Sayfalar

15 Nisan 2012 Pazar

PASKALYA KUTLAMALARI’NDA SAKIZ’DAYDIK


14-15  Nisan 2012
İbrahim Fidanoğlu

Hafta sonunda Sakız adasındaki Paskalya kutlamalarını ve bu amaçla iki kilise arasında düzenlenen roket savaşlarını izlemek amacıyla karşı kıyıya geçtik. Çiftlikköy’den 8 mil uzaklıkta; Anadolu anakarasının bir uzantısı olan bu ada, yıllarca iki ülke arasındaki politik çekişmelerin ortasında Anadolulu insanlar için ulaşılmaz bir “yakın” oldu. Ancak son yıllarda giderek farklılaşan politik iklim, iki ülke insanlarının birbirlerini daha çok ziyaret etmelerine ve ortak geçmişlerini yaşadıkları bu toprakları karşılıklı olarak yeniden keşfetmelerine yol açtı.

Chios’a girerken…

Şiddetli lodos ve yağmur baskısı altında Çeşme’den saat 7.30’da kalkan feribotla yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk sonrası, Sakızlılar daha uyanmadan Sakız adasına ulaştık. Yağmura gebe bir havada; hemen şehir merkezinden UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan 11.yy.dan kalma Bizans dönemi manastırı Nea Moni’ye hareket ettik. Sakızlılar’ın bugünlerde çiçek açmalarından ötürü olsa gerek; Paskalya ağacı adını verdikleri erguvanların eflatuna boyadığı kıyıya açılan meydandan, dağa doğru tırmanan daracık caddeden Manastır yoluna saptık. Yolda karşıdan gelen trafiğe yol vermek amacıyla otobüsün şoförü ustaca manevralar yapmak zorunda kalıyordu. Yolun iki yakasına dizilmiş Sakız mahallelerinin arasından bir yılan gibi kıvrılarak ilerlerken, sağımızda güdük minaresi ile Osmaniye Camisi dikkatimizi çekti. Cami, şu anda Sakız’ın merkezinde yer alan ve Padişah Abdülmecit tarafından yaptırılan Mecidiye Camisi’nin içindeki Bizans Müzesi’ne ait bazı eserlerin bulunduğu bir depo durumunda imiş ve restorasyon  bekliyormuş. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrası dağdaki Anavatos köyü yolundan ayrılarak manastıra ulaştık.

Nea Moni Manastırı – Gravür

UNESCO Kültür Mirası; Nea Moni Manastırı
Manastır, ilk olarak; 11.yy.da Bizans İmparatoru Konstantin Monomachos tarafından yaptırılmış. Zaman içinde genişleyerek bölgedeki en önemli manastırlardan biri haline gelmiş. Biz manastıra girerken yağmur başladı; kendimizi ana kilise Katolikon’un içinde devam eden ayinde bulduk. Kilisenin giriş holü ve neftler, Paskalya nedeniyle çok kalabalıktı. İnsanlar, içeri girmek için içerdekilerin dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Giriş kapısının solunda yer alan Bakire Meryem Kilisesi, yemekhane, Sakız Katliamı’ndan kaldığı söylenilen kafataslarının da bulunduğu kemik deposu, sarnıç, Hristiyanlık tarihi ile ilgili objelerin bulunduğu küçük bir müze, diğer destek binaları manastır alanında dikkatimizi çeken önemli yapılardı. Aynı zamanda Ortodoks Hristiyanlar için bir hac mekânı da olan Nea Moni, dağların arasından denize doğru uzanan derin bir vadinin başında; asırlık kara servilerin altındaki sessiz ve huzur dolu atmosferi ile tüm ziyaretçilerini yıllara meydan okuyan vakur bir duruşla karşılamaya devam ediyordu. Yağmurla birlikte şehre geri dönmek üzere otobüsümüze bindik ve Nea Moni’yi sisli tepelerin ardında bırakarak kıvrıla kıvrıla denize doğru indik.

 Nea Moni Manastırı

Sakız Katliamı üstüne
Sakız’da nereye gitsek; bu bir eski camidir, bir manastırdır, bir eski kitapçıdır yada bir narenciye müzesidir; hepsinde ortak olarak karşılaştığımız tema; Yunanistan’ın bağımsızlık sürecinde Sakız adasında yaşanan kanlı olaylara dairdir. Mora ayaklanması ile ateşlenen Yunanistan’ın bağımsızlık süreci, Samos’dan gelen isyancılar eliyle Sakız adasına taşınmış. Samos ve Psara adasından gelen isyancılar, Sakızlı Rumların da ayaklanmaya katılmasını sağlamışlar; adada kale içinde yaşayan Türk nüfus bu arada kanlı tacizlere uğramış; Ayrıca 1822 yılında karşı yakada; Anadolu anakarasında yer alan Çandarlı’ya da bir sabaha karşı Samoslu ve Sakızlı Rum kapetanlar tarafından kanlı bir baskın düzenlenmiştir. Uzun yıllar Çandarlı’nın korku ile içine kapanmasına yol açan bu baskın Bergamalı yerel tarih araştırmacısı ve zamanın Bergama Müzesi Müdürü Osman Bayatlı tarafından şöyle anlatılmaktadır:




Nea Moni Manastırı; Çan Kulesi ve arkada ana kilise (katolikon)

“Mora isyanı sırasında Ada Rumlarının baskınlarından biri de Çandarlı’ya yapılmıştır. 1822 (Hicri 1239) yılında, Sakız, Sisam ve Psara (İpsala) adalarından kalkan korsan gemileri, gece yarısı Çandarlı’yı basarlar. Gece yarısı gerçekleşen bu baskın sırasında haydutlar, çoluk çocuk ayırımı yapmaksızın evlere saldırıp her şeyi talan ederler. Sadece Çandarlı Kalesi, zamanın Çandarlı Voyvodası Kırantaoğlu Mehmet Ağa’nın Kulesi (şimdiki çarşıdaki caminin arka yönünde yer alıyordu) ve Ziynet Hoca Kulesi (yok olmuş) gibi savunmaya elverişli yerlerden piştovlarla karşı konulur. Rum haydutlar, kaledeki şiddetli direnişi kırmak için kalenin dibindeki Taşlı Cami’yi ateşe verirler. Daha sonra ele geçirdikleri esirleri gemilere sürüklerler, direnenleri ise öldürürler. Çatışma sonrası şafak sökerken 90 civarı tekneyle denize açılan haydutlar arkalarında büyük bir vahşetin iniltisini ve 100’den fazla masum insanın ölüsünü bırakmışlardır. Rum çetecilerin arkalarında bıraktıkları kıyım öylesine büyüktür ki; Bergama’ya ancak sabah vakti haber ulaştırılabilir. Ağalardan ve eşraftan 20–30 kişi atlarına atlayarak Çandarlı’ya geldiklerinde karşılaştıkları tablo dehşet vericidir. Ölülerin sayılmasının ardından 130 kadar çocuk ve kadının kaçırıldığı anlaşılır. Ölüler, Çandarlı’nın o zamanki şehitliğine gömülür. (Şehitlik 1930 yılında kaldırılmış bulunmaktadır.)

Sakız Katliamı tablosu - replika - Eugène Delacroix,

Baskının ardından konu İstanbul’a; Saraya bildirilir. Serdar Ömer Paşa ve Konya Ereğlisi derebeyi Davaslıoğlu Hasan Bey, adalardan intikam almakla görevlendirilir. Ayvalık ve Sakız adasına yapılan baskınlarla intikam alınır. Oradan getirilen kız ve erkek çocukları zengin ailelerine evlatlık verilir. Bunların tümü Müslüman olurlar. Midilli adasının ayanı olan Kulaksızoğlu, adalara kaçırılan Türk çocuklarından 30 kadarının, 32’şer altından diyetini ödeyerek Çandarlı’ya geri dönmelerini sağlar.” (Bergama’da Yakın Tarih Olayları – XVIII. – XIX. Yüzyıl Olayları, Osman BAYATLI; 1957 Baskısı; Sahife:45–46)

Sakız sokaklarında paskalya ağaçları - erguvanlar

Yunan kaynaklarına göre Osmanlı Yönetimi tarafından Sakız adasında yapılan bu “katliam”da on binlerce Sakızlı katledilmiş; ölümler ve sürgünler sonrası ada nüfusu 10.000’lere kadar düşmüştür. 1824 yılında bir Fransız ressamı Eugène Delacroix, bu dramatik durumu tuvaline taşır ve bugün Sakız’da her yerde replikalarını göreceğimiz o meşhur “The Massacre at Chios” tablosunu yapar. Yine bir Fransız; Victor Hugo ise o günlerde “Çocuk” adlı şiirinde “Türkler geçti oradan / Harabe ve yas her yerde / Şarap diyarı Sakız / acınacak bir ada sadece” diye yazar. Yani özetlersek; olayın iki yönü vardır; yıllarca bir arada yaşamış halkların neden bir anda birbirine düşman kesildiğinin bir anlamı olmalıdır. Ne dersek diyelim bir gerçek vardır ki; Sakız olayları, Sakız adasında ve Kıta Yunanistanı’nda ulusal bilincin yeşermesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Adada yaptığımız kısa seyahatte bütün yaşanmışlıklara rağmen, hala bu temanın ne kadar canlı tutulmaya çalışıldığına bir kez daha tanıklık ettik.

Sakız Sokaklarında
Yağmurun hafiflediği bir anda kendimizi Sakız’ın çarşısında ve sokak aralarında dolaşırken bulduk. İzmirli hemşerimiz, modern Yunan milliyetçiliğinin fikir babalarından ve yaşamının çoğunu Fransa’da geçirmiş bir Yunan aydını olan Adomontios Korais’in Kütüphanesi, Metropolitlik Kilisesi, Anastasios Pateras tarafından bağışlanmış bir Sakız villasında tesis edilmiş özel Denizcilik Müzesi, Abdülmecit döneminde yaptırılan Mecidiye Camisi’ndeki Bizans Müzesi iki yağmur arasındaki dar zamanda dolaşma fırsatı bulduğumuz mekânlardı. Çarşıda yürürken fırından yeni çıkmış buram buram tarçın ve mahlep kokan Paskalya çöreklerinin büyüsü, sabahın erken saatlerinde sokakları ele geçirmişti bile. Kahve için mola verdiğimiz kahvehanede bu çöreklerden tatma fırsatımız oldu. Aniden bastıran yağmurun bir kısmını bu molada savuşturduk.

Önde Adomontios Korais’in heykeli, arkada Metropolitlik Kilisesi

Kale İçi
Yağmurun ara verdiği bir anda kendimizi Kale içindeki meydana attık. Kaleye; içeri doğru S şeklinde bir tonoz tünelle uzanan kemerli bir kapıdan girdik. Tünelden çıktıktan sonra ilk anda, sağ yanda Venedikliler’e ait olduğu söylenen 15.yy.dan kalma Jüstiniani’nin Sarayı olarak adlandırılan ve üst katında yer alan kemerli pencereleriyle dikkat çeken bir kule yapısı ile karşılaşılır. Altı sağır olan (penceresiz) bu yapının sol yanından, çok basamaklı bir merdivenle üst katına çıkılıyor. Bina, kale ile bütünleşik düşünüldüğünde daha çok bir savunma kulesi izlenimini veriyor. Buradan itibaren devam edildiğinde; dar bir sokak, sizi şimdilerde kahvehanelerin ve küçük restoranların yer aldığı hoş bir meydana taşıyor. Son eklentilerle bugünkü haline Osmanlılar tarafından getirilen Sakız Kalesi’nin içinde, Osmanlı döneminde Türkler ve Yahudiler yaşarmış. Rumlar ise, kalenin çevresindeki mahallelerde hayatlarını sürdürürlermiş. Yunanların “Küçük Asya Felaketi” adını verdikleri Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı sonrasında Kale İçi, Batı Anadolu’dan gelen Rumların yerleştirildiği bir iskân bölgesine dönüşmüş. Kale içinde; meydanda eski bir Türk mezarlığı, II. Abdülhamit döneminden kalma; harap halde Bayraklı Camisi, Çeşme’de de örneklerini görebileceğimiz; genellikle ikinci katları sokağa doğru uzanan, cumbalı ve iki katlı Türk evleri ve restorasyonu devam etmekte olan eski bir Türk Hamamı yer alıyor.

Kale içinde Türk Mezarlığı

Sakız sahilinde yer alan restoranlarda, menülerdeki metinlere ve lokanta sahipleriyle yapılan konuşmalara kadar yansıyan Türkçe’ye aşinalık, bize yabancı bir ülkenin topraklarında olduğumuz hissini unutturuyor. Ege’nin iki yakasının ortak yemeklerinden oluşan öğle yemeğimizi yeniden başlayan yağmur eşliğinde yiyoruz. Bu sırada restoranın önündeki sahil yolundan, akşama Paskalya vesilesiyle iki kilise arasında düzenlenecek geleneksel roket savaşlarının taraflarından bir grup, kamyonetlerinin üstüne yükledikleri roketleriyle birlikte canavar düdüklerini çalarak Vrandatos’a doğru bir panayır coşkusu içinde önümüzden geçip gidiyorlar.

Kale içinde eski Türk evleri

Kambos’un Ceneviz döneminden kalma malikhanelerinden

Narenciye Bölgesi Kambos; Ceneviz Mirası
Yemek sonrası, yağmurun etkisinin azaldığı saatlerde narenciye tarımı ile öne çıkan ve Sakız’ın en verimli topraklarına sahip yemyeşil bir vadide yer alan Kambos bölgesine gidiyoruz. Narenciye tarımı yanında, bu bölgenin karakteristik bir diğer özelliği de Cenevizliler’in Sakız’ı yönettikleri yaklaşık iki yüz yıllık dönemden bugüne kalan ve ortak mimari çizgilere sahip Ceneviz villalarının varlığıdır denilebilir. Bu villalar; geniş narenciye bahçelerinin hemen önünde, adadaki Timiana köyü yakınlarındaki taş ocaklarından elde edilen kırmızı renkli taşlarla örülmüş duvarları ve özgün mimarileriyle hemen dikkat çekiyor. Genellikle iki katlı, yandan tırabzanlı bir merdivenle üst kata çıkılan evlerin dışında; köşelerinde heykeller bulunan büyük mermer bir havuz; bu havuza yaklaşık 20-30 metrelerden su çeken bir dönme dolap yer alıyor. Evin bahçesine dış mekândan büyük kemerli bir kapı ile giriliyor. Gezdiğimiz konak ve çevresi, ailenin bugünkü varisleri tarafından yeniden düzenlenmiş ve bir narenciye firmasının şemsiyesi altında; narenciye tarımının yapıldığı geniş tarımsal alanlar, narenciyeden elde edilen lokum, şekerleme, reçel v.b. endüstriyel ürünlerin de satıldığı bir kafeterya, dinlenme alanları, Sakız adası ve aile tarihçesinin de fotoğraf ve diğer görsel malzeme ile birlikte sunulduğu bir narenciye müzesini de kapsayacak bir komplekse dönüştürülmüş.

Roket Savaşları
Geceye doğru Sakız’ın banliyösü durumundaki Vrandatos kasabasının hemen üstündeki iki sekide yer alan Agia Erithiani ve Agios Markos kiliseleri taraftarları arasında Paskalya’nın son günü olan İsa’nın Dirilişi Günü nedeniyle geleneksel olarak düzenlenen roket savaşlarını izlemeye gittik. Vrandatos’taki park yerinde; roket savaşlarının olduğu bölgeye çıkmak üzere, Vrandatos Belediyesi’nin ücretsiz olarak tören yerine konukları taşıyan minibüslerine bindik. Sakız’ın diğer dağa tırmanan caddelerinde olduğu gibi oldukça dar bir yoldan kiliselerin bulunduğu yamaçlara tırmandık. Yollar, evlerin balkonları ve tüm sekiler bir mahşer yeri gibiydi. Roket savaşlarını izlemek için insanlar, çok erkenden gelip en uygun yerlere yerleşmişlerdi.

Vrandatos semalarında roket savaşları

Paskalya, Hristiyanlık’ta Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi sonrasında tekrar dirildiğine inanılan en önemli bayramları olarak bilinmektedir. Baharın geldiği günlere rastlaması açısından da hayatın yeniden canlandığı bugünlerde, insanlığın kadim inançları arasındaki karmaşık ilişkileri hatırlatması açısından da ilginç bir bayramdır. Örneğin Sakızlılar, Paskalya günlerinde eflatun rengi çiçekleri açan baharın müjdecisi erguvan ağaçlarına Paskalya ağaçları derlermiş. Ortodoks Hristiyanlar, 6 haftalık hayvansal gıdalardan uzakta geçirilen oruç günlerinin sonunda; Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi sonrası, ölümünü takiben üç gün sonra bir Pazar günü dirildiğine inandıklarından İsa’nın Diriliş Günü’nü mutlaka bir Pazar günü kutlarlarmış. Vrandatos’daki roket savaşları da Osmanlı hâkimiyeti günlerinden beri hep bir Cumartesi gecesi kutlanırmış. 18.yy.da önce çocukların ve giderek büyüklerin karşılıklı sapanla taş atarak başladığı roket savaşları, bir ara top atışları ile devam etmiş. Ancak, Osmanlı Yönetimi’nin tehlikesi nedeniyle bunu yasaklaması sonrasında, 19.yy.dan sonra geliştirilen roketlerle yapılmaya başlanmış ve bu şekliyle gelenek, günümüze kadar gelebilmiş. Özellikle Yunan Milliyetçiliğinin yükseldiği 19.yy.da; içinde Osmanlı’ya karşı sürdürülen bağımsızlık savaşının dinamiklerini de taşıyan ritüel, bugün de seyredenler için eşsiz bir görsel şölen sunuyor.

Kambos’da Ceneviz konaklarının dönme dolapları

Kiliselere doğru ateşlenen roketler, bazen tam kiliselerin duvarlarında yada çan kulesinde patlıyor. Ortalık, çevredeki sakinlerin ve onların çocuklarının da bizim dini bayramlarda olduğu gibi patlattıkları maytap yada havai fişek benzeri patlayıcıların çıkardığı seslerin katkısıyla kaotik bir görüntüye bürünüyor. Akşam karanlığı basınca, saat 9’a doğru başlayan roket savaşları, en yoğun anlarını geceye yakın saatlerde; 11 ile 11.30 civarında yaşıyor. Aralıklarla devam eden, zaman zaman yavaşlayıp birden hızlanan ve aynı anda birbirine doğru fırlatılan yüzlerce roketin arkalarında bıraktıkları izlerle karanlığın kızıla boyanmasına yol açan roket savaşları, gece 12’ye doğru ara veriyor. Sakızlılar, İsa’nın Dirilişi ayinine katılmak üzere bu arada kiliselere akın ediyorlar. Ayin sonrası herkes birbirinin bayramını kutlayıp roket savaşlarına kaldığı yerden bir süre daha devam ediliyor. Daha sonra saat 12’de İsa’nın Dirilişi ile tamamlanan Paskalya orucu sonrası gece, insanların sahildeki restoranlara doğru akınıyla son buluyor.

Günün Pazar’a döndüğü an; Anastasi (Diriliş) Günü; Mesih Dirildi!
Gece 12’ye doğru dağdan Sakız şehir merkezine; büyük diriliş ayininin yapıldığı Metropolitlik Kilisesi’ne gidiyoruz. Her yer insan dolu… İğne atsan yere düşmez. Baylar ve bayanlar; ama törene katılan tüm insanlar, Paskalya Bayramı’nın şerefine en şık giysilerini giymişler; pırıl pırıl ve tertemiz bir görünüm içersindeler. Herkes kiliseden mum alma, mum dikme yada ayine katılma adına kiliseye girme çabası içinde. Kimisi içeri giriyor; girenler ise dışarı çıkmaya çalışıyor. Kilisenin bir tetrapylonu andıran dört sütunlu ana giriş kapısında insanlar göğüs göğse mücadele veriyor. Kilisenin içinde ayin bu sırada devam ediyor. Papazlar bizim mevlidi andıran makamlarda dualar, ilahiler söylüyorlar. Kilisenin dışındaki yan sokakta bir bando hazır bekliyor. Hemen yanında da ellerinde silahlarla kadın ve erkek askerlerden oluşan (port polis birliği) tören müfrezesi esas duruşta bekliyor. Gece 12’ye doğru genç bir papazın elinde havaya kaldırılmış, büyük bir haç ve tören giysileri içinde metropolit ve diğer papazlar, kilisenin avlusunda yer alan ahşap platforma doğru dualar okuyarak ilerliyorlar. Kürsüye çıkan papazlar, en dokunaklı ilahilerini burada söylüyorlar; Gece 12’ye ramak kala; ortalık mahşer yerine dönüyor; bir yanda patlayan roketlerin, havai fişeklerin ve maytapların; diğer yanda ise kiliselerin ortalığı inleten biteviye çalmakta olan çan sesleri ve aniden çalmaya başlayan bando… İlahiler arada kaybolup gidiyor; en şık giysileri içinde kadınlar ve erkekler; haç çıkarıp Hz. İsa’nın dirildiği ana tanıklık ederek birbirlerine sarılıyorlar ve Paskalya bayramlarını kutluyorlar. Kimisinin ellerinde mumlar; elden ele kiliseden başlayarak tutuşturulmuş diriliş ateşi, sanki Sakız’ın sokaklarına taşınıyor. Kiminin ise ellerinde kâğıttan renkli fenerler var; çocuklar kilisenin avlusunda maytapları patlatmaya devam ediyorlar. Biz bu mahşeri kalabalığın içinden usulca sıyrılıp, selam duran tören kıtasının önünden geçerek otobüsümüze doğru yürüyoruz. Ardımızda bıraktığımız sesler birbirine karışıyor; maytaplar, bando sesleri, ilahiler ve kilise çanları… Uzaklaştıkça uğultuya dönüşen sesler giderek azalıyor; Sakız’ın tepelerinde yankılanıp göğe yükseliyor. “Hristos Anesti”…(Mesih Dirildi!)

Sakız Metropolitlik Kilisesi’nde gece yarısı İsa’nın Dirilişi ayini


Sakız Köyleri; Ortaçağın Kale Köyleri; Mesta, Elata, Pirgi, Armolia ve Lithi
Pazar sabahı Sakız’ın güney ve batı sahillerinden içerilere Sakız köylerine doğru kısa yolculuklara çıktık. Yol boyunca, biten Paskalya orucunun ardından kuzular, domuzlar çevrilmeye başlamıştı bile… Bu köyler, yüzyıllardır sakız ağacından elde edilen damla sakızı üretimi ile ada için bir anlamda stratejik önem taşıyorlar. Ortaçağda korsan saldırılarından sakız üretimini korumak amacıyla; bu köyler, birbirine yaslanan taş evleri ile giderek birer kale köye dönüşmüşler. Köyün ortasında yer alan bir savunma kulesinin çevresinde, bitişik nizam halinde konumlanmış evlerle halka halka dışa doğru genişleyen köyün içinde; evlerin altından geçen sokaklar, mahalleleri bir labirent gibi dolaşıyor. Sokakların kenar çizgilerinin sonlandığı noktalarda, evlerin ön cepheleri yükseliyor. Evlerin kapıları, hemen sokağa açılıyor. Kapının ardında hayat denilebilecek avlular ve diğer yaşam alanları da yer alıyor. Köyün ortasında genellikle kilise ve köy meydanı bulunuyor. Meydana açılan daracık sokaklardan ilerlediğinizde, sabah erkenden yakılmış Paskalya ateşinden arta kalan yanmış kütükler ve tütmekte olan dumanların is kokusu ile karşılaşıyorsunuz. Meydanda sevimli köy kahvehaneleri yer alıyor.

Mesta sokaklarında…

Sabah erken saatlerde, Mesta’nın merkezindeki Yunanistan’ın en büyük kiliselerinden Taksiyarkhis Kilisesi’nde Pazar sabahı ayini devam ediyor. Bu kilise, daha önce aynı yerde bulunan merkezdeki kulenin yerine yapılmış. Kilisede okunan dualar ve kilise çanlarının sesleri köyün meydanında yankılanıyor. Köy meydanında kahvemizi içtikten sonra, Mesta’nın daracık sokaklarından yürüyerek 13.yy.dan kalma eski bir Bizans kilisesi olan Taksiyarkhis Kilisesi’ne gidiyoruz. Özel izinle açtırılan kiliseyi geziyoruz. İki neftli kilisenin ceviz ağacından oyma ikonastasisi görülmeye değer. Her iki kilise de Mikail ve Cebrail meleklere adanmış kiliseler. Kiliseden çıktıktan sonra yeniden sokak aralarında dolaşmaya devam ediyoruz. Mesta evlerinden sokaklara doğru mor salkımlar sarkıyor. Köyün demir parmaklıklı çıkış kapısına doğru büyük bir sarnıç görüyoruz. Bu da korsan saldırılarına karşı köyün dışa kapalı yaşamını sürdürmenin asgari şartlarının zamanında nasıl sağlandığını göstermesi açısından önem taşıyor.

Mesta’nın dar geçitleri

Mesta’dan sonra saklı bir koyda yer alan Lithi’ye uğradık. Lithi, aslında sahilden biraz yüksekçe bir yamaçta, saklı bir koya karşı konumlanmış güzel bir Sakız köyü… Aşağıda; Lithi’nin iskelesinde hoş balık restoranları yer alıyor. Sezonun henüz başlamadığı şu günlerde koyda kıyıya vuran dalgaların sesi dışında sessizlik hâkimdi. Denize doğru uzanan Lithi iskelesinin mendireği ve karşısındaki kıyıda yüksekçe bir noktada yer alan Ortaçağ’dan kalma koniye benzer bir gözetleme kulesi açık denize karşı koyun bekçileri gibiydiler. Viglo adı verilen bu gözetleme kuleleri, genellikle Ortaçağ’da Sakız köylerine yönelebilecek ani korsan saldırılarını en kısa sürede adanın iç bölgelerine haber verebilmek ve gerekli önlemleri alabilmek açısından hayati öneme sahiptiler. Lithi, deyince tabii ki; Lithi iskelesinde bizi bekleyen hemşerimiz Maria Hanım’dan da söz etmeden geçmek olmaz. İzmir doğumlu bir Rum olan Maria Hanım’ın babası, 1960’lı yıllara dek Alsancak’da bir şarküteri işletiyormuş. 6-7 Eylül olaylarının Rumlar üzerindeki yaratmış olduğu travma, İzmir civarında o denli şiddetli hissedilmese dahi, yine de bu azınlıklara yönelik şiddet ikliminin takip eden yıllarda tüm ülkeye yayılması bu ailenin de sonuçta bütün geçmişini Anadolu’da bırakarak İzmir’i terk etmesine ve Sakız adasına göç etmesine neden olmuş. Ayrıntıda oldukça hazin bir öyküyü içeren Maria Hanım’ın yaşadıklarına rağmen, kendisinin bizleri deniz kıyısında karşılayışındaki dostça tutumu unutulur gibi değildi. Hepimizi köyde işlettiği pansiyonunda ağırlamak üzere yeniden beklediğini, hala akıcı kalabilmiş güzel Türkçesi ile özellikle belirtti. Maria Hanım’dan ayrılıktan sonra yamaca yaslanmış Lithi’nin içinden geçip Vessa köyüne uğradık ve oradan Pirgi köyüne yöneldik.

Mesta Taksiyarkhis Kilisesi

Pirgi ise, hala mevcut kulesi ve bir tür duvar kazıma tekniği ile evlerin duvarlarında oluşturulan geometrik desenleriyle dikkat çekiyor. Bu desenleme işinde Pirgililer, o kadar ileriye gitmişler ki; evin cephesindeki balkonların altları da dâhil olmak üzere her yanı aynı kazıma tekniği kullanılarak desenlenmiş. Köyün meydanında ayazması da olan bir kilise ve köy kahvehaneleri ile donanmış bir meydan yer alıyor. Meydandaki erguvanlar, birbirine bitişik vaziyette meydana bakan bir duvarı andıran desenlenmiş evler ve meydana açılan dar bir sokakta yer alan 13.yy.dan kalma Apostolos Kilisesi bu mekânda birbirini tamamlıyor. Köyde meydana açılan bir diğer sokakta ise Kristof Kolomb Evi ile karşılaşıyoruz. Kristof Kolomb’un Amerika’ya doğru denize açılmadan önce, buralara gemisinde çalıştırmak üzere deneyimli denizciler aramaya geldiği ve kısa süre de olsa buralarda konakladığına dair rivayetler bulunuyormuş. Bu olayın hatırasına binanın ön yüzünde 1857 tarihini taşıyan bir friz yer alıyor. Köyü terk ederken, çıkışına yakın bir küçük meydanda da muhtelif savaşlarda ölen Pirgililerin anısına dikilmiş bir kitabeyi görüyoruz. Kitabede; 1919-1922 tarihleri arasında Küçük Asya Felaketi’nde hayatlarını kaybeden Pirgililer’in de isimleri yer alıyor.

Pirgi’de köy meydanı

Yol boyunca dağlarda sekilere dikilmiş yada doğal olarak gelişmiş sakız ağaçlarını gördük. Çalı şeklinde olanlarının yanında, genellikle gövdesi burularak irileşmiş ve ağaç görünümünde olanları daha çoktu. Sakızın; ağacın gövdesinin yaz mevsiminde çizilerek reçinesinin beli bir süre içinde kendi kendine altında serili beyaz renkli bir toprağın üstüne akması, bunların kuruyup temizlenmesi ve toprağından arındırılması ve daha sonra kalitelerine göre sınıflandırılarak gıda ve kozmetik endüstrisinin kullanımına sunulmasına uzanan bir elde edilme süreci var. Pirgi’den sonra yol üstündeki, aynı zamanda adada seramikleri ile de tanınmış bir köy; Armolia’ya uğradığımızda sakız ağaçları ile yakından tanışma ve az da olsa sakız toplama şansımız oldu.

Pirgi’nin kazıma tekniği ile desenlenmiş evleri

Sakız köylerinden dönüşümüz artık Sakız’daki son saatlerimize yaklaştığımızın habercisi. Otelimizde odun ateşinde çevrilmiş kuzunun ağırlık taşıdığı geleneksel Paskalya yemeğini yemek üzere dönüşe geçiyoruz. Bu kadar kısa zamana ve Cumartesi günkü şiddetli yağmura rağmen, bu kadar çok etkinliği sığdırmanın mutluluğu içinde yemek sonrası Çeşme’ye bizi götürecek feribotun yanaşacağı Sakız İskelesi’ne doğru yola çıkıyoruz. Ne diyelim; bu kadar güzelliği bu kadar kısa zamanda yaşatanlara teşekkürlerle…

Armolia’nın seramikleri


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder