Sayfalar

16 Mart 2016 Çarşamba

ÖZBEK KÖYÜ’NDEN URLA İSKELESİ’NE



SEFERİS’İN SCALA’SI


02 Mart 2016
İbrahim Fidanoğlu
  
siste kömürler;
kökleri yüreğinde güllerdi, yüzünü
küller örterdi her sabah
o yaz, koparıp gölgelerini servilerin, uzaklara gittin.
Yorgo Seferis

Giriş

Bugünkü rotamız, Özbek’ten Urla İskelesi’ne doğru; tabii ki dağdan… İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin (İBB) yakın zamanlarda hayata geçirdiği Efes-Mimas Yolu; Rotamız Yarımada projesi kapsamında işaretlenmiş güzergâhlardan biri var rotamızda. Doğa ile barışık böyle bir projenin İzmir ve çevresinde uygulamaya alınmış olması ne kadar sevindirici olsa da, projenin realize olduğu şu ilk günlerde dahi; hiçbir iyi girişimin değerini bilmeyen “büyük insanlığın” kurşunladığı yol işaret levhaları, projenin sürdürülebilirliği hakkında tüm paydaşlara alarm veriyor. Tabii ki, bu projeye sadece yürütücüleri konumundaki İBB ilgililerinin sahip çıkması yetmiyor. Ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları da olan ve iyi uygulanması durumunda bölgede yaşayanlara da katkı sağlayabilecek böyle bir girişime halkın da sahiplenmesinin koşulları yaratılmalı. Dolayısıyla her yatırımda olduğu gibi sadece yapmak yetmiyor; işletmek ve devamlılığını bir şekilde sağlamak şart.

 
 Urla kırlarında bahar

Özbek; var ya da yok!

Askeriye’nin Ilıksu Kampı’nın bulunduğu koya doğru Özbek’in sahilini oluşturan koylar başlar. Aslında belki de Özbek koylarını Urla İçmeler’den Torasan diye bilinen mevkiden başlatmak daha doğru olabilir. Urla Yarımadası’nın bakmaya kıyılamayacak güzellikteki meneviş rengi koyları, Türkiye’deki 60’lı yıllardan sonra giderek ivme kazanan denizin hemen dibinde sayfiye sahibi olmak tutkusu nedeniyle; bugün denizin tuzunun ve rüzgârın intikam alırcasına çürüttüğü bir beton çöplüğüne dönmüş durumdadır. Bu acınası manzara, Özbek ve koylarını hem kimliksizleştirmiş, hem doğasını alt üst etmiş, hem de orayı bir nevi cehenneme çevirmiştir. Denizin kıyısından itibaren Özbek sahilinin arka dünyasındaki tepelere doğru nüfuz eden bu yazlıkçı istilasının bir başka çirkin yönü de yarattığı mimari ve görsel kirliliktir. Ne yazık ki; Özbek sahilindeki hiçbir yazlık ev, adam gibi planlanıp, insanın baktığında içini ferahlatacak bir mimari standardizasyona da sahip değildir. Sözün kısası, aslında Özbek sahili diye bir yer yoktur.

 
 Özbek köy meydanı

 
Özbek'in yaşlı kara servisinin dibindeki eski mezar taşları

 
Özbek'in kimliksizleştirilmiş Şeyh Ahmet Camisi

 
Tarihi çeşmeden kalan sadece bir kitabe...

 
Çeşmenin yanında keşkek kazanları; bir şeyin habercisi...

Özbek köyünde ise nispeten inşaat canavarı daha ılımlı hareketler içinde faaliyet göstermiş olmalı ki, köyün geçmişine dair birkaç iz, birkaç sivil mimari örneği taş ev bugüne kalabilmiştir. Hiçbir özgün yanı kalmayan Şeyh Ahmet Camisi’nin avlusunda yükselen ve yıldırımlardan yediği darbelerle kolu kanadı kırık, en az 700 yıllık bir kara servinin ve çevresine sıralanmış birkaç mezar taşından kalanlar, bir hamam kalıntısı ve birkaç eski çeşme dışında pek de bir şey yoktur aslında köyde. O servi, aslında yüzlerce yıldır bütün yapılanların tanığıdır; bunu nereden anlıyoruz derseniz eğer; servinin zamana direnen yaşlı gövdesindeki çentiklere bile bakmak yeter.

 
 Her şeyin tanığı yedi yüz yıllık kara servi


Yürüyüş rotası 12,3 km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Yürüyüşün Hikâyesi

Bugün son haftalarda olduğu gibi yine kapalı ve yağmura gebe bir havada yürüdük. Yağmur, her şey bittikten sonra bizi İzmir’e dönüş yolunda yakaladı. O ana kadar her şey, yürüyüş için uygundu. Sabah erken saatlerde ulaştığımız Özbek köyünden Çeşmealtı yönüne döndük. Özbek’i Çeşmealtı’na bağlayan ve yakın zamanlarda asfaltlanmış olan bu yolda yaklaşık 1 km. kadar ilerledikten sonra, “Duman kızı Hatice’nin Hayratı” çeşmesinden sağa doğru bir toprak yola saptık. Kızılçamlar ve zeytinlikler arasından ilerleyen yürüyüşümüzün başlangıcında ilk önce süsenler karşıladı bizi. Yer yer bir koloni şeklinde yoğunlaşan süsenleri geçmiştik ki, mordan kırmızıya rengârenk anemonlar ve arkasından sapsarı bir denizi andıran katırtırnakları dünyasına dalıverdik birden.

 
 Duman kızı Hatice'nin hayratı; kızılçam ormanına girdiğimiz nokta...

İlkin süsenler karşıladı bizi.

 
Kızılçamlar dibindeki süsen kolonisi

 
Anemonların merhabası...

 
ve sapsarı katırtırnakları

Yürüyüş güzergâhı, İBB’nin yürüyüş grupları tarafından düzgün bir şekilde işaretlenmişti. Yol, bizi katırtırnakları ailesinin çiçekleri erken açan bir türünün yamaçlarını sarıya boyadığı sığ bir vadiye taşıdı. Kırbaç gibi saplarıyla dikkat çeken ve katırtırnakları ailesinin Ege Bölgesi’ndeki daha karakteristik olan diğer türü ise henüz tomurcuk halindeydi. Yürüyüş sırasında çevremizde çok sayıda yaşlı zeytin ağacına rastladık.

 
 Katırtırnaklarının sapları kırbaç gibi olan bu türü daha çiçek açmamıştı, ama tormurcuktaydı.

 
Gövdesinin içi boşalmış bir yaşlı zeytin ağacı

 
Gezginler, ormanın içinde...

ve küçük bir dereciği geçtik.

Kızılçamların içinden bir patika aracılığıyla ayrıldık. Yönümüzü Çeşmealtı’na doğru dönmüştük. Daracık bir koridorla ormana bağlanan patika daha sonra genişleyerek bir toprak yola dönüştü. Güzergâhın en kritik noktası burası idi. Eğer işaretleme olmasaydı biz de yönümüzü şaşırabilirdik.

 
 Merhaba gelincik, merhaba...

 
Yürüdüğümüz zeminde taşların renkli damarları

 
Gezginler, İskele yönünde tırmanışta...

 
Karabaş otları ve katırtırnakları

 
Katırtırnakları ve pirenler

 
Beyaz bayır gülleri (Girit ladenleri) de açmıştı.

Tatlı bir meyille yükselen topografya, bir süre sonra güney yönünde bize Kara Urla’sına doğru uzanan geniş bir perspektif sundu. Aşağımızdaki düzlüğe doğru alçalan yamaçlar, sapsarı katırtırnakları, yeni çiçeğe durmuş karabaş otları ve sonbaharda açan çiçekleri üzerinde kurumuş halde yoğun piren kolonileri ile kaplıydı. Bu üçünün sarı, mor ve kahverengi renkleri birbirine karışınca ortaya çıkan, bir renk cümbüşüydü sanki.

 
Gezginler, İskele yolunda...
 
Katırtırnakları adamı çıldırtır.

 
 Kara Urla'sı yönünde ovaya bakış; sanki sapsarı bir deniz...

 
Karabaşların güzelliği

 
Gezginler, yeşil yolda...


Doğanın aranjmanı; pirenler, katırtırnakları, deliceler, bayır gülleri hepsi bir arada...

Üzeri çimenlerle örtülü yeşil bir yoldu yürüdüğümüz. Bazen ortasında basmaya kıyamadığımız mor, beyaz ve sarı renkte çiğdemlerle karşılaştık. Bazen de katırtırnaklarının yanından geçerken, rüzgârla hareketlenen çiçeklerinden yayılan o benzersiz kokular ele geçiriverdi bizi. Bu çizgide tepeye doğru ilerleyen yol, bizi Zeytinliköy Villaları yakınlarından geçen Çeşmealtı yoluna kavuşturdu yeniden. Amacımız elbette asfalt yoldan yürümek değildi. Bu noktada; sitenin hemen üstünden aşağıdaki vadiye doğru inen bir başka toprak yola girdik. Bu yol da kırmızı-beyaz çizgilerle işaretlenmiş bir güzergâhtı ve bizi Urla İskelesi’nin sırtlarına ulaştıracaktı.

 
 Sarı deniz; katırtırnakları

bir tür çiğdem olmalı; üç rengini gördük bugün, beyaz, sarı ve mor...

Basmaya kıyamadığımız yeşil yolun güzelliği

 
Urla İskelesi'nin arka dünyası

Yol kıvrılarak tarımsal alanların da bulunduğu bir düzlüğe doğru alçaldı. Derme çatma bir çiftliğin yakınlarından geçtik. Tarlalarda baklalar çiçekteydi. Amacımız doğu yönündeki Urla İskelesi’ni, bulunduğumuz havzadan ayıran sırtı aşmaktı. Zaten yürümekte olduğumuz yol da bizi o hedefe doğru götürmekteydi. Bir süre sonra sırtı yalayarak Urla İskelesi’ne bakan öbür yüze doğru kıvrıldık. Bu sırtta pembe ve beyaz bayır gülleri, beyaz çiçekleriyle ahlatlar, deliceler ve daha kupkuru haldeki gevenler arasından kendine yol bulan küçük patikaları izleyerek ilerledik.

 
 Kırmızısı, uçuk moru bir arada...

Anemon kolonisi sanki...

Pembe Girit ladenleri

Gezginler, İskele sırtlarında...

Bayır gülleri ve katırtırnakları; İskele sırtlarında bir arada

Amacımız, İskele’ye hâkim bir noktada yemek molası için uygun bir seki bulmaktı. Sırtın arkasına kıvrılınca Urla İskelesi bütün güzelliğiyle ortaya çıkıverdi. Karşımızda Karantina Adası, onu ana karaya bağlayan ve ilk kez Büyük İskender tarafından hayata geçirilen yol, İlkçağ höyüğü Limantepe, İ.Ö. 5-6.yy.lardan kalma Klazomenai’nin zeytinyağı işliği ve 19.yy.da Rumların ağırlıklı olarak yaşadığı sivil mekânlardan bugüne kalan izlerin de (bir ilkokulun bahçesindeki eski bir kilise, Yunan ozanı Seferis’in anneannesinin evi, Batis’in Kahvesi v.b.) yapılar yer aldığı yazlıkçı siteleri hemen hemen hepsi göz alabildiğine önümüzde uzanmaktaydı.

 
 Sırttan Urla İskelesi'ne bakış; hava puslu, daha ileride Karantina Adası

Gezginlerin  İskele sırtlarında yemek molası

İskele, çiriş otlarının ardında...

Urla İskelesi açıklarında adalar; Eşek de var, Tavşan da; hatta Yassıca Ada...

Zeytin ağaçlarının bulunduğu düzlükte yemek molası için konuşlandık. Havadaki yoğun sis, görüş kalitesini düşürse de yine de İskele ve deniz etkileyiciydi. Aşağılardan üzerinde bulunduğumuz tepenin eteklerine doğru yaklaşan “İnşaat ya Resulallah” hazretlerinin hummalı inşaat faaliyetlerinin sesleri bize kadar ulaşmaktaydı. Havadaki katırtırnaklarının hafif bir esansı andıran kokusu, zaman zaman rüzgârla kıpırdanan deniz ve puslar ardında kaybolan İzmir hayali eşliğinde yemeğimizi yedik. Ne inşaat, ne radyodaki haber; hiçbir şey Urla İskelesi’ne nazır bir tepede asla keyfimizi bozamazdı. Öyle de oldu.

 
 Ahlatlar çiçekte; ha açtı ha açacak...

 
Urla orkidesi

 
Gevenlerin diplerindeki utangaç orkidelere vurulduk doğrusu...

Dönüş yolunda İskele'ye son bakış

Mola sonrası, ahlat ağaçları, bayır gülleri, katırtırnakları, gevenler ve onların diplerine sinmiş utangaç orkidelerle kaplı arkamızdaki sırta doğru yürüdük. Keçilerin açtığı patika geçişleri rehberimizdi yine. İskele-Çeşmealtı geçişinin tam üstüne denk gelen bir konumdaki tepenin en üst noktasına tırmandığımızda taşlarla çevrilmiş ve ağıl olarak kullanıldığını düşündüğümüz tanımlı alanlarla karşılaştık. Tepede lodos daha hissedilir bir düzeydeydi. Bu da bize yaklaşan yağmuru haber vermekteydi. Sırtın batı yüzüne doğru inişe geçtik.

 
 Tepedeki ağıllar

 
Gezginler, tepede ağıllar bölgesinde; arkalarında Urla İskelesi

 
Tepedeyiz; taş ağılların bulunduğu bölgeden Kara Urla'sı yönüne bakış; arkadaki tepe, şehitliğin bulunduğu Yıldıztepe...

 
Bu orkideyi de koymazsak olmazdı; çünkü çok güzel...

Tepeden batı yönünde aşağı indik ve daha sonra Zeytinliköy Evleri’nin arkasından yürüyerek Özbek-Çeşmealtı asfaltına ulaştık. Bu nokta İskele’ye doğru yürürken izlediğimiz güzergâha kavuştuğumuz yerdi. Bundan sonrasını zaten anlatmıştık. Ama anlatılacak bir Scala vardı daha…

 
 Urla İskelesi; Rıhtım
2006 Aralık

Seferis’in Scala’sı; 20.yy.başlarında Urla İskelesi

O yıllarda Yunanistan’ın Ankara Büyükelçiliği’nde diplomat olarak görevli olan Yorgo Seferis, 1950 yılının bir Temmuz günü İzmir’e gelir. Ertesi günü; bir gece kaldığı İzmir’den, Anadolu’yu terk ettikleri 1914 (ne yazık ki yine 1914…İF) yılına dek çocukluğunda yazlarını geçirdiği Urla İskelesi’ne doğru günü birlik bir yolculuğa çıkar. Aslında bu yolculuk, onun en değerli çocukluk hatıralarına ve bir sürgüne gidercesine ayrıldıkları 1914 yılındaki hüzünlü günlere yapılan kelimenin tam anlamıyla nostaljik bir seyahattir. Nobel ödüllü büyük şair, daha sonraki yıllarda kendisi için ayrı bir önemi olan bu ziyaretin de içinde bulunduğu gezi günlüklerini kitaplaştırır. Anlatılanlar o günlere dairdir.

 
Yorgo Seferis-1955 (7)

Sto perigiali to krifo

saklı ve güvercin gibi
beyaz sahilde
öğlen susamışız
ama su tuzlumsu

sarışın kumun üzerinde
onun ismini yazmışız
rüzgar ne güzel esmiş
ama yazı silinmiş

hangi kalple hangi nefesle
hangi isteklerle ve hangi tutkuyla
hayatımızı yaşamışız? yanlış!
ve hayatımızı değiştirmişiz
Şiir: Yorgo Seferis; Müzik: Mikis Theodarakis

Seferis'in sözleri, Theodarakis'in müziği ve Grigoris Bithikotsis'in sesi; Sto perigiali to krifo 
(Youtube'dan alınmıştır.)
 
Urla İskelesi’nde o sıcak Temmuz gününde karşılaştıkları eski bir tanıdık, Seferis’in ailesi hakkında şunları anlatır:

“Yorgakis Tenekides (dedesi), Urla’nın ileri gelen insanlarından biriydi. Naksos Adası kökenliydiler. Kızı Despo, hukukçu Stelios Seferiadis ile evliydi. Yorgo’dan başka, İonna adında bir kızları ve Angelos isminde bir oğulları daha vardı. Yorgo en büyük, İonna ortanca, Angelos da en küçük olandı hatırladığım kadarıyla... Kışın İzmir’de oturduklarından, daha çok yazları görürdüm onları Scala’da. Rıhtımdaki bu evde geçirirlerdi yazı. Despo’nun annesinin oturduğu ev de onlarınkiyle aynı sırada, bir bina ötedekidir. “L” biçimli rıhtımın bu kenarında, birbirine bitişik olarak inşa edilmiş yapıların çıkmaları, sütunları tam kıyının sonlandığı yere oturtulmuş kemerler üzerinde dururdu: rıhtım sokağın üstünü örterlerdi. Sokağın sonundaki Batis’in Kahvehanesi’ne ait son kemer gözünden bakıldığında, diğer uca doğru küçülerek uzanan bir kemer dizisi görürdük. Kayıklardan bazıları onların ayaklarına bağlanırdı. Rıhtımı içine alarak denizle bütünleşmiş evlerdi onlar. Pencereden bakan, kendini deniz ve liman manzarasının içinde buluverirdi. Manzara istese de istemese de içine alırdı insanı. Deniz ve adalar evlerin içinde yer alırdı adeta. Despo’nun çocukları buradaki kemerli rıhtım sokakta oynardı. Bazen kayıkların üzerinde de görürdüm onları Batis’in Kahvehanesi’nde otururken. Ah! O eski günler. Şu anda evinin önünde duran, ya Angelos ya da Yorgo olmalı”(1)

 
 Seferis-1904

 
Seferis-1917

 
 Seferis-1963

İskele kıyısındaki evlere doğru yapılan bir keşif anında Seferis’in kendi evini buluşu ve Alt kattaki pencerelerin camları kırık, demir kapı fena halde paslanmış. Anlaşılan bizim zamanımızdan sonra boyanmamış. Üst kattaki pancurlar çürümüş, hiçbir zaman kapatılmadıklarını sanırsın. Duvarlar cüzzamlı gibi” şeklinde hayıflanışı…

 
 Seferis, İskele'deki evlerinin önünde-1950 Temmuzu

1914’de Urla’yı terk ederlerken evin anahtarını eve göz kulak olmaları için Rum komşularına bırakırlar. Sonra komşuları da Yunanistan’a göç eder ve 1934 yılında anahtar Seferis’e ulaşır.

“Körleşmiş pencereler. Eli teyzenin balkonlarını tutan demirler, geometrik bir şekilde boşluğa çıkışı gösteriyor. Sürekli olarak her şeyin korkunç daraldığını hissediyorum. Koko Amca’nın salonu, o zamandan kalma vişne rengine boyanmış sıralanmış tuğlalarıyla duruyor. Parmaklıklı kapının yerine, eski zamanlardan kalma, büyük ön cephe kapısını takmışlar, kapı kanadından tanıdım. Bizim evden arka binalar kalmış, burada da her taraf kapalı, on yaşında malayla bir duvara kazıdığım ismimin baş harflerini bulamadım.”(2)

Seferis ailesi, kışları İzmir’de geçirmekteydi. Annesi Urlalı olduğundan dolayı olsa gerek, yaz aylarında anneannesinin yaşadığı Urla İskelesi’ne gelinirdi. Anneannesinin evi Seferis’lerin evleriyle sırt sırta bir konumdaydı. Bugün büyükannenin evinden kalan yıkıntılar, İskele Meydanı’ndan Pazar yerine doğru çıkan yol üzerinde bir bahçe duvarının ardında yer alıyor.

 
İskele Rıhtımı'ndaki  Batis'in Kahvesi; 1900 yılına ait bir kartpostal; şimdi burası bir butik otel halinde...

Sahilde yer alan bir park, parktaki okaliptüs ağaçlarının canlılığı, havuzlar ve havuzlardaki balıklar o günlerden kalan hatıralar gibi; ama ziyaret anında hala yaşamaktalar. Seferis, 1950’de hala varlığını koruyan “oktagulari” adında sekizgen bir yapıdan söz ediyor ve devamını şöyle getiriyor:

“Bu yapının adını “oktagulari” koymuşlardı. Sanırım Fransızca veya İtalyancadan gelme. Yapı sekizgen biçiminde, geçen yüzyılın sonlarından kalma bir tarzda, yazlık tipinde iki katlı bir kule, her katta tek kemer, genellikle kimse oturmazdı. Çok resmi bir yer olmuşa benziyor. Demir merdivenler kalkmış, pencereler örülmüş ve giriş kapısının üstüne hilalli bir levha asılmış. Çok küçükken ilk kez orada, büyükbabamın yelkenlisinden kalma bir deniz pusulası görmüştüm. Bu denizcilik aletinin benim için çok büyüleyici bir çekiciliği vardı, sanki simya aletiydi. Onu o kadar büyük bir ısrarla inceliyordum ki sonunda dağıldı”(3)

İskele Rıhtımı-1920

1950 yazında İskele kıyısında dolaştıkları park, Seferis’in anneannesinin evinin ön bahçesi konumundaymış. Bahçede bir eşeğin çevirdiği dolaplı bir kuyu varmış.

1950’de kuyunun yanına ulaşan Seferis’in günlüklerine düştüğü notlar şöyle:

“Hayret. Bu kuyudan hala su çıkıyor. Ona gölge tutan dut ağacı da yaşıyor, fakat ondan ötesi felaket: ne bağlar kalmış, ne zeytin ağaçları, ne narlar, ne de incirler. Çorak bir yöre… Asıl en büyük eksiklik sağ tarafta: Yaşlı çınar sizlere ömür. Öğleden sonraları serçe cıvıltılarıyla ortalığı birbirine katan o koca ağaç”(4)

1950’de yeniden gördüğü dolaplı kuyu, bugün Deniz Bilimleri Enstitüsü’nün binaları arasında yer alıyor. Oktagulari binası ise yıkılmış artık; okaliptüsler ise hala zamana direniyor.

 
 Seferis'in evinin de bulunduğu Rıhtım Sokağı-Temmuz 1950

Seferis’in ziyareti sırasında üzerinde durduğu yapılardan biri de İskele’de şimdi bir ilkokulun bahçesinde yer alan eski kilise… Aziz Nikolas Kilisesi, bugün harap vaziyette ve okulun eski sıralarının konduğu bir depo görünümünde. Çatısı ise çöktü çökecek. Kilisenin yapımında Seferis’e göre anneannesi Evanthia Tenekidis’in de katkısı olmuş. Seferis, bu yapı ile ilgili olarak günlüklerinde şunları aktarıyor:

“Kilisemiz; Aziz Nikolas Kilisesi okul olmuş. Her 15 Ağustos günü annemin orayı ziyaret edişini görür gibi oluyorum; kucakladığı Meryemana’nın ikonasıyla…”(5)

 
 Seferis, İonna, Angelos, Kayıkçı Stephanis Simionis ve oğulları-Batis'in Kahvesi-1907

Urla İskelesi, 20.yy.ın başlarında İzmir Limanı’na yardımcı bir işlev üstlenen önemli bir konumdaydı. Limanın ve Urla İskelesi’nin o yıllardaki hareketliliği, Seferis’in günlüklerinde şu şekilde anlatılıyor:

Bizim zamanımızda küçük ama hareketli bir limandı Scala. O zamanlar ahşap iskeleye her gün vapur yanaşırdı. İzmir’den hareket eden ve “Hamidiye” olarak bilinen İzmir Körfezi Şirketi’ne ait olan bu vapurlar, bir yandan Karaburun’a bir yandan da Scala’ya sefer yapardı. Bunlardan bazıları çift pervaneli, yani çarklıydı. Vapurlar dışında Scala Limanı’na, haftada bir – iki kez uğrayarak burayı hareketlendiren şilepler vardı. Ağustos – Ocak ayları arasında, hatta çoğu kez daha sonraya kadar devam eden kuru üzüm ihracat döneminde, buraya gelen gemilere kuru üzüm yüklenirdi. Açıkta demirleyen Hollanda ve Alman şileplerine, mavna ve kayıklarla yükleme yapılırdı.

Üzüm ihracatı döneminde Scala’da kuru üzüm imalatı ve Avrupa’ya ihracata uygun ambalajlama yapan beş – altı fabrika, özellikle büyük furyalarda gece – gündüz çalışırlardı. Bu aylarda Scala’nın yolları, çuval yığınları ve üzerlerinde firma markası, ürün cinsi ve niteliği basılı kasa kümeleriyle ve coşkulu insanlarla dolardı. Rıhtımda ve iç tarafta bulunan kahvehaneler, tavernalar, lokantalar da bu mevsimde yoğun olarak çalışır ve büyük kalabalığa hizmet verirdi”(6)

 
Seferis, İonna ve Kayıkçı Stephanis Simionis'in Oğlu-1907

Seferis ve yanındakiler, Urla İskelesi’ndeki dolaşmalarını tamamladıktan sonra bir jiple Kara Urla’sına doğru hareket ederler. Urla Meydanı’ndaki kahvehanelerden birinde içilen kahvelerden sonra orada bulunan karantina bekçisinin yardımıyla Aziz Yannis Adası’na ya da şimdiki bildiğimiz ismiyle Karantina Adası’na giderler. Burada denize girip, Klazomenai Antik Kenti’ndeki Roma dönemi kalıntılarını dolaşırlar. Kendilerine bir tünelden söz edilir. Seferis, ayazma adı verilen bu tüneli görünce onun bir incir ağacının altında yer alan Küçük Paraksimon Kilisesi olduğunu ve rivayete göre tünelin Urla’daki mucizeler yaratan Meryem Ana’ya çıktığına inanıldığını belirtir ve daha sonra mağaraya inerek kayalara oyulmuş küçük kemerleri ve mumlardan kararmış bir sunak taşını yeniden görür.

Bu onların 1950 yazında Urla’ya yaptıkları günü birlik seyahatin sonu anlamına gelmektedir.

Ama 1950 yazının tam ortasında sıcak bir Temmuz günü Urla İskelesi’nde yaşanan baştan aşağı hüzündür.

 
 İzmir Limanı'ndan Ayrılış-1894

Theodarakis’in müziği ile bezenen Dimitris Christodoulou’nun O Kaimos yani Hüzün isimli şarkı sözleri bu anı anlatır sanki:

“Deniz yalısı uzun
Dalgalar yüksek
Hüzün büyük
Günah acı”

Elveda Scala

Dipnotlar
(1)       Yorgo Seferis (Yunanca’dan Çeviren: Gülgün Aksoy Ayvalis), Anadolu, Günlük 1948–50, Kapadokya Kaya Manastırlarında Üç Gün; Kültür Bakanlığı, Ulusal Kitap Merkezi, Seferis Yılı, İkaros Yayınevi, Eylül 2000, sayfa:122
(2)      Yorgo Seferis; a.g.e.;sayfa: 124
(3)      Yorgo Seferis; a.g.e.;sayfa: 124
(4)     Yorgo Seferis; a.g.e.;sayfa: 124
(5)      Yorgo Seferis; a.g.e.;sayfa: 124
(6)     Kökleri ile Urla İskelesi’ne sarılmış bir ulu ağaç: Giorgos Sepheriades; Ayla Savaş Bakır; makale için bkz. http://www.klazomeniaka.com/200-GIORGOS-SEPHERIADES.htm
(7)      Seferis fotoğrafları için bkz. http://www.klazomeniaka.com/200-GIORGOS-SEPHERIADES.htm
(8)     Fotoğraflar, belirtilenler dışında gezi sırasında İF tarafından çekilmiştir.



Yazan : İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

Bumerang - Yazarkafe

4 yorum:

  1. elinize sağlık. büyük kentten kurtulup, yaşamayı planladığım yerlere ilişkin gitmeden, görmeden, gezmeden bilgi edinmeye çalışıyorum. bu amaçla internette çok geziniyor, çok okuyorum. ama ilk kez böylesi bir yazıya rastladım. özbek köyü, urla, seferis... ne çok ve ne güzel öğrendim. elinize sağlık yeniden.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlginize çok teşekkürler... Bu geri bildirimler, bizi daha çok teşvik ediyor benzer yazıları yazmaya. Amacımız hem gezginliğin keyfini çıkarmak, hem de araştırmalarımızı, öğrendiklerimizi ve gördüklerimizi bizi izleyenlerle paylaşmak... Tabii ki belli bir kalite ve standardizasyon anlayışı çerçevesinde. Umarız bu yolda belli bir mesafe kat etmişizdir. Size de şehirden kaçış planlarınızda başarılar dileriz. Bloğumuza olan ilginizin sürekliliği dileğiyle...İF

      Sil
    2. Sayın İlgili emeğe saygım sonsuzç UKK Tarihçalışması yapmaktayım yazı ve görsellerinizi kaynak göstererek kullanmak istiyorum göndere bilirseniz ortak gönüllü bir çalışmaya katkıda bulunmuş olacaksınız Teşekkürler Sevil irengü mailim. tema.istanbul@gmail.com

      Sil
    3. Bloğumuza göstermiş olduğunuz ilginiz nedeniyle teşekkürler... Tabii ki bilgiyi paylaşmaktan yanayız. Ancak çalışmamızın niteliğini ve yazımızdaki ilginizi çeken bölüm ya da fotoğrafları blog ekranının altında yer alan e-mail adresine iletirseniz bizi yönlendirmiş ve yardımcı olmuş olursunuz. Bilgilerinize. İF

      Sil