17 Ekim 2012 Çarşamba

BİR BALKAN YOLCULUĞU (BÖLÜM – 6)


SARAYBOSNA
7-8-9 Temmuz 2012
İbrahim Fidanoğlu

Mostar’dan Saraybosna’ya

Mostar’ı Saraybosna’ya bağlayan karayolu, Neretva’nın belirlediği Dinar Alpleri arasındaki derin vadide nehre paralel bir rota çizer. Zaman zaman Sosyalist Yugoslavya döneminde yapılmış olan barajların gölleriyle yatağı iyice genişleyen Neretva, Saraybosna’ya dek sizi neredeyse hiç terk etmez. Derin vadilerin ve Neretva’nın üstünden; ayni dönemin bayındırlık eserlerinden olan dev demiryolu köprüleri ve viyadüklerle aşılır. Maviyle yeşilin renk cümbüşü, Dinar Alpleri’nin koynunda Saraybosna’ya kadar sürer gider. Ancak insan doğanın bahşettiği bütün bu güzelliklere karşın, bu topraklarda yaşayan insanların tarih boyunca yaşadığı acı dolu öykülerine hayıflanmadan edemez.


Jablanica’da mola yerinde kuzular dönüyor

II. Dünya Savaşı’nda; 1943 yılında Yugoslavya’nın Alman işgali sırasında bitirici bir saldırı amacıyla, Nazilerin yerel işbirlikçi güçler Hırvat Ustaşi ve Sırp Çetnik birlikleriyle birlikte yaklaşık 150.000 kişilik bir kuvvetle Tito liderliğindeki 20.000 kadar direnişçi partizana karşı hücum ettikleri yer de bu nehrin kıyılarında yer alan Jablanica kasabasıdır. Mareşal Tito, Nazilerin bu topyekûn saldırısına karşılık Neretva’nın karşı kıyısına çekilmeyi başaracak ve Almanlar’ın Adriyatik sahillerine doğru neredeyse tek geçişi noktası olan bu stratejik demiryolu köprüsü, havaya uçurularak tahrip edilecektir. Bu şekilde Almanlar’ın cephenin ileri hatlarına lojistik destek sağlayan bu önemli koridor devre dışı kalacak ve savaşın kazanılması anlamında Neretva Savunması artık olmayan Yugoslav tarihinde bir kilometre taşı oluşturacaktır. Ne yazık ki, o gün Alman Nazilerinin başaramadıklarını bu topraklarda ABD’nin öncülüğünde hareket eden ve cumhuriyeti oluşturan tüm halkları birbirine kırdıran yerel ve küresel aktörler başarmış durumdadır.

2. Dünya Savaşı’nda Tito’nun partizanları tarafından havaya uçurulan zaferin simgesi Neretva Köprüsü

Bugün Jablanica, kasabaya yaklaşırken yol kenarında konumlanmış; dumanları arasından seçilebilen bir dizi kuzu çevirme tesisi, bugün de aynı şekilde korunan Neretva’nın mavi-yeşil suları içindeki köprünün enkazı ve hemen Neretva kıyısının üstünde yer alan mütevazı savaş müzesi ile dikkat çekmektedir. Kasaba da, Neretva nehrinin kıyısında yer almaktadır. Yaklaşık 15.000 kişinin yaşadığı Jablanica, Boşnak nüfusun yoğun olduğu küçük bir yerleşim olarak dikkat çekmektedir.

Neretva vadisinde ilerlerken Jablanica’dan sonra Saraybosna’ya doğru Konjic kasabasından geçtik. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Konya yöresinden bu bölgeye yerleştirilen ahali tarafından kurulmuş bir Boşnak yerleşimi olan Konjic’de Neretva üzerinde yer alan tarihi Osmanlı köprüsü, iç savaş sırasında Sırplar tarafından bombalanarak yıkılmış. Savaş sonrası Türkiye’nin katkılarıyla TİKA işbirliğinde aslına uygun olarak köprü yeniden inşa edilmiş. Akşamüstüne doğru; batmakta olan güneşin kızıllığı altında Konjic’in 5 kemerli köprüsünün suya düşen aksi görülmeye değerdi. Saraybosna’ya doğru devam ettik.


Saraybosna yolundaki Konjic Kasabası’nda Sırp bombardımanında yıkılan ve TİKA tarafından yeniden yaptırılan Osmanlı dönemi köprüsü(5)


Uluslararası Saraybosna Film Festivali niyetine; Film gibi Saraybosna…

Saraybosna’ya neredeyse akşam karanlığında vardık. Otelde resepsiyondan aldığımız bilgiye göre, o akşam Uluslararası Saraybosna Film Festivali’nin açılışı nedeniyle Brad Pitt de Saraybosna’daydı. Angelina Jolie, daha yakınlarda Bosna’daki iç savaşı konu alan ve ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştirdiği Kan ve Bal Ülkesinde isimli filmin galasını Saraybosna’da gerçekleştirmişti. Filmin ne kadar başarılı olduğunu izlemediğim için bilmiyorum, ancak Brad Pitt’in bizimle aynı gece Saraybosna’da olması, bana Saraybosna’yı da konu alan bir başka film; Ulis’in Bakışı’nı aklıma getirdi.

1990’lı yıllarda; Yunanistan’ın yüz akı, ünlü film yönetmeni Theo Angelopulos’un bir başyapıtı olan Ulis’in Bakışı (Ulysses’ Gaze) isimli filmini izlemiştim. Epik bir anlatım dili olan filmde, sanki Troya Savaşı sonrasında Odysseus’un (yada Roma mitolojisine göre Ulysses’in) yurdu İthaka’ya yaptığı serüvenli yolculuğuna gönderme yaparak; Amerika’daki sürgünden yeni dönmüş bir film yönetmeninin Balkanlar’ın ilk sinemacıları Manakis Biraderler’in banyo edilmemiş kayıp üç film bobininin ardından “kaybolmuş bir ilk bakışı” aradığı acılarla dolu Balkanlar coğrafyasında yaptığı yolculuğu anlatılıyordu.

Ulis’in Bakışı (Ulysses’ Gaze) filminden sahneler 




Jablanica’da Neretva akarken

Balkanlar’ın belirsizlikler, toplumsal kargaşalar ve politik alt üst oluşlar içinde savrulduğu tarihin girdabında yönetmen, düşle gerçek arasında gidip gelen bu dramatik süreçte aynı zamanda kendi yaşamını ve geleceğini de sorgulama fırsatını bulur. Yolculuğun sonlarına doğru ulaştığı son nokta ise savaşın alt üstü ettiği Saraybosna’dır. Balkanlar’da üç film bobininin ardından Yunanistan’dan başlayıp Arnavutluk, Makedonya, Romanya, Bulgaristan ve Sırbistan topraklarında devam eden yolculuğu esnasında banyo edilmemiş bobinlerin Saraybosna’da bir mahzende saklandığı bilgisine ulaşır.

Saraybosna, o yıllarda en derin acıların yaşandığı, insanların keskin nişancı Sırp sniper’ları tarafından işine yada hastaneye giderken veyahut çocuğunu okula götürürken acımasızca sokak ortasında ansızın öldürüldüğü bir yerdir. Tarihin derinliklerinden beslenerek gelen toplumsal fay hatları dış dinamiklerle de birleşerek, Balkanlar’daki ortak yaşam kültürünün bütün temellerini yerle bir etmektedir. Bundan sonra; artık, Manakis Biraderler’in tüm Balkanlar’ı dolaşarak belgeselleştirdikleri Balkanlılık ruhu, bir kristal gibi tuz buz olmuştur. Birbirine karşı bu kadar yoğun bir tarihsel bilenmişlikle dağılan parçaların bundan böyle bir araya gelmesi de pek olanaklı görünmemektedir.


Miljacka üzerinde Seher Cahinja Köprüsü; tepelerde mahalleler; solda kütüphane

Filmde sisler içinde bir kentte; sokaklarda siren sesleri ve kenti döven top atışları altında; deli gibi oraya buraya koşturan insanlar, sağdan soldan yükselen alevler ve yanmış yıkılmış bir şehir görüntüsü yer almaktadır. Bu tanınmayacak şehir, Saraybosna’dır. Yönetmen,  aradığı bobinleri bir sığınakta, bir yaşlı adamın elinde bulur. Tam bobinlerin banyosunu yapıp filmlere hapsolmuş “Balkanlar’a o ilk bakışın” saklı arşivlerden kurtarılışına yönetmenle birlikte tanıklık ederlerken duydukları ortak sevinç, yaşlı adamın kursağında kalır. Saraybosna sokaklarına çöken sisler içinde; bir orkestranın çaldığı müzikler, kaldırılan cenazeler, ezan ve çan sesleri eşliğinde aniden patlayan bir kaos ve katliam, yaşlı adamın ve ailesinin de yer aldığı kozmopolit bir insan güruhunun sonunu getirir. Sis ise, bir anlamda Balkanlar’ın üstüne çöken ve bir daha ne zaman kalkacağı da belli olmayan kaosun ve bu toprakların insanlarının köklerine yabancılaşmasının simgesidir sanki.

Theo Angelopulos’un Balkanlar’a sinematografik açıdan “bir ilk bakışı” aradığı düşsel yolculuğundan  bir oryantal görgüsüzlüğün içine yuvarlandığımız Saraybosna’nın kaplıcaları ile ünlü Ilidza (Ilıca) bölgesindeki otelimize giriş yaptık. Otelin lobisinde, akşam vakti tam bir curcuna vardı. Oteli, lobisine ve koridorlarına dek işgal etmiş Basra Körfezi’nin petrol zengini Arap şeyhlerinin sonradan görme yurttaşları, temizliğin ve imanın bazıları için pek de bir arada anılmadığının ispatı içindeydiler. Bir gece önce yenilip de oda kapılarının eşiğine bırakılmış her türlü bulaşık tabak ve yemek artıklarıyla dolu koridorlar, açık kapılardan umarsızca yalınayak yerlerde yuvarlanıp devrilen çocuklar, lobide otelin konuklarının sakince dinlenmesi için konulmuş koltuklar üstünde ayakkabıları ile kâh uzanıp yatan, kâh gezinen, jöleli saçları ve sportif kıyafetleri içinde Arap gençleri; çarşafları, makyajlı suratları ve ellerinde I-phone’ları ile siyah gözlü Arap kadınları, çıkardıkları uğultuların farkında olmadan yine son model I-pad’leri ile oyun oynayan bu Arapların yaramaz veletleri; hangi birinden söz etsek ki; manzarada bir eksik kalmasın diye.

Başçarşı yolunda savaşın örtülemeyen izleri

Ulis’in Bakışı’nın koptuğu andır zihinlerimizdeki o an. Tüm dünyada insanların büründüğü zarf nasıl olursa olsun; inancın biçimselde tırmanıp geldiği nokta ne olursa olsun; ister boyayın hoşgörü boyasıyla bütün inançlarını dünyanın; aslında altından sırıtan tek şey; bir zamane “kültü” haline getirilen en geniş anlamıyla “tüketim”e karşı duyulan sadakat ve kör inançtır. Dünyayı bugün ele geçirmiş olan bu büyük imparatorluğun savaş lordları, egemen bakışlarını ve kültürlerini tüm dünyaya dayatmak adına savaşı, yıkımı ve kültürel restorasyonlarını yeniden ve yeniden pazarda satışa çıkarmaktalar. Dün Balkanlar coğrafyasında bu uğurda düzenlenen insani(!) senaryoların çok benzerleri, dünyanın büyük biraderleri tarafından bugün de sınırlarımızın hemen dibinde bir bahar parfümü sahteliği içinde sahnelenmektedir. Ne yazık ki; aldanan, kötülüğün kolaylığı içinde hep insan olmaktadır.(1)

Başçarşı girişinde önde Çarşı, arkada Begova (Bey) Camileri

Kaplıca turizminin bu şekilde hareket getirdiği savaş sonrasının Saraybosna otellerinden birindeki bu ilk tanışıklığımız sonrası çekirge sürülerinin (!) silip süpürdüğü yemekleri de pas geçip yolda geçen uzun bir günün yorgunluğunu çıkarmak üzere odalarımıza çekildik. Bizi, ertesi gün Saraybosna’nın şehir merkezinde yine yoğun bir gün bekliyordu.

Coğrafik açıdan Saraybosna

Saraybosna, yüksek dağlarla çevrili, deniz seviyesinden yaklaşık 500 metre yükseklikte düzlük bir alanda kurulmuştur. Yakınlardaki Pale kasabasından doğan Miljacka ırmağı Saraybosna’yı batıdan doğuya doğru kat ederek, kenti güney batı yönünden kuşatan İgman Dağı’nın eteklerindeki kaynaklardan (Vrelo Bosne) doğan ve ülkeye de ismini veren Bosna ırmağına karışır. Bosna, kuzeye doğru devam eden bundan sonraki yolculuğunda, kendisine karışan yeni kollarıyla zenginleşerek Bosna Hersek’in Hırvatistan’la olan kuzey sınırını belirleyen Tuna’nın kolu Sava’ya karışır ve yolculuğu Batı Karadeniz sahillerinde son bulur. Kent, bir anlamda Miljacka ırmağının iki yakasında gelişmiştir denilebilir. Kenti çevreleyen ormanlarla kaplı yemyeşil tepelerin yamaçlarına kadar tırmanan yerleşimlerin görünümü bize yine Bursa’yı hatırlatır.

Sırpların Saraybosna’yı taradığı tepeler; sanki Bursa

1984 yılında Kış Olimpiyatları’nın düzenlendiği şehir olarak spor tarihindeki yerini alan Saraybosna’nın caddelerinde hala o anıyı taze tutan yazıları bugün de görmek mümkündür. Saraybosna, Bosna Hersek Cumhuriyeti’nin, Boşnakların ve Hırvatların birliğinden oluşan Bosna Hersek Federasyonu’nun ve Sarajevo Kantonu’nun başşehridir. Aynı anda üç devletin yada devletçiğin başkenti olmak da herhalde bu kadar karmaşık bir etnisiteye ve yönetim mekanizmalarına sahip böyle bir ülkede rastlanası bir durumdur.

Şehrin nüfusu, yaklaşık olarak 500.000 civarındadır. Miljacka ırmağına bakan karşı tepelerde Sırp mahalleleri konumlanmıştır. 1992-1995 yılları arasında süren iç savaşta, bu tepelerde üstlenen Sırp keskin nişancıları kentte yaşayan insanların üstüne ölüm kusmuşlardı. Yaklaşık 3 yıl süren, şehri aç susuz ve mühimmatsız bırakarak bir sinir harbi içine sürüklemek suretiyle teslim almak düşünü kuran Sırpların bu hayali, Boşnakların BM’nin kontrolü altındaki Uluslararası Saraybosna Havaalanı ile Boşnak mahallelerini birleştiren 800 metrelik tünel sayesinde suya düşmüştü. Kentin direncini besleyen bu tünel, uluslararası kamuoyunun Sırp katliamlarını uzun süre seyretmesine ve işi ağırdan almalarına karşılık Saraybosna’daki direnişin devamlılığı açısından hayati bir rol oynadı.

Karasal iklim özellikleri gösteren Saraybosna’da kışlar oldukça sert ve kar yağışlı, yazları ise sıcak ve kurak geçiyor. Biz oralardayken, Akdeniz Bölgesinde ve Güney Avrupa’da kavurucu sıcakların yaşandığı bu yılki genel eğilime uygun olarak Saraybosna’da kaldığımız günlerde hava sıcaklığı yaklaşık 35 derece civarında seyretti.


Başçarşı’da Çarşı (Durak Hoca) Camisi

Başçarşı ve Çevresi

Miljacka ırmağı üstünde her iki yakayı birbirine bağlayan çok sayıda köprü yer alır. Bunlardan biri, üzerinden yürüyerek geçip Miljacka’nın karşı kıyısındaki İnat Evi’ne baktığımız Seher Cehajina Köprüsü’dür. Şehir Kâhyası anlamına gelen köprünün orijinali 5 kemerli 4 ayaklı iken, 19.yy.da ırmağın kıyısında yapılan düzenlemeler sırasında bir kemerinin döşenen kenar duvarları içinde kalması nedeniyle bugün 4 kemerli bir görünüme sahiptir. Bu köprünün hemen yakınındaki ve tarihsel önemi açısından belki ondan da değerli olan bir diğeri ise; yakınlardaki Katolik mahallesinin varlığı nedeniyle çok eski zamanlarda Latinluk adıyla anılan bu mahalleden ismini alan Latin Köprüsü’dür.

Bu köprünün Ulu Ban Kulin Caddesi’ne açılan ucunun hemen yakınlarında; 28 Haziran 1914’de 1. Dünya Savaşı’nı tetikleyen Avusturya Veliahtı Arşidük Ferdinand ve eşi Sophia’ya yönelik Saraybosnalı bir Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından düzenlenen suikast gerçekleştirilmiştir. Köprü, Yugoslavya döneminde, suikastı düzenleyenin ismi ile Princip Köprüsü olarak anılmış. Bu da Sırp milliyetçiliğinin Yugoslavya döneminde her şeye rağmen nasıl yükseltildiğini göstermesi açısından ilginç olsa gerek. Seher Cehajina Köprüsü gibi kıyı düzenlemeleri sırasında bir kemerini kaybeden Latin Köprüsü, üç taşıyıcı ayak ve dört kemerli bir görünümüne sahip olup Osmanlı döneminde önce ahşap daha sonra ise kesme taştan yapılmıştır.

Suikastin gerçekleştirildiği Latin Köprüsü

Miljacka ırmağı kıyısında Sırpların bombardımanı sonucunda (25 Ağustos 1992) yanmış ve yıkılmış bulunan Avusturya – Macaristan döneminden kalma Ulusal Kütüphane binası yer alıyor. 1896 yılında Avusturyalılar tarafından Endülüs mimarisine uygun olarak yapılan bina “Viyeçnitsa” ismiyle anılıyor. Zamanında Belediye ve mahkeme binası olarak kullanılan bina, 1949 yılından sonra Ulusal Kütüphane olarak işlev görmüş.

İç savaştaki yıkım sonrasında; ilk restorasyon çalışmaları 1996’da Avusturya’nın sağladığı 750.000 Euro desteği ile başlayan kütüphaneye, Avrupa Birliği de 2005 ve 2009’da tamamlanan aşamalarda 5 milyon Euro daha yardım yapmış. Tarihi kütüphanenin toplam 11 milyon Euro’ya mal olması planlanan retorasyon çalışmaları biz oradayken halen devam etmekteydi. Söylenenlere göre çalışmaların 2014 yılında tamamlanması planlanıyormuş. Bosna Hersek’in geçmişini belgeleyen en değerli el yazması eserlerin de bulunduğu böyle bir yapının Sırplar tarafından özellikle hedef seçilmesinin bir ulusun ortak hafızasının yok edilmesine yönelik bir saldırının ipuçlarını vermesi açısından ne kadar önemli olduğunu burada belirtmeliyiz. Yanan kütüphanede 155.000.civarı el yazması, toplam 1,5 milyon cilt eser ve ulusal arşiv malzemesi Sırplar tarafından yok edilmiş.



Miljacka kıyısında Ulusal Kütüphane; restorasyon sürüyor

1878 Osmanlı Rus Savaşı’nı sonlandıran Berlin Antlaşması ile Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na verilen ve 1918’e kadar onların yönetiminde kalan Saraybosna’da Avusturyalılar, Osmanlı’nın mirası kentin bu görüntüsünü değiştirmek üzere topyekun bir restorasyon hamlesine girişmişler. Avusturyalılar, Viyana’dan önce İmparatorluk sınırları içinde ilk tramvay hattını burada kurmuşlar. Saraybosna’da İmparatorluk döneminin ihtişamını yansıtan en gösterişli binalar burada yapılmış. Başçarşı’ya yakın bu bölgelerde Orta Avrupa mimarisinin izlerini, yaşanan bütün yıkıcı savaşlara rağmen bugün de  görmek hala pek mümkün.

Ulusal Kütüphane’den söz etmişken 19.yy.da yapılan bu bina ile ortak bir kaderi paylaşan Miljacka ırmağının karşı kıyısındaki 2 katlı ve beyaz badanalı İnat Evi’nden (İnat Kuca) de söz etmeliyiz.

Saraybosna’daki Avusturya Macaristan yönetimi 1892-1896 yılları arasında, Miljacka kıyısında gösterişli bir belediye binası yapmak amacıyla çevrede araştırma yapar. Yapılan değerlendirmeler sonrasında, şimdiki Ulusal Kütüphane’nin bulunduğu yerdeki İnat Evi’nin yer aldığı parseli uygun görürler. Evi satın almak isteyen Avusturya Yönetimi’ne, evin sahibi olan Boşnak direnir ve evini satmak istemez. Defalarca Avusturyalıların isteğini geri çeviren Boşnak ev sahibi, en sonunda evin karşı kıyıya mevcut şekliyle aynen yapılması ve bütün yapı malzemelerinin tek tek taşınarak aynen karşı taraftaki bir arsa üzerinde yeniden inşa edilmesi şartıyla yönetimin teklifini kabul eder. Avusturya Yönetimi de Boşnak ev sahibi ile yapılan antlaşmaya uyar ve Miljacka ırmağının karşı kıyısına evi aynen taşıyarak yeniden kurar. Bu ev de belleklerde İnat Evi olarak yerini alır.

Miljacka’nın karşı kıyısındaki İnat Evi (İnat Kuca)

Başçarşı, bugün Saraybosna’da Osmanlı’nın Balkanlar’da bıraktığı kültürel mirası en iyi yansıtan mekânlardan biridir. Girişinde yer alan meydanın ortasındaki 18.yy.dan kalma tarihi Sebil ile özdeşleşen Başçarşı’ya 16.yy.da yaşamış Gazi Hüsrev Bey’in (Begova); bıraktığı bayındırlık eserleri ve vakfiyesi ile damgasını vurduğu söylenebilir. Sebil’in başında su içmeye gelen güvercinlerin meydanı dolduran insan kalabalıkları ile muhabbetleri görülmeye değerdir.

Meydana bakan önemli yapılardan biri de 1528 yılında yapımı tamamlanan Çarşı Camisi’dir. Cami, yaptıranın isminden dolayı Durak Hoca Camisi olarak da anılmaktadır. Caminin girişindeki onarım kitabesinde künyesini tanımlayan “Dzamija Havadze Durak Basçarsıjska” ifadesi ve Hicri 1283 tarihi yer almaktadır. Buradan da caminin 1866 yılında önemli bir onarımdan geçtiği anlaşılmaktadır. Bakırcılar Çarşısı’nın hemen yanında yer alan caminin tek kubbesi ve narin görünümlü şık bir minaresi bulunmaktadır. Son cemaat yeri, üç kubbeli ve üç kemerli bir yapıdadır. Caminin avlusundaki kavakların gölgesinde küçük bir şadırvan bulunmaktadır. Belki de mekânın darlığından dolayı caminin avlusunda diğerlerinin aksine haziresi mevcut değildir.

Başçarşı’da tarihi Sebil

Meydana açılan Saraci Sokak, ziyaretçilerini Begova (Bey) Camisi, Hüsrev Begova Medresesi, Morica Han, Saat Kulesi (Sahat Kula)ve Bezistan’a ulaştırır. Bezistan, bir anlamda Osmanlı ve Avusturya Macaristan dönemlerini yansıtan mimari yapıların karşı karşıya geldiği hattı belirler. Tarih tünelinde Osmanlı döneminden Avusturya Macaristan dönemine bir sıçrama da demektir bu. Buradan itibaren genişleyen ve bir cadde görünümü kazanan yol, Ferhatiye Caddesi ismi ile anılmaya başlar. Caddenin hemen başlangıcında yer alan ve 1561’de Rumeli Beylerbeyi Ferhat Bey tarafından yaptırılan Ferhatiye Camisi son Osmanlı eseridir. Camide şu anda restorasyon faaliyetleri devam etmektedir. Avusturya Macaristan yönetiminde yapılmış; dış cephelerinde barok süslemeler ve heykellerle bezenmiş apartmanlar, dışarıdan bakıldığında bir tiyatroyu andıran estetiğe sahip Et ve Peynir Pazarı, Katolik Katedrali ve Sırp Ortodoks Kilisesi bu alanda yer alır. Araç trafiğine kapalı Ferhatiye Caddesi’nin, araç trafiğine açık Mareşal Tito Caddesi ile kesiştiği noktada ise, 2. Dünya Savaşı’nda ölen asker ve sivillerin anısı için yakılmış ve hiç sönmeyen bir meşale ateşiyle temsil edilen Sönmeyen Ateş (Vjecna Vatra) Anıtı bulunmaktadır. Saraybosna’nın Nazi işgalinden kurtuluşunun 1.yıldönümünde; 1946 yılında yakılan ateş sadece yeterli yakıtın bulunmadığı 1992-1995 yılları arasındaki iç savaş sırasında sönmüş.

Ferhatiye biter; Mareşal Tito Caddesi başlar.

Başçarşı ve çevresi, Saraybosna’nın farklı din ve milliyetlere sahip halklarının yüzyıllardır birlikte yaşadığının canlı kanıtlarını taşıyan bir mekândır aynı zamanda. Katolikler, Ortodokslar, Müslümanlar ve 1492 sürgününde Osmanlı’ya sığınan Sefarad Yahudileri’nin yoğun olarak yaşadığı bu şehirde onların ibadethanelerinin yan yana, koyun koyuna bir arada bulunması, bu topraklarda bu izlerin ortadan kalkmaması için uğraş veren insanların da bulunduğunun bir kanıtıdır.


2. Dünya Savaşı’nda vatan savunmasında ölenlerin anısına; Sönmeyen Ateş yada Vjecna Vatra Anıtı

Ferhatiye Caddesi üzerinde Avusturya – Macaristan bölgesinde yer alan Katolik İsa’nın Kalbi Katedrali, 1889 yılında Avusturya yönetiminde iken yapılmış, şu anda da Bosna’nın Katolik cemaatinin en önemli yapısı ve başpiskoposun ikamet ettiği yerdir. Orta Avrupa mimarisinin etkisinde inşa edilmiş olan yapının iki büyük çan kulesi bulunmaktadır. Kafeteryalar ve barların yoğunlukla yer aldığı oldukça canlı olan bu meydan, Saraybosna’nın ve gençliğin bir aynası gibidir. Kilisenin girişinde yer alan merdivenler ise, sanki Saraybosnalıların bir buluşma noktasıdır.



Katolik İsa’nın Kalbi Katedrali; Ferhatiye

Hemen yakınlarda Bosna Hersekli edebiyatçıların büstlerinin ve ortasında dev bir satranç oyun alanının bulunduğu bir park yer alır. Burada Bosna Hersekli satranç sevdalılarının düşüne düşüne satranç oynamaları da Saraybosna için aklın yüceltildiği ayrı bir gurur vesilesi olsa gerektir.



Ferhatiye’de Yazarlar Parkı’nda satranç oynayan Boşnaklar

Bu alanın hemen arkasında ise ilk yapılışı 5.yy.a kadar uzanan ve Hz. Meryem’e adanmış olan Sırp Ortodoks Bakire Meryem’in Doğumu Bazilikası yer alır. Barok ve Sırp Bizans karışımı bir stilde inşa edilmiş olan 5 kubbeli kilise, bugünkü şekline 19.yy.ın başlarında kavuşmuştur. Kilisenin iç duvarları mermer hissi veren bezemelerle süslenmiştir.

Bunlardan başka Başçarşı’da; Bezistan ve Hüsrev Bey (Begova) Camisi civarında Sefarad Yahudilerinin İspanya’dan sürgün edildikleri Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sığındıkları büyük göçte; Rumeli Beylerbeyi Siyavuş Paşa tarafından yaptırılan ve gelen Sefaradlar için hazırlanmış misafirhane ile hemen yanında yer alan eski sinagog binası (ilk yapım tarihi; 1581) yer alır. 1966 yılında Yahudi Müzesi olarak yeniden düzenlenen eski sinagog binasının yan duvarında bulunan bir plaketin üstünde şunlar yazmaktadır:

Laura Papo Bohoreta; 1891 – 1942; Bosna’nın ilk ve en bilinen kadın yazarı eserlerini Judeo İspanyolcası ile yazdı.”

Saraybosna’da ayrıca Avusturya – Macaristan Yönetimi döneminde bu şehre yerleşen Aşkenaz Yahudileri’nin 1902’de yaptırdığı bugün de faal durumda olan Sarajevo Sinagogu bulunmaktadır.

Sırp Ortodoks Bakire Meryem’in Doğumu Bazilikası

Başçarşı’nın merkezi, bir anlamda Gazi Hüsrev Bey’in bir külliyesi görünümündedir. Burada elbette en önemli yapı Hüsrev Bey’in ismi ile anılan ve Saraybosna’nın en önemli camisi olan Bey Camisi’dir. Geniş avlusu, şadırvanı, haziresi ve Gazi Hüsrev Bey ile yaşamında en yakınındaki isim ve Hırvat asıllı bir Katolik olan Murat Bey’in (Miloş Tardiç) türbeleri ile dikkat çeken cami, dini bayramlarda ve önemli günlerde Saraybosna’nın en prestijli mekânı olarak öne çıkar. Türbelerden büyüğü Gazi Hüsrev Bey’e, küçüğü ise Murat Bey’e aittir. Caminin haziresinde yer alan Osmanlı mezar taşları son derece sanatkârane görünümleri ile ziyaretçilerin ilgisini çeker. Caminin avlusunun yan sokağının girişinde yer alan tarihi çeşmeden su içmek ise ziyaretçiler için adeta bir gelenek olmuştur. Yaygın kanaate göre bu şerbet gibi tatlı sudan içenler, Saraybosna’dan ayrılamazmış. Aynı rivayet, Başçarşı Meydanı’ndaki tarihi Sebil için de söylenmektedir.

Hüsrev Bey’in bıraktığı eserlerden biri de medresedir. Saraci Sokak’taki bitmek tükenmek bilmeyen insan kalabalıklarının gürültüsünden Hüsrev Bey Medresesi’nin dış avlusuna açılan gösterişli taç kapısından içeri girer girmez insanı bambaşka bir atmosfer sarıp sarmalar. Sadece iç avludaki küçük şadırvandan sürekli akan suyun sesinin duyulduğu ve ağaçların gölgesinde tatlı bir serinliğin hâkim olduğu huzur dolu bir dış avlu karşılar ziyaretçilerini. İç avluya ise daha mütevazı ve küçük bir kapıdan girilir. Ortada oldukça basit ama kesme taştan yapılmış, üstü piramidal yapıda bir çeşme yer almaktadır. Avlunun giriş kapısının bulunduğu kenarı dışında, üç yanı sütunlarla kaplı bir revakla çevrilidir. Bu alanlarda avluya açılan medresenin odaları bulunmaktadır. Hemen hemen dış ortamla ilişkinin tamamen kesildiği, sokağın seslerinin ve kavurucu sıcağının hissedilmediği bu ruhani ortamdan insanın hiç ayrılası gelmez. Medresenin dış avlusunda; 1992 – 1995 yılları arasında Saraybosna’yı cehenneme çeviren iç savaş sırasında şehit olan medrese hocaları ve öğrencilerinin isimlerinin yer aldığı anıtsal bir mermer panoda savaşta hayatını kaybedenlerin hatırası yaşatılmaktadır.


Gazi Hüsrev Bey Medresesi’nin su sesiyle bezenmiş huzur dolu iç avlusu

Başçarşı’da Beylerbeyi Gazi Hüsrev Bey zamanından kalma önemli yapılardan biri de aslında bir kervansaray olan Morica Han’dır. Tarihte; Doğu Batı ekseninde; ticaret ve kervan yollarının kavşağında bulunan Saraybosna’da; kervanların ihtiyaçlarının karşılanması açısından, kervansarayların ayrı bir önemi vardı. Osmanlı döneminde Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından finanse edilen ve günümüzde canlılığını koruyan Morica Han’ın o günlerde hayvanların dinlendiği ahırların bulunduğu birinci katında, bugün restoran ve kafeteryalarla halıcı ve hediyelik eşya satan mağazalar yer alıyor. Zamanında kervan yolcularının gecelediği üst kattaki odalarda ise, bir takım İslami cemiyetlerin büroları bulunuyor. İlk kez 1551’de inşa edilen han, tarihi boyunca beş kez yangın geçirmiş. Günümüzdeki ismini 19.yy.da hanı yöneten Mustafa Moric Ağa ve oğlu İbrahim Moric Ağa’dan aldığı söylenen hanın, yaşadığı önemli olaylardan biri de Avusturyalıların Saraybosna’yı işgali olmuş. 1878’de Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna Hersek’i işgalini protesto etmek için Saraybosna halkı bu mekânda toplanmış. En son 1957 yılında yanan han, 1970’lerde bir kez daha restore edilmiş ve 1998’de yeniden Gazi Hüsrev Bey Vakfı’nın yönetimine verilmiş.

Gazi Hüsrev Bey (Begova) Camisi

Savaş sırasında, Saraybosna’da kayıplar o kadar fazladır ki; mezarlıklar ölenleri defnetmeye yetmez hale gelir. İşte bu anlarda; şehrin tüm yeşil alanları, parklar ve camilerin avlular mezarlık haline dönüşür. Boşnakların ulusal önderi Aliya İzzetbegoviç’in gösterişsiz ve sade kabrinin bulunduğu Kovaçi Şehitliği de bugün bir Osmanlı Tabyası’nın bulunduğu tepenin yamacında; Başçarşı’ya hâkim konumda ve hemen onun üstünde yer almaktadır.


Gazi Hüsrev Bey Medresesi; dış avludan iç avluya bakış

Benzer manzaralara Başeskije Caddesi’nin üstünde yer alan Ulica Kecina bölgesinde; 15 yy. yapısı olan Yahya Paşa Camisi’nin avlusunda da rastladık. Başeskije Caddesi’nin üzerindeki Sırp Ortodoks Kilise ve Müzesi’nin hemen yanından bir sıra merdivenle çıkarak ulaştığımız mahalledeki evlerin duvarlarında da Saraybosna’nın dolaştığımız bütün bölgelerinde gördüğümüz gibi kurşun ve şarapnel delikleri hala mevcuttu. Yahya Paşa Camisi’nin hemen önündeki; halen akmakta olan tarihi çeşme, sanki bütün yaşananların tanığı gibiydi. Yahya Paşa Camisi’nin çok geniş bir adayı tamamen kaplayan avlusunun içi, 1992’den 1995’e dek uzanan tarihsel dönemi kapsayan mezar taşlarıyla doluydu. Yani cami avlusu, çaresizlikten bir mezarlık haline gelmişti.

Ulica Kecina’dan biraz daha içerilere girince, bu kez Avusturya Macaristan İmparatorluğu işgal döneminde İstanbul’dan bağımsız olarak Batılı usullere göre hukukçular yetiştirmek kaygısıyla 19.yy.ın sonlarında yaptırılmış olan ve bugün İlahiyat Fakültesi olarak işlev gören gösterişli binaya ulaştık. Bina iki katlı olup Endülüs mimarisi izlerini taşıyordu. Fakülteden yan sokağa çıkınca, Başçarşı’ya doğru inen bir yokuş ve aşağı inen diğer yollarla birleşen üç yol ağzında bir başka cami ile karşılaştık. Küçücük avlusundaki şadırvanın buz gibi suyundan içip tepemizdeki karadut ağacının meyvelerinden tattık. Rotamız, yokuştan aşağıya doğru tramvayların dönüş yaptığı Başçarşı Meydanı’ndaki tarihi Sebil’in dibindeki kavşaktı.

Kovaci şehitliği ve Aliya İzzet Begoviç’in mütevazı kabri

Sönmeyen Ateş’in bulunduğu ve Mareşal Tito Caddesi ile kesiştiği noktadan itibaren, Başçarşı’yı arkadan çeviren Molla Mustafa Başeskije Caddesi boyunca Avusturya Macaristan dönemi yapıları devam eder. Sarajevo Müzesi, Eski Sırp Ortodoks Kilisesi ve Müzesi, ön cephesi göz alıcı heykellerle süslü barok stilli dev binalar bu caddenin iki yakasındaki en dikkat çekici yapılardır. Ancak yine de; bu caddedeki en dramatik köşe, iç savaş sırasında pazarda alışveriş yaparken Sırp şarapnelleri tarafından 68 masum insanın hunharca katledildiği Markale Pazar Yeri’dir. 5 Şubat 1994 tarihinde Bosnalı Sırp General Stanislav Galiç’in verdiği emirle gerçekleştirilen bu katliam sonucunda ortaya çıkan manzara, Pablo Picasso’nun meşhur Guernica tablosunda resmedilen acı ve vahşetten farklı değildir. Aynı pazaryerinde 28 Ağustos 1995’de yine bir topçu ateşi sonucu düşen şarapnellerden 37 kişi daha hayatını kaybeder. Bu katliam sonrası, NATO güçlerinin Sırp kuvvetlerine yönelik hava bombardımanı kısa sürede netice verir ve Bosna’da savaşan Sırp askeri birlikleri teslim olurlar. Bu sürecin sonunda ise bölgeye barışı getirecek olan Dayton Antlaşması’nın taraflarca imzalanması ve bağımsız Bosna Hersek Devleti’nin kuruluşu gerçekleşir.


Yahudi Müzesi ve Eski Sinagog

Pazaryeri, bugün bütün canlılığı ile işlevini sürdürmeye devam etmektedir. Envai çeşit sebze ve meyve tezgâhlarda yerini almış, müşterilerini beklemektedir. 1994 yılında ölenlerin anısına yapılmış onların isimlerinin yer aldığı bir mermerden pano ise pazaryerinin bir köşesinde savaşta çekilen acıların unutulmaması adına, o günlerin hatırasını canlı tutmaktadır.

Saraybosna’nın 120 yıllık tramvayları

Başçarşı’nın Lezzetleri

Başçarşı’ya gelip de bizim alışık olduğumuz geleneksel tatlarımızla akraba Saraybosna lezzetlerini tatmadan gitmek olmazdı. Çarşıdaki börekçiler, “cevapi” ismiyle anılan Rumeli köftecileri, baklavacılar, tufahiye tatlıcıları, lokumlar ve yemek üstüne alınan mis gibi dibek kahveleri nasıl da bizden tatlardı. Börek dediğinizde önünüze genelde kıymalı börek geliyor. Sebzeli yada peynirli diğer türleri ise pita olarak adlandırılıyor. Börek çeşitlerini saymak gerekirse; kıymalı, peynirli, kabaklı peynirli, pırasalı, ıspanaklı ve patatesli diye sıralanıp gidiyor. Biz en çok kabaklı olanını beğendik diyebilirim. Ancak; mevsim uygun olmadığından ıspanaklı ve pırasalı olandan tatma fırsatımız olmadı. Herhalde onlar da en az diğerleri kadar güzeldir diye düşündük. Zincirle bir kirişe asılı vaziyetteki börek tepsileri, vitrinin hemen önündeki köz dolu bir tezgâhın üstünde, yine huni biçimli bakır bir kabın üstünün közle kaplanması suretiyle alttan ve üstten ağır odun ateşinde pişiriliyor. Bu pişirme usulü de böreklere ayrı bir lezzet katıyor olsa gerek.


Alttan ve üstten köz ateşi ile ağır ağır pişen Boşnak börekleri; tepsiler közün altındadır.

Çarşının bir diğer vazgeçilmez yiyeceği, “cevapi” yani kebap olarak adlandırılan köfte yada kebaplar… Bunların lezzeti anlatılamaz. Yemek lazım… Sadece dana/koyun eti ve baharat karışımından oluşan köfte; kıyılmış soğan, kaymak ve sarımsaklı kırmızı biber sosu ile servis ediliyor. Bu işi yapan çarşı esnafından bir tanesi bizim için de oldukça tanıdık sayılabilir. Galatasaray’da 80’li yıllarda forvet oyuncusu olarak futbol oynayan Tarık Hodziç’in Saraci Sokak üzerindeki bir köşede yer alan köfteci dükkanı bunların içinde en meşhur mekanlardan biri olmuş. Saraybosna’da iken bu vesile ile kendisi ile tanışma fırsatımız da oldu. Dükkanın her yanı, sarı-kırmızı renklerle kaplı; Galatasaray’ın o yıllarına ait poster yada fotoğraflarla doluydu.

Hersek yazımızda Blagay’da tattığımız tavuk yada dana eti ile yapılan Begova Çorbası da Başçarşı’da farklı çeşitleriyle karşınıza sıkça çıkıyor. İçerdiği bileşenlere göre çorbanın tadı farklılaşıyor. Ancak; en temel bileşenler; kuru bamya, tavuk yada dana eti ile maydanoz…

Başçarşı’da tanıklık ettiğimiz bir başka lezzet unsuru ise Tufahiye Tatlısı oldu. Bizim Artvin’de kuru erikten yapılan dondurmaya tufahiyeli dondurma dendiğini biliyorduk. Yemeden önce zannettik ki; bu da erikli bir tatlıdır. Meğerse öyle değilmiş. Tufahiye tatlısı, esas olarak şekerli ve limonlu suda haşlanmış elmaların ortasının cevizle doldurulmasından sonra, üstüne kaymak ve vişne taneleri yada çikolata rendesi ile soğuk olarak servis edilen ve yaz mevsimi için oldukça hafif bir Boşnak tatlısı olarak biliniyor. Saraci Sokak’ta bunu da tatma fırsatımız oldu. Biz beğendik. Bunun yanında baklavanın da Başçarşı’nın vazgeçilmez tatlılarından biri olduğunu belirtmeliyiz.

Tufahiye Tatlısı(4)

Sevdalinka’lar

Bir Saraybosna yazısı yazıp bu topraklarda yüzyıllardır sevdayı, çekilen acıları ve hüznü müzikle ifade etmenin yolu olmuş Sevdalinka’lardan söz etmesek olmaz. Başçarşı’da Saraci Sokak’tan Ferhatiye’ye doğru yürürken, sağdan soldan hüzünlü ezgiler çalınır kulağınıza. Bazen bir sokağın köşesinde müzik CD’si satan seyyar satıcıların tezgâhlarında gözünüze çarpar; Sevdalinkalar. Hanka Paldum, Halid Beslic, Hımzo Polovina, Kemal Hasic, Selma Bajrami, Enes Begovic ve diğerleri; yüreğinizi titreten bu hüzünlü şarkılara sesleriyle can veren bazı ünlü Boşnak şarkıcılarıdır.

Sevdalinka, özünde bir aşk şarkısıdır; sözleri ve müziği ile aşkı, tutkuyu ve özlemi anlatır. Akordeon ve keman, sevdalinkaların en vazgeçilmez çalgılarıdır; bunların yanında klarnet, flüt, gitar, trampet ve davul da sıkça kullanılan diğer çalgılardandır.

Zehra Deovic'den "Dosla voda od briega do briega"

Zehra Deovic'den "Cudna jada,od Mostara grada"

Hımzo Polovina'dan  "snijeg pade na behar"

Hımzo Polovina'dan "se lijepa hajrija"

İç savaşta Sırp topçularının hedefi Markale Pazaryeri

Tarihsel olarak daha çok Osmanlı’nın Balkanlar’daki egemenliğinin gelişimi döneminde Bosna merkezli Doğulu, Avrupalı ve Sefarad Yahudilerinin bu topraklara taşıdığı müzikal tınıların bir birleşimi şeklinde ortaya çıkmış Sevdalinkalar. Ama giderek Boşnakların halk müziğinin ve sözlü edebiyat geleneğinin merkezinde bir yere oturmuş. Zaman içinde de; Boşnakların kültürel zenginliğinin en önemli parçalarından birisi haline gelmiş.

Osmanlı döneminde Saraybosna merkezli gelişen yeni oryantal kent dokusunun oluşturduğu arka plandan beslenen ve toplumsal yaşamın bir parçası haline gelen sevda şarkılarında genellikle karşılık bulmamış hüzünlü sevdalar yer almış. 16.yy.dan Avusturya Macaristan yönetimin egemen olduğu 19.yy.ın sonlarına dek kültürel alt yapısında fazla bir değişiklik yaşamayan sevdalinkalar, bu yüzyıldan günümüze dek uzanan zaman diliminde sanayi devrimiyle başlayıp bugün neredeyse kültürel anlamda tek tipleşen dünyada onu besleyen kaynakların kuruması nedeniyle giderek zorlanmaya başlamış.

Zaman içinde 20.yy.da yaşanan toplumsal acılar, belki de bu şarkıları besleyen ayrı bir kaynak olmuş. İç savaşları yaşayan bir toplumun bireyleri olarak hüznü ve sevgiyi hep başucunda taşımış Boşnaklar. Sonuçta; zorlansa da sevdalinkalar, bir şekilde bugün de yerelden evrensele ulaşan bir ses, bir nefes olarak Boşnakların acıyla ve hüzünle kendini yeniden üreten bugünkü neslinin ellerinde ve dillerinde yeniden yükseliyor.

Başeskije Caddesi’nde Orta Avrupa mimarisinden esintiler

Saraybosna’da bir cennet köşe; Ilıdza yada Ilıca

Saraybosna’da son günümüz, Ilıca bölgesindeki otelimizden Avusturya Macaristan işgal döneminde yapılmış ve Avusturya, Macaristan, Bosna ve Hersek ismini taşıyan 4 adet saray yavrusu otellerin arasından yaptığımız sabah yürüyüşü ile başlıyor. Otellerin hepsi bugün faal değil. 19.yy.ın sonlarında yapılan otellerden Bosna’da Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand ile eşi Düşes Sophie, Haziran 1914’de konaklamışlar. Belki de bu otel, Latin Köprüsü’ndeki suikast sonucu öldürülmelerinden önceki son mekânları oldu. Çünkü suikastın gerçekleştirildiği tarih de 28 Haziran 1914 idi. Ne diyelim kötü kader; herkesin yürüdüğü yer.

Yürüyüşümüz; bizi İgman Dağı’nın eteklerinden doğan Bosna ırmağının su kaynaklarının (Vrelo Bosna) bulunduğu botanik parkına götürecek faytonların beklediği, iki yanı çınar ağaçlarıyla kaplı o güzelim yola kadar sürüyor. Yolun başında müşteri bekleyen tek atın çektiği faytonlara binerek yaklaşık on beş dakika kadar sürecek asırlık çınarlar altındaki sefamıza başlıyoruz. Yolun hemen yanındaki koşu parkurunda Saraybosnalılar, Pazar sporlarını yapıyorlar. Atların nalçalarının asfaltta çıkardığı ritmik sesler, faytonlara süs olsun diye asılan her türlü malzemenin birbirine çarparak çıkardığı seslere karışarak bizi çocukluğumuza götürüyor. Konak’tan Karşıyaka’ya vapurla yapılan bir yolculuğun sonundaki en güzel bölümüydü evimize faytonla gitmeler. Ama bizim faytonları tek değil, çift at çekerdi. Gerçi hala Karşıyaka sahilinde faytonlar mevcut; ancak yoğun motorize trafiğin baskısı altında eski tadı yaşamak pek de mümkün olmuyor. Bu anlamda Ilidza’dan Vrelo Bosna’ya doğru giden çınar ağaçlarıyla kaplı yol, o eski tadı almak için en uygun güzergâhlardan biri denilebilir.

Ilıca’da 1914 Haziran’ında Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand ve eşi Sophie’nin konakladığı Bosna Oteli(3)

Ilidza, yüksek dağların arasında uzanan geniş bir düzlükte kurulmuş. Bunlardan en önemlisi 1500 metre civarında bir yüksekliği olan İgman Dağı… İçinden Bosna’nın kolu olan Zeljecnica ırmağının aktığı kent ayrı bir belediyelik yerleşimi olarak geçiyor. Uluslararası havaalanı da kentin hemen yakınlarında yer alıyor. Oldukça zengin yeraltı sıcak su kaynaklarına sahip bu bölgede, kaplıca turizmi son derece gelişmiş. Bizim de kaldığımız Holywood isimli 4 yıldızlı otelin önünde kaplıcaların geniş havuzları ve diğer tesisleri yer alıyor. Buraya Boşnaklar, “Termal Riviera” adını uygun görmüşler. Arap turistlerin de bu bölgeye neden rağbet ettikleri bu manzaradan daha iyi anlaşılıyor. Özellikle körfez ülkelerinden buraya çok sayıda turist geliyor.

Bir ulusal park şeklinde düzenlenmiş olan Vrelo Bosna’da her taraftan kaynayan Bosna nehrinin su kaynakları çevreye hayat veriyor. Kayından çınara, ıhlamurdan dişbudağa, suya doğru eğilmiş söğütlerden diğer adını çıkaramadığımız nice tür ağaca uzanan adeta bir botanik bahçesi çeşitliliğinde cennet gibi bir manzarayla karşılaşmamız hepimizi adeta kendinden geçiriyor. Doğanın bir iğne oyası gibi işlediği parkın her köşesinde titizlikle yürütülmüş peyzaj çalışmaları ile yaratılmış yapay göller, tahta köprüler, kıyılarına döşenen taşlarla kenarları güçlendirilmiş birbirine karışan küçük derecikler, gölcüklerin içinden çıkan su kabarcıkları sayesinde fark edebildiğimiz Bosna’nın kaynakları her yana saçılan güzelliğin birer parçası olarak karşımızda duruyor. Tertemiz gölcüklerin ve dereciklerin içinde zarif boyunlarıyla beyaz kuğular ve ördekler yüzüyor. Çevremizde neşeyle ötüşen binlerce kuşun sesi de bu eşsiz doğa atmosferinde en güzel müzik yerine geçiyor. Büyükçe bir köprünün üstünden geçerek ulaştığımız İgman Dağı’nın eteklerindeki bir dehlizden gelen su Bosna’yı besleyen ana kaynak durumunda. Bosna’nın Tuna’ya karışmış haliyle Karadeniz kıyılarında son bulacak yolculuğu işte bu noktada başlıyor.

Vrelo Bosna; Milli Park

Parkın içinde kaynağa yakın konumda bir lokanta / kafeterya yer alıyor. Milli Park’ın çıkışında ise arabaların park edebileceği geniş bir alan mevcut… Ancak çınarlarla kaplı yol araç trafiğine kapalı. Sadece faytonlar, bisikletler ve yayalar bu yolu kullanabiliyor. Kışın buraların manzarası herhalde bir başka güzel olsa gerektir diye aklımızdan geçiyor. Kışları yoğun kar yağışı alan Saraybosna’da, belki bir gün Ilıca’yı ve Vrelo Bosna’yı karlar altında da görmek nasip olur diyerek Saraybosna’nın bu cennet köşesinden arabamızın beklediği çıkışa doğru yürüyerek Vrelo Bosna’dan ayrılıyoruz.

Bosna doğuyor

Bosna ırmağının ana kaynağı


Vrelo Bosna; suyun içinden kaynayan su

Vrelo Bosna; cennetten bir köşe

Saraybosna Savaş yada Umut Tüneli

1992-1995 yıllarındaki iç savaş sırasında Saraybosna’nın Sırp kuşatması altında kalması, direnişin ve yaşamın sürdürülebilmesi açısından tükenen yaşamsal kaynakların ve savaş teçhizatının teminini bir zorunluluk haline getirmiş. Saraybosna’dan tek çıkış noktası olan ve BM kontrolünde bulunan uluslararası havaalanına ulaşabilmek için şehir merkezi ile Ilıca arasında bir tünel kazmaktan başka bir çare kalmamış. Dobrinja ve Butmir (Ilıca) arasında 1992 yılı sonlarında başlayıp 1993 Temmuz’unda tamamlanan tünelin Butmir’deki ağzı, Kolar ailesinin evine açılıyor. Savaşta tünelle aynı ortamı paylaşan evin sahipleri, savaş sonrasında evin ve tünelin müze olarak kullanılması için evlerini bağışlamışlar.

Savaş Tüneli’nin çıkış ağzının bulunduğu Kolar Evi

Şimdi bir müze haline getirilmiş olan tünelin uzunluğu 800 metre imiş. 20 metrelik bir kısmı ziyaretçilerin dolaşımına açık. Evin üst katında bir de fotoğraf, gazete küpürü, savaşla ilgili kroki ve haritalar, tünelden kaçırılan örnek malzemeler, taşıma sistemleri, kullanılan kıyafetler v.b. eşyanın sergilendiği bir de müze var. Avluda ise müzeye gelen ziyaretçilere; savaşın acımasızlığını ve tüneldeki çalışmaları gösteren bir belgesel film gösterimi yapılıyor. Artık şimdi hayatta olmayan Kolar ailesinin hanımının, savaş sırasında tünelden geçen Boşnak askerlere su ve yiyecek verirken çekilmiş fotoğrafları da sergilenenler arasında yer alıyor.

Savaş esnasında Boşnakların lideri Aliya İzzetbegoviç de Saraybosna’dan çıkıp uluslararası toplantılara katılabilmek için zaman zaman bu tüneli kullanmış. Müzede, Aliya İzzetbegoviç’in; tünelden geçerken üzerine oturtulduğu, rayların üzerinden hareket ettirilebilen bir koltuğu da müzede sergilenen eşyalar arasında yer alıyor. Sonuç olarak, tünel bir ulusun var oluş mücadelesinin başarıya ulaşmasında kilit rolü oynamış. Yaklaşık 3 yıl süren Saraybosna kuşatmasında direnişin devam edebilmesi için yaşamsal önemdeki lojistik desteğin sağlanabilmesi bu tünel sayesinde olmuş.




Tünelin ziyarete açık bölümünden görünüş

Son Söz niyetine

Bir Kosova Halk Şarkısı’nın sözleri savaş meydanını şöyle anlatır:

Savaş meydanına
İnsanlar gelip gidiyor
Dön arkana bir bak
Zavallı yaratılmışlar yanarken
Selvi boylu kız, dön arkana bir bak
Neler oluyor, anlat Nuriye,
Çünkü sen onların acılarına ortaksın
Su gibi iç bir ananın sözlerini
Dön ve arkana bak, nasıl da
Yanıyor zavallı yaratılmışlar (2)




Balkan Yolculuğu'ndan bir şarkı: O n'ate fushe t'mejdanit-Muammer Ketencoğlu'ndan...


Aliya İzzetbegoviç’in tünelden geçerken kullandığı koltuk

Balkanlar gezisine ilk Makedonya’dan başlarken, belki Balkanlılık sözcüğünün içinde gizli; geçmişten gelen karmaşık etnik yapılar ve kültürlerin iç içe girdiği bir dünya ile tanışmıştık. Tarihten bildiğimiz ve türlü acıların yaşandığı bu coğrafyada daha eski zamanlarda olduğu gibi 20.yy.ın sonlarından başlayarak bir tek tipleştirme ve diğerini ötekileştirme çabası içinde; dini, milliyeti birer fay hattı olarak görme refleksinin geliştirildiğine ne yazık ki daha çok tanıklık ediyoruz. Bu da bu topraklarda geçmişte çekilen çilelere benzer acıları yaşama potansiyelinin hala bu coğrafyada ne kadar canlı olduğunu hissettiriyor.

Evin sahibesi; iç savaş sırasında askerlere su verirken

Balkanlar’ı dolaştığımız bu kısa gezimiz boyunca Üsküp’te Osmanlı ile bu topraklara taşınan oryantal kültürün izlerini silmeye yönelik çabalar, yine Üsküp’de Vodna Dağı’nın tepesine dikilen ve 40 km. öteden dahi görülebilecek büyüklükteki haçlar bu endişeyi taşıyanların ne kadar haklı olduğunun kanıtı gibi sanki. Çünkü bu iş Üsküp’le kısıtlı kalmıyor. Benzer şekilde Mostar’da Hırvatlar kendi yakalarındaki bir tepenin üstüne diktikleri bir başka haç ile Neretva’nın karşı yakasındaki Müslüman Boşnaklar’a gözdağı vermeyi amaçlıyorlar. Saraybosna’da ise; Miljacka ırmağının hemen üstünde yükselen Trebevic’in tepelerinde bir yere de; Sırplar aynı niyetle dev gibi haç dikme peşinde. Herkes bu işe dini inançlarını gerekçe göstererek, bunun kendileri için bir hak olduğunu iddia ediyorlar. Keza, birbirlerinin alfabelerine tahammül edemeyen halklar yaşıyor bu topraklarda. Hırvatlar ve Boşnaklar, Kiril harfleri ile yazılmış trafik levhalarını karalıyorlar. Sırplar ise kendi bölgelerinde Latin harfleri ile yazılmış olanların üstünü çiziyorlar. Bütün bunlar, bu seyahatten aklımızda kalan ve birbirine tahammülsüzlüğün ne kadar canlı olduğunu gösteren birkaç örnek sadece.

Sarajevo; Kuşatılmış Şehir; 1992 - 1995

Tabii ki; madalyonun bir de öbür yüzü var. Hala bu topraklarda dolaşan Yugoslavya’nın hayaletini Tito’nun ismiyle anılan caddelerde, sağda solda rastladığımız Tito fotoğraflarında, 2. Dünya Savaşı kahramanlık öykülerinde hissedebiliyoruz. Bugün Bosna Hersek’teki savaşı sonlandıran Dayton Antlaşması ile bu topraklarda kurulan yeni düzenin işleyişi, ne kadar da eski Yugoslavya’yı andırıyor. İnsanın kendi kendine sorası geliyor; madem benzer bir düzen kuracaktınız da; neden yıktınız o güzelim ülkeyi ve kardeşliği. Balkanlar’ı dolaşırken, benzer müziklerin ezgileri çalınıyor sokaklarda kulaklarımıza, benzer kültürler yaşıyor hala bu bölünmüş coğrafyada. En çarpıcı olanı ise, ne yazık ki; insanlar dıştan o dönemi eleştirseler de, bugün gelinen nokta itibariyle o döneme karşı gizliden gizliye içlerinde besledikleri bir özlemi taşıyorlar.

Bu anlamda şimdilerde Balkanlar coğrafyasında ülkeleri yöneten politik partilere ve onların liderlerine, bu düşmanlık potansiyelini ortadan kaldırmak adına büyük görevler düşüyor. Çünkü eğer ki; bu politikacılar, toplumlar arasındaki tarihten gelen bu fay hatlarını derinleştirecek şekilde düşmanlık değirmenlerine su taşımaya devam ederlerse, kısa zamanda benzer acılı günlerin yaşanmaması için bu coğrafyada hiçbir neden görünmemektedir. Bir de dünya siyasetinin bu tür bölgesel sürtüşmelerden yarar uman büyük aktörlerini de dikkate alacak olursak, yapıcı ve sağduyuyla davranmak bu bölgede yaşayan halkların geleceği ve selameti açısından en hayırlı yol gibi gözükmektedir.

Ilıca’dan Vrelo Bosna’ya faytonla yolculuk(5)

Yukarıya aldığımız; savaş meydanında bıraktıklarımız adına yakılmış bu Kosova halk şarkısı, Balkanlar’daki bütün tanıklıklarımızdan sonra ne kadar anlamlı duruyor. Yapmamız gereken; şarkıda söylendiği gibi, dönüp ardımızda bıraktıklarımıza ve yitirdiklerimize bakmaktır sadece.

Ne demişler; her zaman için “eldeki kuş, daldaki kuştan daha iyidir.”

Savaşlar, önce onlara sebep olanları yakıyor ve sonra diğerlerini… Savaşlardan, halklara tarih boyunca hiçbir zaman fayda olmadı. O yüzden, halkların “yürekte, kitapta ve sokakta” bu gerçeği hiçbir zaman akıllarından çıkarmaması gerekiyor. Yoksa yine kaybeden onlar olacaktır.


Sözümüzü Bertolt Brecht’in savaş üzerine söylediği o kısacık şiiriyle bitirelim ve o büyük ustaya kendi dizeleriyle bir selam da biz gönderelim.

DUVARA TEBEŞİRLE YAZILAN

"Savaş istiyoruz!"
En önce vuruldu
bunu yazan.”

Bertolt BRECHT
Çeviren: A. KADİR, Asım BEZİRCİ

Kovaci şehitliği; Saraybosna; unutanlara…

Son akşam yemeğini yediğimiz Sırp Mahallesi’nden Ulusal Kütüphane ve Başçarşı’ya bakış (5)

Miljacka ve köprüleri

Başçarşı’da inip kalkar güvercinler.

Başçarşı , meydandayız

Gazi Hüsrev Bey’in yaptırdığı Morica Han

Saraci Sokak, Başçarşı

Gazi Hüsrev Bey Camisi


Gazi Hüsrev Bey Camisi’nin şadırvanı


Begova Camisi’nin avlusunda Osmanlı mezarları


Gazi Hüsrev Bey ve can dostu Murat Bey’in türbeleri


Başçarşı’da GS’lı Tariık Hodziç’in köfteci dükkanı


Gazi Hüsrev Bey’in yaptırdığı Bezistan

Ferhatiye Camisi


Sarajevo Müzesi'nde Avusturya Macaristan Veliahtı Arşidük Ferdinand ve eşi Sophie’nin mankenlerinin yer aldığı köşe


Ferhatiye’de Avusturya yönetimi sırasında  yapılan Katedral meydanındaki görkemli bina

Katolik İsa’nın Kalbi Katedrali, Ferhatiye

Katolik İsa’nın Kalbi Katedrali’nin içindeki vitraylar


Avusturya dönemine ait 19.yy. yapısı et ve Peynir Pazarı


Et ve Peynir Pazarı’nın içi


Ferhatiye’nin sonunda Avusturya dönemi yapılarından


Boşnak pazarcı kadınlar; şifalı otlar satıyor

Pazaryerinde kadınların sattığı civan perçemi ve kantaronlar


Başçarşı’da halıcılar


Gazi Hüsrev Bey Camisi ve Saat Kulesi


Ulica Kecina’da Yahya Paşa Camisi önünde tarihi çeşme


Yahya Paşa Camisi’nin şehitlik haline gelen avlusu


Ulica Kecina’da eski bir ev


Başeskije Caddesi üzerinde Sırp Ortodoks Kilisesi ve Müzesi


Başeskije Caddesi’nde Sırp Ortodoks Kilissesi karşısında Avusturya dönemi binalardan


İlahiyat Fakültesi, Avusturya dönemi eseri, Endülüs etkisi


Bakırcılar Çarşısı; Kazanculuk


Başçarşı; Bakırcılar Çarşısı


Başçarşı Meydanı’na son bakış(6)

Dipnotlar:
(1)  İlkçağda; bugünkü İzmir - Aliağa’nın yakınlarında kurulu Aiolya’nın en önemli kenti Kyme’li büyük ozan ve filozof Hesiodos’un İşler ve Günler isimli manzum eserinde zamanımızdan yaklaşık 2500 yıl önce ahlaki açıdan vazgeçilmez bir hayat düsturunu şöyle ifade eder.

“İnsanlar kötülüğe yığınla akın eder; ona kolayca ulaşırlar, yolu düzdür, yeri yakındır; ama iyiliğin önüne tanrılar alın terini koymuşlardır, ona varan yol uzun ve diktir.”

HESIODOS; Eseri ve Kaynakları - Theogonia, İşler ve Günler; Türk Tarih Kurumu Yayınları; 1977; Çevirenler: Sabahattin EYÜPOĞLU– Azra ERHAT
(2)  Savaş Meydanı; Bir Kosova Halk Şarkısı; Bkz. Balkan Yolculuğu; Kalan Müzik; 2007
(3)  Bosna Oteli fotoğrafı; https://aidaweb101.wordpress.com/2012/09/27/welcome-to-ilidza/ adresinden alınmıştır.
(4) Tufahiye Tatlısı fotoğrafı, Yurdanur Oktay’a aittir. Kendisine teşekkür ederiz.
(5)  Konjic Köprüsü, Vrelo Bosna’ya fayton yolculuğu ve Sırp bölgesinden Ulusal Kütüphane’ye bakış fotoğrafları Ayşenur Oktay Alfatlı’nın arşivinden alınmıştır. Kendisine teşekkür ederiz.
(6)  Diğer Tüm fotoğraflar, İbrahim Fidanoğlu tarafından 2012 Yazı’nda söz konusu gezi sırasında çekilmiştir.


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder