyin Amca’dan öğrendik. Caminin şu andaki durumu
acil müdahaleyi gerektirecek düzeyde dramatik bir manzara oluşturuyordu.
Çatıdan sızan yağmur suları, duvarlardaki bezemeleri giderek bozmuştu. Camiye
bir an önce ilgililerin el atmasını dileyerek evlerin kerpiç bahçe duvarlarının
sınırladığı köyün sokaklarından yürüyerek köyden ayrıldık.
Bayat Köyü Camisi
Gurbette ölen iki Pers komutanın gömülü olduğu
Çeçtepe Tümülüsleri ve Anadolu’daki prehistorik dönemlere ait en önemli
yerleşimlerden biri olan Beyce Sultan Höyüğü de Çivril yakınlarında önemli
uğrak noktalarımızdandı. Birer ekin yığını görüntüsündeki yan yana iki tepecik
de definecilerin gazabından kurtulamamıştı. Daha büyük olan tümülüste öyle
büyük bir yarma açmışlardı ki; büyük ihtimalle bunu bir iş makinası kullanarak
yapmış olmaları kuvvetle muhtemeldi.
Bayat Köy Camisi’nin duvarlarında yer alan
yazılardan bir örnek; Hz. Ali
Beyce Sultan Höyüğü ise Çivril – Denizli karayolu
üzerinde Kocayaka köyü yakınlarında bulunuyor. Özel izinle girdiğimiz Beyce
Sultan Höyüğü’nde ilk kez 1950’li yıllarda İngiliz arkeologları Seton Lloyd ve
James Mellaart tarafından yürütülen kazılar, sonuçları itibariyle arkeoloji
dünyasında ses getiren örneklerden biri olmuş. Bu kazılar sonucu Geç
Kalkolitik dönemden başlayarak Geç Tunç Çağı sonuna kadar kesintisiz 40 kültür
tabakasının tespit edildiği yerleşimde, söz konusu dönemlere ait tapınaklar,
saraylar ve zengin buluntular, yerleşimin Yukarı Menderes Havzası’nda önemli
bir yönetim merkezi olduğunu gösteriyor. Yaklaşık bir elli yıl sonra höyükte kazılar
yeniden başlatılmış. Günümüzdeki kazılar, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Eşref Abay tarafından yürütülmekteymiş.
Höyüğün üzerinde bir de Anadolu’ya yönelen Türkmen akınlarının önderlerinden
olan Horasan erenlerinden Beyce Sultan’ın türbesi yer alıyor. Türbe, Çivril
civarındaki ören yerlerinden elde edilmiş devşirme malzeme ile yapılmış. Giriş
kapısının mermerden söveleri türbenin en değerli yapı malzemeleri olarak dikkat
çekiyor.
Beyce Sultan Höyüğü ve Türbesi
Akşama yaklaşan zaman, rotayı Uşak üzerinden
İzmir’e doğru çeviriyor. 900 metrelerde Batı Anadolu’nun iç bölgelerinde
yaptığımız bir keşif gezisi sona ermek üzere. Çivril’den Uşak yoluna saparak
ayrılıyoruz. Yolumuz üstünde yer alan Sivaslı’da, Selçikler köyündeki Bizans
dönemine ait biri büyük diğeri daha küçük iki kilisenin bulunduğu Sebaste’ye
uğruyoruz. Roma İmparatoru Avgustus zamanında kurulan Sebaste kenti, esas
önemini erken Hristiyanlık döneminde kazanmış. Kentin ismi Latince Avgustus
kelimesinin Yunanca karşılığı anlamına geliyormuş ve imparatora sadakat ve
bağlılığı temsil ediyormuş.
Sebaste; Büyük Kilise
Kent, Bizans yönetiminde M.S. 6 yy. –. M.S. 10.yy
arasında piskoposluk merkezi olarak rol oynamış. Belirtilen çağda çevredeki
birçok yerleşim, dinsel yönetim açısından bu piskoposluk merkezine bağlanmış.
Şükrü Hoca’nın yıllar önce son geldiğinde ayakta gördüğü minber kalıntılarını
bu kez bizler yere serilmiş vaziyette görüyoruz. Minberin yere dağılmış yan
korkulukları sağda solda yatıyor. Her türlü tahribata açık alanda bir işçi her
tarafı sarıp bürümüş otları temizlemeye çalışıyor. Köyün sakinleri ise akşama
doğru buralara doluşan bir araba dolusu insanın buralarda ne aradıkları
konusunda müthiş meraktalar… Ancak ne yazık ki; bu akşam vakti sabahtan beri
dolaştığımız höyüklerde, tümülüslerde, eski köy camilerinde ve diğer ören
yerlerinde gördüklerimiz, bizde onların bu meraklarını giderecek ne enerji ne
de heves bırakmadı diyebiliriz. Bize kalan hoş anılar ve paylaşımlar; ama çokça
da hüzün…
(*)Çivril
eski hükümet konağı fotoğrafı, http://www.panoramio.com/photo/9662025
adresinden alınmıştır. Fotoğrafın sahibi Sayın Arif Solak’a teşekkür ederiz.
Düzenleyen: MYC
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder