Sayfalar

21 Nisan 2019 Pazar

YUKARI KIZILCA’DA; GÖLETLER CİVARINDA…


ORKİDELER ve KİRAZLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN
20 Mart 2019
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Pırıl pırıl bir havada, Kemalpaşa-Yukarı Kızılca köyü yakınlarında bulunan iki sulama göletinin civarında yürüdük bugün. Parlayan bir güneş, zaman zaman kuzeyli rüzgârların hafif esintisi altında geçti günümüz. İzmir’in bir başka cennet yakası Kemalpaşa’da doğa bize en güzel çiçeklerini sundu yine. Bu kez yanımızda bize yoldaşlık eden başka can dostlarımız da vardı. Pamuk ve Fındık isimli sevimli köpekler, gün boyu Yukarı Kızılca vadilerinde dolaşırken bir an bile yanımızdan ayrılmadılar. Doğanın uyanışı ile tüm canlıları kaplayan yaşama sevinci onları da ele geçirmişti bir anlamda. Buz gibi sularıyla akan derelerin içine girdik çıktık; dirildi bedenimiz. Buna karşılık son yağmurlarla sınırlarını zorlayan göletin kıyısında ise daha yeni başlayan bir kirlenme sürecinin işaretleri vardı; piknik artıkları, bira şişeleri, plastik kaplar, naylon torbalar v.s. İyi ile kötünün savaşımı her alanda sürmekteydi velhasıl…

Yukarı Kızılca Göleti

 
Dağa Kaçtım gezginlerinden Aybey, can dostları Pamuk ve Fındık ile...
(Fotoğraf: MYC)

 
Dağa Kaçtım gezginleri, Yukarı Kızılca Göleti kıyısında...
(Fotoğraf: Otomatik Çekim) 


(Google Earth'de çizilmiştir. Çizen:MYC)

Yukarı Kızılca

Yukarı Kızılca, eski Kemalpaşa-Kasaba (şimdiki Turgutlu) karayolu üzerinde yer alan bir dizi eski yerleşimden birisi olarak öne çıkıyor. Turgutlu asfaltından ayrılan sapaktan sonra, nispeten tatlı bir meyille yükselen bir rotada; önce Aşağı Kızılca Köyü’ne, daha sonra da Yukarı Kızılca Köyü’ne ulaşılıyor. Adından anlaşıldığı üzere Alevi Türkmenlerin Batı Anadolu’ya yönelen göçleri esnasında gelip yerleştikleri yerlerden biri Yukarı Kızılca… Köyün yukarılarına doğru ortasından akan derenin güneydoğu yakasında; sık serviler arasında kaybolmuş Tufan Dede Türbesi, 13.yy.da bu topraklara gelen Hamza Baba’nın(1) yanındaki halk önderlerinden birisine işaret etmektedir aslında. Bizans’ın bölgedeki hâkimiyetinin zayıflatılması sürecinde; askeri başarıların öncesinde halkın güvenini ve sevgisini kazanan, Anadolu’nun bu alt-üst oluş dönemlerinde yerli halka tükenmiş eski yönetimlerin çürümüşlüklerini göstererek, onların nezdinde bir yumuşak güç işlevi gören; halkı yumuşatan ve bu şekilde Batı Anadolu’daki Bizans sonrası yeni egemenlik koşullarını yaratan kolonizatör dervişlerdir onlar.

 Yukarı Kızılca'da ikiz konaklar
(Haziran 2014)

Yukarı Kızılca'da eski bir Rum evi
(Nisan 2013)

Yukarı Kızılca sokaklarından biri
(Nisan 2013)

Yukarı Kızılca; Mahmut Dağı, hemen onun altındaki kireç taşından dev kaya kütlesi Akkaya ve güneyindeki Kuşça Tepeleri arasında yer alan, merkezindeki cihannüması, duvarlarındaki güvercin yuvaları ve merdivenli girişindeki duvara gömülü bitki ve cami desenlerinin yer aldığı mermer panosu ile dikkat çeken Hacı Halil Ağa Camisi, arka sokaklara sıkışmış Osmanlı Dönemine ait kırık dökük bir eski hamam yapısı ve 19.yy. Rum mimarisinin izlerini taşıyan günümüze ulaşabilmiş birkaç güzide konak eskisini de barındıran eski bir belde. Eski belde diyoruz; çünkü son yıllarda siyasi iktidarların pek sık başvurduğu Ali Cengiz oyunları sonucunda, yaklaşık 4000 kişinin yaşadığı bu köy irisi kasaba da artık Armutlu, Parsa (Bağyurdu), Ören gibi Kemalpaşa’nın birer mahallesine dönüştürülmüş durumda…

 
Yukarı Kızılca, karlar altında; arkada Hacı Halil Ağa Camisi
(Ocak 2015)

  
Yukarı Kızılca'da Hacı Halil Ağa Camisi'nin girişi
(Şubat 2011)

Hacı Halil Ağa Camisi'nin duvarına gömülü; bir zamanlar şadırvanında kullanılmış mermer pano
(Şubat 2011)

Bugünkü gündemimiz, bu küçük kasabanın çevresindeki kırlarda dolaşırken, sulama göletlerinin kıyısı boyunca yürürken doğanın bize sunduğu güzelliklerden bahsetmek; bu planla yola çıkıyoruz yine, ama her zamanki gibi dağlarda ve ovalarda sürprizler bizleri bekler.

 
Gezginler, yol arkadaşlarıyla beraber yola çıkma hazırlığında...

 
Ahlata aşılanmış armut çiçekleri

  
Pamuk; gölet yolunda...

 
Papatyalar

Yürüyüşün hikâyesi; Yukarı Kızılca Göleti’ne doğru…

Sabah çok da erken olmayan bir vakitte Bornova’dan Kemalpaşa’ya doğru hareket ettik. Saat 9 civarıydı. Gün boyu hava sıcaklığı 20 derece civarında seyretti. Önce Kemalpaşa’dan Örnekköy üzerinden Yukarı Kızılca kavşağına, oradan da Mahmut Dağı’na doğru saparak dağın eteklerinde yürümeyi hedeflediğimiz alçak sırtlara ulaştık. Saat 10.30 gibi Mahmut Dağı yönünde tali bir asfalt yolu takip ederek, tatlı bir meyille bir sırta doğru yürümeye başladık. Önce çevremizde yer alan kır evleri, korunaklı siteler arasından geçtik. Belli bir miktar yükseldikten sonra batı yönünde, içinde göletin de yer aldığı vadi belirdi. Vadiye doğru alçalan yamaçlarda ahlata aşılanmış armutlar, biraz ilerde; kiraz bahçelerinde ise, kiraz ağaçları çiçeğe durmuşlardı. Yolun zaman zaman çevredeki bahçe aralarına doğru ilerleyen birkaç kola ayrıldığı üç yol ağızlarından geçtik. Sırta doğru kızılçamlar başladı. Güneyimizde yer alan ve Mahmut Dağı’nın eteklerine doğru bir alçalan bir yükselen topografya, baharın renklerine boyanmıştı. Pamuk ile Fındık’ın çevrelerindeki her türlü sese ve harekete duyarlı; bitmek tükenmek bilmeyen enerjileri başımızı döndürmüştü sanki.

 
Bulunduğumuz sırttan Kemalpaşa Ovası'na bakış

  
Kiraz ağaçları tomurcukta...

Kirazlar çiçek açarken

  
Sırtlarda kiraz bahçeleri

Bir süre sonra takip ettiğimiz patika, batıya doğru kıvrıldı. Kuzey yönümüzde gölet vadisi, arkasında Kemalpaşa Organize Sanayi Bölgesi’nin yer aldığı düzlükler ve en arkada ise Spil Dağı’nın heybetli silüeti seçilmekteydi. Gölete doğru alçalan ve bembeyaz papatyalarla kaplı bir yamaçtan aşağıya doğru inmeye başladık. Bir süre sonra yürüdüğümüz vadi yamacı, kızılçamların arasından ilerleyen sevimli bir patikaya taşıdı bizi. Ormanın içinde bir zamanlar yaşanmış hayatlara dair anıların gömülü olduğu yıkık kulübelere rastladık. Çevremizdeki orkide çeşitliliği ise dikkate değerdi. Koloniler şeklinde, ama belli bölgelerde farklı renklerde orkidelerin yoğunlaştığı geçişler vardı. Sarılar, morlar, pembeler ve siyahlar; orkide çiçeklerine her türlü böceği çeken bir cazibenin merkezinde yer almaktaydılar.

 
Bembeyaz papatyalarla kaplıydı sırt.

 
Önde Fındık, arkada kızılçamlar ve Nif Dağı

 
Nif Dağı ve Savanda Tepesi; Karabel geçidine doğru...

 
Ahlata aşılanmış bir armut ağacı ve gezginler

 
Ahlat çiçekleri

 
Ayna orkideleri (ophrys lutea)


 
Arı orkideleri (ophrys reinholdii)

 
Arı orkideleri (ophrys reinholdii)

Sık kızılçamlar, pırnar meşeleri ve kesmik çalıları arasından ilerleyerek gölete doğru akan bir dizi dere yatağına ulaştık; birini geçsek, diğerine takılarak… Ayakkabılarla suyu geçmek neredeyse imkânsızdı; tek çare yalınayak buz gibi suyun içine dalmaktı. Biz de öyle yaptık. Gölet, son yağışlarla bu yıl sınırlarını zorlamış, dere yatakları ile kaynaşarak sırtlara doğru yürümüştü sanki. Henüz yapraklanmamış ağaç dallarının suya vuran yansımaları, yüzeyde görülmeye değer manzaralar oluşturuyordu.

 
Kızılçamlar içinden yürüdük.

 
Kızılçamlar arasında fotoğraf oyunları
(Fotoğraf: MYC)

 
Orman içinde eski bir yaşamdan geriye kalan...

 
Ağaç dallarında yosunlar

 
Dere kıyısında ışık oyunları 

 
Gezginler, dereyi geçerken...

 
Bir başka dereyi böyle geçtik. 
(Fotoğraf: MYC)

Çıplak ayaklarla sudan geçişimiz, içimizi ürpertse de hepimize iyi gelmişti. Mahmut Dağı’ndan gelen irili ufaklı bir sürü dereciğin beslediği gölet sulama amaçlı yapılmıştı. İki yıldır su tutan göletin içinde ve çevresinde yeni bir habitat oluşmaktaydı. Tabii ki insanoğlunun izin verdiği ölçüde… Suyun içinde kalmış ağaç gövdeleri, buraları yaşam mekânı bellemiş su kuşları, baharın coşkusu ile birbirine kur yapan ördekler, kıyıdaki sığ sularda dinmek bilmeyen bir enerjiyle sürekli şarkı söyleyen kurbağalar, dereciklerin gölete kavuştuğu noktalarda hayata uyanmış; onların kuyruklu yavruları; iribaşlar hepsi göletin kıyısında canlanan yeni yaşamın birer delili gibiydiler.

 
Gölete inerken... 
(Fotoğraf: MYC)

  
Göletin sınırlarında...

 
Yukarı Kızılca Göleti

 
Göleti besleyen büyük derelerden biri 

 
Yemek hazırlığı sürüyor; Fındık yemeği beklerken...

 
Gölet kıyısında; yemek mekanımız...

  
Can dostlarla yemeğimizi paylaştığımız an
(Fotoğraf: MYC)


Öğle yemeğimizi gölete bakan bir düzlükte; Fındık ve Pamuk’la paylaştık. Bizimle birlikte anı paylaşmanın keyfi onlara da iyi gelmişti. Göl kıyısında suyun içinde kalmış bir çam ağacı, suyun üstüne doğru eğilen kocaman dallarıyla yemek boyunca bize eşsiz bir manzara sundu. Doğanın kucağında; mutlu olmak adına daha ne isteyebilirdik ki…

 
Yukarı Kızılca Göleti hatırası; tüm ekip beraber...
(Fotoğraf: Otomatik Çekim)

Yemeğimize eşlik eden manzara; suyun içinde kalmış bir yaşlı kızılçam

İrislere bir örnek...

 
 İris çiçeği ya da süsen (halk arasında keklik çiğdemi olarak da anılmaktadır)

Sulama barajının bendi ve savak

Nektarin çiçekleri; Aybey'in bahçesinden...

 
Sırtlara doğru ahlat-armut ikilemi

 
Bükler yapan suyun karaya doğru sokuluşu

 
Çiriş otları

 
Pembe orkideler 
 
 
Gezginin fotoğraf merakı

Yemek sonrasında göletin çevresinden derenin önünü kesen bende doğru yürüdük. Su, savaktan usul usul bendin arkasındaki dere yatağına boşalıyordu. Hemen yakınlarında ise bir hayvan çiftliği vardı. Gölet, bu bölgenin topografyasını oldukça değiştirmişti. Eski orman yolları ve patikalar, suyun önünü kestiği noktalarda çıkmaz sokaklara dönüşmüş, göletin ortasında kalmış dev çam ağaçları suyun üstünde kalan kısımlarıyla kısa boylu çalılara benzemişlerdi sanki. Su, yer yer bükler yaparak sel yatakları boyunca kızılçamlarla kaplı yamaçların içlerine doğru sokulmuştu. Buraların güzelliği ise bambaşkaydı doğrusu… Özellikle bu kuytu köşeler, hayvanlar için birer yaşam mekânına dönüşmüştü. Her ne kadar yapay bir göl olsa da, suyla bitki örtüsünün bir araya gelişinden, tahmin edilmez güzellikler çıkmıştı ortaya.

  
Arap sümbülleri

 
Ahlat çiçekleri

Gezginler, yürürken...

Göletten ayrıldıktan sonra batı yönünde yürüdüğümüz patika

Turp otu çiçekleri

Sırtı aştıktan sonra Nif Dağı'na bakan bu düzlüğe ulaştık.

 
Aynı bölgeden bir başka görünüm; arkada Spil'in silueti...

 
Sarı hindiba çiçekleri ve beyaz papatyalar bir arada...

Bir süre sonra kızılçamlarla kaplı bir sırttan ve göletin batı yakasından yukarılara doğru tırmanmaya başladık. Yolumuza Arap sümbülleri, irisler çıktı; turp otları da çiçekteydi artık. Bu artık yeme zamanlarının geçmekte olduğu anlamına da gelmekteydi. Sapsarı hardal çiçeklerinin henüz tomurcukta (tefek) olanlarından kopara kopara yedik yol boyunca; keskin baharlı tatları içimizi kapladı. Çalılar arasında bize göz kırpan sarmaşıklar ve kuşkonmazlar, yaban soğanları, hardal tefekleri, tazecik arapsaçı demetleri akşam için lezzetli bir ot kavurması yemeğinin kırdaki habercileri gibiydiler.

 
Cezayir menekşeleri

 Pamuk topağı gibi kiraz çiçekleri

 
Çoban zurnası ya da valeriana
(Kaynak: Hasan Doğan)

 
Üstü örtülmüş bir kuyu

 
Kırsalda yaşam izleri

Defineci marifeti mi; bir garip çukur?

Kızılçamlarla kaplı bir ormanın içinden geçen bir başka sevimli patika, bizi sırtın öte yüzüne taşıdı. Karşımızda Nif Dağı’nın bir parçası olan Savanda Tepesi, onun önünde geniş bahçeler ve bahçeler arasında uzayıp giden yollar vardı. Bulunduğumuz düzlemde ise bir kuyu, eski zamanlardan kalma temel izleri ve taş yığınlarından oluşan yıkıntılar dikkat çekiciydi. Bir süre bunların çevresinde dolaştık. Tam o sırada ilerideki çalılıkların içinden sesler duyduk; önce bir hayvan sandık, ama o yöne doğru seslenince, bizim gibi sarmaşık toplayan bir köylü olduğunu anladık.


 
 Bahçe aralarında...
 
 
Çiriş otlarının ardında Nif'in silueti
 
Bahçelere doğru aştığımız küçük derecik

Cevizlerin uyanışı

Çınarların kızıl tomurcukları

 Derelerin karıştığı yer

Bir süre sonra bulunduğumuz sırttan aşağıdaki bahçelere doğru indik. Bahçe sınırları boyunca devam eden bir toprak yola ulaşmak için bir dere yatağını geçtik. Deredeki su oldukça fazlaydı. Bahçe çitlerinin kıyısında mor renkli Cezayir menekşeleri daha yeni açmıştı. Bu bölgede bir koloni oluşturacak kadar da yoğundular. Dere yataklarının kıyısındaki çınar ağaçları ise uyanmak üzereydi. Kırmızıya çalan tonlarıyla kadife yumuşaklığındaki tomurcukları son derece dikkat çekiciydiler. Tabii ki fotoğrafladık. Bir süre sonra yönümüzü yeniden güneye doğru çevirdik. Bulunduğumuz düzlükte birkaç derecik bir araya gelerek, gölete doğru akmaya devam ediyordu. Bunlardan birinin kıyısında bir süre oturduk. O sırada Kurudere (Nazarköy) köyünden olduklarını söyleyen bir köylü çift, sarmaşık toplayarak yanımızdan geçip gittiler. Bu aylarda dağlardan toplanan her türlü ot, insanlar için hem besin, hem de bir tür ek geçim kaynağı anlamına gelmekteydi. Bu da doğanın insanlara sunduğu bir başka armağandı aslında.

 
Tavşan topuğu; bir tür orkide...

  
Yeniden gölet kıyısında...

 
Büklerde hayat

Yukarı Kızılca Göleti

Dere yataklarından uzaklaşarak kızılçamlarla kaplı güneydeki bir sırta doğru tırmandık. Çam ağaçları arasından bulduğumuz bir patika bir süre sonra bizi yeniden Yukarı Kızılca Göleti’nin kıyısına yakın bir konuma ulaştırdı. Bükler yaparak karanın içine doğru nüfuz eden göletin kıyı çizgisini takip ederek suyun içinde kaybolmuş bir patikanın başına ulaştık. Bu patikayı takip ederek yürüyüşe ilk başladığımız asfalt yol düzlemine ulaşabilecektik. Asfalt yola doğru, bizi kötü bir sürpriz beklemekteydi. Ortalık; buralara arabayla ulaşabilenlerin bıraktıkları her türlü atıkla doluydu. Bunların içinde bira ya da meyve suyu ambalajları, plastik yemek kapları, sigara kutuları, naylon torbalar, yakınlardaki inşaatların moloz döküntüleri; her şey ve her türlü atık malzeme vardı. Görüntü, gün boyunca depoladığımız pozitif enerjimizi bir anda yok edecek düzeydeydi.

  
Kızılçamlar arasında inşaat atıkları; molozlar

 
Güzellikler arasından giderken ansızın karşımıza çıktılar; piknikçilerin bıraktıkları...

 
Ormanın içinde, gölet manzaralı bir öbek plastik şişe...

 
Başka  bir atık yığını; inanılmaz hoyratlık.

 
Gezginin çaresizliği

Bu pislikleri acımadan buralara bırakanların, doğadaki bildiğimiz canlı türlerinden daha farklı yapıda yaratıklar olduğunu düşündük. İnsan olan ve bunun bilincinde olan birisi, bir bileşeni olduğu doğaya karşı bu davranışı asla yapmazdı. Çünkü en azından aklı, ona bunu yapmaya izin vermezdi. Ama ne yazık ki; bunlar, dünü ve geleceği olmayan, sahip oldukları en önemli yetileri; akıllarını dahi kullanmaktan aciz birer yaratık idiler. TV'lerde dönüp duran bütün kamu spotları ve gösterişli kampanyalar birer palavradan ibaretti. Tüketim toplumu haline getirilmemizin hazin sonuydu aslında gördüklerimiz. Sonunda “büyük insanlık”, içinde yaşamakta olduğumuz ekolojik çevreye kast etmiş, çevresindeki her şeyi tüketerek çaresiz bir sona doğru sürüklemişti kendisini de.

 
Göletin kıyısında...

 
Papatyalar, gölet ve dağlar... 
(Fotoğraf: MYC)

Gün boyu Yukarı Kızılca Göleti çevresinde; kah sırtlarda, kah kızılçam ormanları içinde; kah çiçeğe durmuş kiraz bahçelerinin kıyısı boyunca yürüdük durduk. Doğanın bize baharla birlikte sunduğu yeni hayatın imkânlarını anlamaya çalıştık sessizce. Kimi zaman can dostlarımız Pamuk ve Fındık gibi doğanın coşkusuna kapılıp kendimizden geçtik; ama kimi zaman insanın doymak bilmez hırslarının esiri oluşunun örneklerini görerek hüzünlendik yeniden. Ama sonuçta güzel bir gündü; güneşli güzel bir gün… Böyle bir anı doğada can dostlarımızla birlikte yaşamış olmaktan bahtiyardık yine. Ne mutlu bize…

Dipnotlar:
(2)    Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder