22 Mayıs 2012
İbrahim Fidanoğlu
Bu hafta Tire yakınlarında Eğridere Vadisi’nde yürüdük. Tireli
dostlarımızla Tire’de buluşup Tire – Ödemiş asfaltını takiben Eğridere
sapağından vadiye girdik.
Eğridere, Tireli yerel tarih araştırmacısı Munis
Armağan’a göre; Şeyh Bedrettin’in babası İsrail Bey’in Batı Anadolu’da ilk
gelip yerleştiği ve bir zaviye kurduğu yer olmalı. Şeyh Bedrettin’in Mısır
dönüşü, ailesinin bulunduğu Edirne’den önce Tire’ye uğramış olması da bu
bölgeyle daha önceye dayanan bir ilişkisi olabileceğini aklına getiriyor. Bugün
Eğridere’nin hemen yakınlarında bulunan Peşrefli’de bu aileye ait bir unvan
olan “Beşe” sözcüğü ile birlikte anılan bir dedenin; Veli Beşe’nin kabri yörede
çok önem taşıyor. Yağmur dualarında, şükür dualarında ve diğer etkinliklerde bu
kabir başında yemekli anma törenleri gerçekleştiriliyor. Mezarın başında
bulunan dev kara servi de aşağı yukarı bu olaylarla zamandaş bir yaşa sahip
görünüyor. Peşrefli köyünde bir semtin Kanlıdere olarak da anılması, bu
yöredeki kanlı çatışmaları hatırlatması açısından manidardır.
Eğridere Vadisi’nden Koyuncular
Yaylası’na bakış
Ayrıca; yine Eğridere’de; köyün yaşlılarından Kasım Amca’nın bize önceki
yıllardaki ziyaretlerimizden birinde gösterdiği, otlar ve çalılar içinde
kaybolmuş çok eski bir mezarlığın parçası olan bir kabirde de; Şeyh
Bedrettin’in oğlu ve Menakıbname’nin yazarı Hafız Halil’in babası olabilecek
Seyyit İsmail diye birinin yattığına dair nesiller boyu aktarılan bir söylence
var. Bilindiği üzere Şeyh Bedrettin; İznik’de sürgünde iken oğlu Seyyit İsmail,
Menderes katında (yani üstünde bir yerde) Tire civarında bir yerde vefat ediyor
ve Börklüce Mustafa, Şeyh Bedrettin’in torunu Hafız Halil’i Tire yakınlarından
İznik’e at sırtında götürüyor. Bu yolculuğu, Rus yazar Radi Fiş “Ben de Halimce
Bedreddinem” isimli romanında ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Tabii ki; bu
köyün Eğridere olduğu hakkında; Menakıbname’de Küçük Menderes katında diye
ifade edilen belli belirsiz satırlar ve Eğridere’deki köylülerin gösterdiği
mezar dışında doğru dürüst bir somut kanıt da ne yazık ki, yok. Menakıbname’de
bu satırlar şöyle geçiyor:
“Vefat itdü Şeyh’in ogulı dahi
İsmail Beg dirler ana iy sahi
Künyesin Seyyid Beşe dirler anın
Atamdır ben fakıyr Hafız Halil’in
Menderes Suyu katındadır mezar
Karye içindeki ismidir Nizar
Defnidüp anı Nizar’ın Hazreti”
Börklü Mustafa’yı gönderdi biti
Gelüben bizi aluban gitdiler
Girü Börklü Mustafa’ya iltdiler
İki kız kardaşıla olduk yetim”
(Menakıbname; Hafız Halil’den
aktaran Munis Armağan; Tire’den
Darağacına; Şeyh Bedrettin; sayfa:123-124)
Fransız araştırmacı Michel Balivet, “Şeyh Bedrettin; Tasavvuf ve İsyan”
isimli araştırmasında bu Nizar’ın Büyük Menderes’e yukarıdaki bir düzlükten
bakan Nysa ve Hisar sözcüklerinin birlikte söylenişinden türemiş olabileceğini
ve bu nedenle, Menakıbname’de sözü edilen Nizar’ın Nysa harabeleri civarında
olması gerektiğini ileri sürüyor. Ama gerek Munis Armağan’ın ve gerekse bizim
bu sav, pek aklımıza yatmıyor. Çünkü Karaburun’dan Aydın Dağları’nın kuzey
eteklerine kadar uzanan ve Ortaklar ile sonlanan Şeyh Bedrettin müritlerinin
ayaklandığı coğrafyanın bu kadar güneye ulaşmadığı kanaatindeyiz. Zaten,
Osmanlı ordusunun bu ayaklanmayı bastırırken yine Tire – Ödemiş ekseninde,
Küçük Menderes Ovası’nda Börklüce kuvvetleri ile karşı karşıya geldiği
ihtimali, Küçük Menderes Ovası’na tarihte verilen Kaz Ovası isminin
Menakıbname’de de anılması ile kuvvet kazanmaktadır. İfade aynen şöyledir;
“Ceng idübdür Kazovası’nda gelüb” (a.g.e)
Velhasıl; sözü çok uzattık ama bu soru işaretini hepimizin kafalarına
koymak açısından bir hatırlatma idi yaptığımız. Bugün böyle bir coğrafyada ve
tarihsel derinliği olan bir alanda dolaştık.
Aydın Dağları’ndan ovaya doğru akan onlarca dereciğin beslediği
Eğridere’nin yatağı yakınlarda ıslah edilmişti. Çıktığımız en üst noktada; 900
metrelerde 9 adet bent; köyün hemen üstünde iki adet bent ve aşağıda devam eden
diğer bentler, akan suya bir anlamda gem vurularak ovaya yönelik taşkınları ve
erozyonu önlemek açısından çok büyük bir önem taşıyordu. Bu bayındırlık eylemi,
aynı zamanda da suyun belli bir rejimde akarak tabiattaki tüm canlıların sudan
daha fazla ve etkin bir şekilde faydalanmasına da yardımcı oluyor denilebilir.
Köyün çıkışında yer alan ahşap ve taşın birlikte kullanıldığı eski köy
evlerinin en güzel örneklerinden ikisini ardımızda bırakarak Eğridere’nin
üstündeki köprüden geçtik ve vadinin yukarılarına doğru, toprak yoldan yürümeye
başladık. Saat 10’da başladığımız yürüyüşümüze uzun süre solumuzda bıraktığımız,
çağıldayarak akan Eğridere eşlik ettik. Köylüler derenin kenarında yer alan
bahçelerde çalışıyorlardı. Bahçelerin hemen kenarından akan suyun toprağa
taşıdığı bereket, anlatılır gibi değildi. Zaten başımızı kaldırıp vadinin
üstlerine doğru her bakışımızda; insanı neredeyse sarhoş eden, yeşil rengin her
tonundan mürekkep bir yemyeşil deniz ile karşılaşmamak mümkün değildi. Her
yerden su sesi geliyor; bahçelerin hemen kenarındaki kanaletlerden akan su,
aşağı doğru yolculuğuna devam ediyordu. Kuşların ardı arkası kesilmeyen neşeli
ötüşleri de bize yürüyüş anında arkadaşlık ediyordu.
Köyün çıkışından sonraki dere üstündeki ikinci bende geldiğimizde, bendin
duvarı üstüne bir kuş gibi tünemiş Sezai karşıladı bizi. Bu engebeli coğrafyada
biraz yukarıdaki küçücük kulübesinde tek başına yaşayan Sezai kardeşimiz, bizi
mekânına buyur etti, çay demledi. Civardaki bütün ceviz ağaçlarını kendisinin
tek tek diktiğini, şimdi hepsinin büyüyüp dev ağaçlar haline geldiğini anlattı.
Yukarı doğru gelişen arazisi üzerinde oldukça çok sayıda elma, kiraz, nar gibi
meyve ağaçları da vardı. Henüz ermekte olan sapı kısa kirazlardan birer avuç
ikram etti. Gerçekten nefistiler.
Nar deyince özellikle belirtmek gerekir ki, Eğridere Vadisi’nde yetişen
tatlı narın bir eşi benzeri bulunmamaktadır. Zaten nar hasadı zamanında,
yöreden toplanan narlar hemen burada kamyonlara yüklenmekte; büyük şehirlere,
İstanbul’a ve ihracata dek gönderilmektedir. Bu anlamda diğer meyvelerin
üretimi yanında, nar tarımının Eğridere Vadisi’nde çok özel bir yeri olduğu söylenebilir.
Sezai kardeşimiz, bize derin vadiden tekrar toprak yola nasıl çıkacağımızı bize
bizzat rehberlik ederek gösterdi; mitolojik Pan gibi neredeyse düz duvara
tırmanabilecek yetideki yöre insanlarının arkasından seyirtmenin ve onları
izleyebilmenin ne kadar zor olduğunu burada bir kez daha tecrübe etmiş olduk.
Toprak yoldan yukarı doğru tırmanmaya devam ettik. Geçen haftaki
Yenişehir üstündeki Koyuncular Yaylası’na yaptığımız yürüyüş güzergâhındaki
bitki örtüsüne benzer bir ortam vardı çevremizde. Sapsarı katır tırnakları,
meyveye durmuş melengeçler, enginarın kardeşi tomurcuktaki kenger dikenleri,
çan çiçekleri, kekikler, çiçekte kaya kekikleri, henüz açmamış sığır
kuyrukları, beyaz çiçekleri ve eşsiz geometrileriyle heraclius’lar, yaban
güllerinin en güzelleri, yörede efek adı verilen mor çiçekleriyle dizi dizi
koloniler halinde vadinin yamaçlarında uzanıp gidiyordu. Yol boyunca
karşılaştığımız köylülerle yarenlik ettik. Kimi kestanenin “piç” dallarını
buduyor, kimisi bahçesindeki ağaçları ilaçlıyor, kimisi de tarlasındaki yeni
diktiği sebze fidanlarının arıklarına suyu çeviriyordu.
Yürüyüşün benim için en önemli sürprizlerinden birisi de Paşa Yaylası ve
vadinin yukarısındaki bentlere giden yol ayrımında karşılaştığımız,
Cumhuriyet’in ilk yıllarında İzmir’in cabbar Valisi Kazım Dirik zamanında; bu
dağlarda açılan bütün yollara bırakılan bir hatıra nişanı, Paşa Çeşmesi idi.
Fata (Gökçen’in o yıllardaki ismi) – Aydın Paşa Yaylası yolunun, köylünün
el emeği ile açıldığını belirten çeşmenin kitabesinde şöyle yazıyordu:
“Cumhuriyetin mübarek eserlerinden Vilayet
Hususi İdaresi’nin ve köylünün yardımile FATA PAŞA YAYLASI AYDIN yolunun
hatırası olmak üzre Vali Kazım Paşa zamanında yaptırılmıştır. 1933”
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe yazın kurallarının henüz ülke
genelinde daha tam oturmadığı, bu yazıttaki imla hatalarından da
anlaşılmaktadır. Kazım Dirik Paşa’nın İzmir Valisi iken, İzmir’in birçok
yerinde açılan dağ yollarındaki geçitlerde yer alan bu çeşmeler; her ne kadar
büyük harabiyet içinde olsalar da, bugün Cumhuriyet’in çağdaşlaşma projesinin
dağlardaki birer nazarlığı gibidirler. Bizim İzmir çevresinde rastladıklarımızdan
bazıları şunlardır:
·
İzmir – Foça
yolunda Ilıpınar’a gelmeden önce (yıkık vaziyette ve suyu akmamaktadır),
·
İzmir -
Karaburun yolunda Kaynarpınar yakınlarında (restorasyon geçirmiş olup suyu
akmaktadır),
·
Ödemiş –
Bozdağ yolunda tırmanırken; aşağı yukarı yolun yarısında (birkaç yıl önce
restorasyon geçirmesine rağmen harap durumdadır ve suyu akmamaktadır),
·
Tire – Kömürcü
Gediği – İncirliova geçişinde (restorasyon geçirmiştir; iyi durumdadır ve suyu
akmaktadır),
·
Tire –
Habibler köyü – Hıdırbeyli – Germencik geçişinde Habibler mevkisinde (çok kötü
durumda, otlar ve çalılar arasında kaybolmuş halde; restorasyon bekliyor, suyu
yok),
·
Kemalpaşa –
Karabel geçişinde; eski Turgutlu kavşağında (kötü bir restorasyon geçirmiştir),
·
Kemalpaşa –
Ovacık Yaylası – Hisarlık – Bayındır geçişinde Ovacık köyünde; (kitabesi
çatlamış, restorasyon bekliyor, suyu akıyor),
Bir de bunlara Kemalpaşa – Karabel geçişinde, yine bu yolun ilk
açıldığında hatırasına yapılmış, ancak yakın geçmişte yol genişletme
çalışmaları sırasında yıkılmış Karabel Hitit Baba kabartması mevkisindeki zafer
takını da üzülerek eklemek gerek. Onun da tepesinde “Cumhuriyetin mübarek
eserlerinden” diye başlayan bir yazıt vardı. Artık ne tak var, ne de üstündeki
yazıt; ikisinin de yerinde yeller esiyor.
Manastır yolundaki Paşa Çeşmesi, yazıtı dışında tamamen değiştirilmiş,
herhalde geçirdiği restorasyon sırasında yazıtın çevresi restorasyonu yaptıran
Hacı Osman Erdal tarafından beyaz renkli fayans ile kaplanmıştı. Neyse ki suyu
akıyordu; Bal gibi tatlı suyundan kana kana içtik. Yanımızdaki şişeleri de
yenileyerek su ikmali yaptık. Çeşmeyi arkamızda bırakarak sağdaki yoldan devam
ettik. Geçerken karşımızdaki ulu çınarı selamladık.
Eğridere Vadisi, yukarı doğru tırmandıkça kendisine doğru açılan yan
vadiler ve dere yataklarıyla daha gizemli ve karmaşık bir havza haline geliyor.
Bu vadi koyaklarında, yüzyıllar boyunca sır dolu hayatlar yaşanmış. Bizans’da
Hristiyan keşişlerin inzivaya çekildikleri manastırlar kurulmuş bu saklı
topraklarda. Dev çınarlar, kestaneler, cevizler, farklı türden ince kıvrımlı
yapraklarıyla palamut meşeleri, yıllardır budama görmemiş, keçilerin dahi
uğramadığı bu topraklarda serpilip dev ağaçlar haline gelmiş pırnar meşeleri
yüzyıllardır örtü olmuş; örtmüş bütün sırların üstünü.
İşte bu güzergâhta; tüm havaliyi besleyen su kaynaklarının yatağı,
Karaçamur Yaylası’nın hemen altındayız artık. Yakın zamanda ıslah edilmiş dere
yatağında arka arkaya 9 tane bendin bulunduğu alana ulaşıyoruz. Kimisinin
üstünde göletler var, kimisinde kurbağalar konser halinde… Suyun içinden
sıyrılıp çıkan hayat göğe yükseliyor. Binbir tür ot, sazlıklar suyun kenarında
bir ormanı andırıyor. Yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri, hemen bentlerin
altında akan suyun başında yiyoruz. İçtiğimiz suyun tadı şerbet mi şerbet… Kısa
bir dinlenme sonrası, yukarı doğru kıvrıla kıvrıla tırmanmaya yeniden
başlıyoruz.
Yolda rastladığımız bir köylüden Manastır mevkisinin güzergahımız üzerinde
bulunan kuzey batı yönündeki düzlük alanda yer aldığını öğrendik. Tırmandığımız
rotada buğdayların ekili olduğu bir alan, daha yukarıda da dev bir kiraz ağacının
ortasında yer aldığı yamaçta büyük bir bahçe ile karşılaştık. Biraz yukarıdaki
sekide ise bir yayla evi vardı. Rüzgarın şiddeti ile başaklar bir sola bir sağa
salınıp duruyordu. Karşımızda uzanan uçurumun ötesinde büyük bir düzlük vardı.
Manastır alanının burası olup olmadığı üzerinde fikir yürüttük. Ancak bu alanın
daha güneyde olması nedeniyle Manastır mevkisinin daha üstümüzde bir düzlükte
olması daha akla yakın geldi. Neredeyse, gelmiştik. Rakım 905 metre
civarındaydı. Vakit epey ilerlemişti. İnişe geçmeye karar verdik. İniş yolunda
sol yanımızda; vadiye doğru bakan bir yarın başında; dizi dizi odacıklar ve bu
kompleksten ayrı vaziyette iki adet ev yıkıntısı ile karşılaştık. Buranın çok
eski zamanlara gitmeyen bir dönemde kullanılmış ağıl benzeri bir yapı kompleksi
olabileceğini düşündük. Ancak yine de bizim için ikna edici olmadı. Çünkü yan
yana 4-5 oda ve diğer müştemilat dağ başında bir ahır görünümü ile bağdaşır
nitelikte gelmedi bana…
Suyun başında yemek vakti
Akşam vakti inişe geçtik; yolda çürümüş kestane kütüklerinin içinde
biriken gerçek kestane toprağına, keşke evdeki çiçek saksılarına
götürebilseydik diye imrenerek baktık. Gövdenin içi, tam ortasından başlayarak
çeperlere doğru çürümüştü. Fotoğrafını çekip inişe devam ettik. Yaklaşık
16.30’da başladığımız inişi, köy girişinde 18.30 civarı tamamladık. Toplamda 15
– 16 km. civarı yol yürümüştük. Ancak, köy girişinde bıraktığımız arabamızın
yanına vardığımızda hepimizde günün ve vadinin hakkını vermenin huzuru ve
yorgunluğu vardı. Arabaya bindik ve Eğridere köyünden Tire yönüne doğru hareket
ettik.
Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Düzenleyen: MYC
EMEĞİNİZE SAĞLIK.ÇOK HARİKA OLMUŞ. CEMİL SOYDAN
YanıtlaSil