ELAKİ’DEN
REŞADİYE’YE
21-24 Ekim 2020
Hasan Doğan-İbrahim Fidanoğlu
Elaki’nin
kurucu atası Giritli Ali Ağaki ve Tuhfezadeler
Rivayete göre Giritli bir aileden gelen Ali Ağaki (Ali Giridi), 17.yy.da;
donanmadaki hizmetlerinden dolayı Sultan tarafından miri emlak olarak Datça yarımadasıyla ödüllendirilir.
Giritli Ali Ağaki, Datça yarımadasını Sultan’dan dirlik
olarak alınca, idari ve askeri yükümlülükleri gereği yöreyi kolayca kontrol
edebileceği bir yönetim merkezine dönüştürür.
(Datça Belediyesi)
(https://www.kocaev.com/galeri.php)
Datça’nın ilk nüfus müdürü Fethi Meltem; basılmış, ama dağıtılmamış anılarında Tuhfezadelerin Datça’ya ne zaman ve nasıl geldiklerinden söz ediyor. Kendisi de bu
ailenin mensubu olan Fethi Meltem,
ailenin son temsilcilerinden Mehmet Ali Ağa’nın
yeğenleri ile konuştuğunu belirtiyor. Mehmet
Ali Ağa’nın yeğenlerine anlattıklarına göre; 1664 yılında Girit adası alındıktan 20 yıl sonra,
yani 1684 yılında Ali Ağaki’ye Datça ağalığı ve tımarı verilerek yarımadaya
gönderilmiş. Ali Ağaki, ilkin Hızırşah Camii’nin yakınlarında Menteşe Beyleri tarafından kurulan köye
(bugünkü Hızırşah) yerleşmiş. Ancak
kısa sürede bu yerleşimin tarımsal alanlara yakınlığı ve savunma açısından
riskler taşıması nedeniyle köyün yerini beğenmemiş ve Reşadiye’de alçak bir tepenin üzerinde; şu anda su deposunun olduğu
yerde konağını yaparak yerleşimin ve bölgenin idari merkezinin bu yapı
çevresinde gelişimine imkân yaratmış. Bu konağın çevresinde ortaya çıkan yeni
yerleşim, uzun yıllar Ali Ağaki’nin
isminden hareketle Alaki ya da Elaki olarak anılmış.(1) Şimdi bile Datça’nın yaşlıları Reşadiye’den söz ederlerken, orası için Elaki ya da kısaca Ele diyorlar.
(Hasan Doğan Arşivi)
(Nisan 2007)
Ali Ağaki’nin mensup olduğu Tuhfezadeler ailesinden bir başka Ali Ağa, Kanuni Sultan
Süleyman’ın Kaptan-ı Deryası Barbaros
Hayrettin Paşa’nın kethudası
olarak görev yapmış. Yani anlaşıldığı kadarıyla; bu ailenin Osmanlı sarayına
yakın olma gibi bir geleneği söz konusu. Belki bu başlangıç, Ali Ağaki’nin de 17.yy.da Girit’in fethi sonrası Datça ağalığıyla ödüllendirilmiş
olmasını bizlere daha iyi açıklayacaktır.
(Nisan 2007)
(Hasan Doğan, Mart 2021)
(Hasan Doğan, Mart 2021)
Reşadiye mahallesinin en yüksek
noktasından denize doğru bakan bugünkü Mehmet
Ali Ağa Konağı, Giritli Ali Ağaki’nin
mirasçıları konumundaki Tuhfezadelerin
malikânesidir. Reşadiye, yönetim
merkezinin kurucusu Ali Ağaki’nin
adından yola çıkılarak Elaki ismiyle
de anılır. Ali Ağaki’nin ailesinin ve
takipçilerinin Tuhfezadeler olarak
anılmasının nedeni ise, Datça
yarımadasının Sultan tarafından Ali Ağaki’ye
armağan olarak verilmesi ve Arapça’da tuhfe
sözcüğünün armağan anlamına
gelmesidir. Tuhfezadeler, 17.yy.dan
20.yy.ın başlarına kadar yarımada tarihine bir anlamda damgalarını vururlar.
(Hasan Doğan, Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
Evliya
Çelebi,
1670 yılında Datça kazasından söz
ettiğine göre, Datça’nın kuruluşu Ali Ağaki döneminden önce olmalıdır.
Muhtemelen o güne dek daima Menteşe
sancağına bağlı olan Datça’nın, ne
zaman Rodos sancağına bağlandığı
bilinmemektedir. Datça, 1870 yılında
nahiye seviyesine düşürülüp, Bozburun
nahiyesi ile birlikte Marmaris kazasına
bağlanır. 1911 yılında ise, Datça iki
ayrı nahiyeye ayrılır. Süleymaniye;
diğer adıyla Betçe ve Reşadiye; yani Datça… Aynı zamanda yarımadanın merkez mahallesi Elaki’nin adı da Reşadiye olarak değiştirilir.
(Nisan 2007)
(Nisan 2007)
Tuhfezadelerin bölgedeki yönetim
merkezi olan konak, Mehmet Ali Ağa’nın
babası Mehmet Halil Ağa tarafından
18.yy.ın sonu ve 19.yy.ın başlarında yaptırılır. Nahiye müdürlüğü de yapan Mehmet Halil Ağa’nın oğullarından Mehmet Ali Ağa’nın zamanında konak en
görkemli dönemini geçirir. Konak, bugün de onun ismi ile anılmaktadır. Mehmet Ali Ağa, 1895’de Rodos’ta İdare Meclis Azalığı görevinde
bulunur. Mehmet Ali Ağa, kızı Münire Hanım’ı bölgede önemli bir tüccar
olarak bilinen; Rodos’ta tanıştığı Kırım hanedanından Hidayet Şahingiray ile evlendirerek yakın adalarla olan ticaret
ilişkilerini sağlamlaştırır. Mehmet Ali
Ağa’nın oğulları Fehmi
ve Halil Beyler ise, İstanbul'da
hukuk eğitimi alırlar ve Kurtuluş Savaşı sırasında Reşadiye'de Kuvay-ı Milliye'ye
önemli katkılarda bulunurlar. Mehmet Ali
Ağa'nın son çocuğu Seza Hanım da
erkek kardeşleri gibi evlenmeden ölür. Bu gelişmeler sonrasında konağı, hayatta
kalan tek çocuğu olan Münire Hanım ve
eşi Hidayet Bey sahiplenir. Ancak
onların da çocuğu olmaz ve Münire Hanım’ın
da vefatı sonrasında konak, tümüyle eşi Hidayet
Şahingiray’a kalır. 1940'ların sonlarında ölen Hidayet Bey'in mirasçıları (aralarında Cemil Sait Barlas da vardır) konağı satışa çıkarırlar. Konak birkaç
kez el değiştirir; tütün deposu, sinema, okul, düğün salonu olarak kullanılır.
Konak bu süreçte tamamen değişir; hasar görür, tadilatlar yaşar. 2000’li
yıllarda ise; yeni sahipleri tarafından restore edilip yeniden hayat bulan
konak, bugün bir konaklama tesisi olarak turizme hizmet vermektedir.(2)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
Modern zamanlarda Reşadiye’de idari teşkilatlanma
Büyük
usta Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt isimli eserinde Knidos önlerindeki coğrafyaya bakarak
şöyle seslenir:
“Knidos’ta (Tekirburnu) insan dimdik
ayakta durunca burnun yüksek uçurumlarından mıdır, nedir; aşağısında, ufuklara
dek uzanan masmavi denizleri ve onu çiçekler gibi benek benek noktalayan ada
serpintisini görünce -sanki kendi yaratmış- yersiz ve densiz bir onur duygusu
doğar içinde. Belki de insanoğlu bir doğa yavrusudur da doğanın en aklı maklı
aşan bir hüner yaptığını görür; doğa adına bir hayranlık ve alabildiğine bir
gönül açıklığı duyar.
Sözgelişi Roma’da Sen Piyer kilisesi için ”Çok büyük, çok şanlı” derler… Eh öyledir
de. Ama Knidos tepesinden insan bakışı, tüm yayılımınca sağdan sola süpürüldü
müydü, görülen açıklığa karşın Sen Piyer
kilisesi, bir ocağın üstündeki konsolumsu rafa konulmuş bronz rokoko saate
döner. İnsanın, Diogenes gibi; “Gölge etme!” diyerek saati elinin
tersiyle bir yana fırlatası gelir. Bu duygu o denli doğaldır ki, oraya çıkıp
bakan kimse, upuzun bir “Aaaa…aa..aaa!...” salıvererek insanı hoşlukla
güldürür.
...
Tevekkeli değil, Praksiteles’in
çıplak Knidos Aphrodite’sini Knidos’un bir tepesine diktiler. Başka nereye
dikselerdi, oraya yakıştığı kadar yakışmazdı. Evet, rasgeleydi ama, duyulur
düşünülür sanatta bile böyle rasgelelikler olur.
…
Aphrodite, Knidos’a öyle yakışmıştı
ki; insan, heykelin durduğu tepeye gelince, evlenecek çiftlerin tanrıça Venüs’e
getirdikleri çifte kumruların seslerinin anısını –sanki kumrular kanatlarını
çark ede ede dem çekiyorlarmış gibi- duyar gibi olur, uzak bir gök gürültüsü
halinde…
Aphrodite’nin (Venüs’ün) kutsal
çiçekleri, kırmızı gül ve kokulu mersin çalısıydı. Kurak Knidos’ta gül ne
gezer?
Galiba kırmızı renk, tarihten önceki
zamandan beri insanoğluna pek çarpıcı gelmiş ki; hemen hemen tüm dillerde
kırmızı sözü aynı şekilde öter; Kırmızı, cramoisi (kramuazi), crimson
(krimson), cremisi (kremsi).
Mersinlere gelince, herhalde tepede
şimdi görünen mersinler, iki bin yıl öncekiler değildir. Ama onların
torunlarının torunlarıdır. Zaten mersin, ölümsüzlüğünden ötürü Aphrodite’nin
bitkisi sayılmıştır.
Knidos burnu dolanılınca, Datça
yarımadasının kıyısına gelinir. Burada ince, renkli çakıllı, bir iki mil
genişliğinde bir koy vardır. Rüzgar sabahleyin alınca ve deniz yüzüne koyu yol
kilimlerini serince; koyun boyunca bir keman yayı çekiyor sanki; uzun bir “Fış…şş..şıyuuu!...”
duyulur.
Bu başlangıç notasıdır.”(3)
(Ekim 2020)
(Ekim 2020)
Hasan
Hoca ise aynı coğrafya ile ilgili duygularını şöyle aktarıyor bize:
Datça;
bir yanı mavi ile turkuazın yer değiştirdiği Akdeniz’in berrak sularıyla, diğer yanı da Arşipel’in; yani denizlerin en güzelinin salınarak dansı gibi…
Denizlerin arşı yücesi; Halikarnas
Balıkçısı’nın rüyalarını süsleyen Arşipel,
sadece Ege Denizi için söylenmiş bir
yakıştırma… İşte böyle bir yerde; ben Datçayım, bir yarımadayım sokuluvermişim
sessizce; Akdeniz ile Arşipel’in koynuna. Bir yanımda Akdeniz’in büklüm büklüm bükleri ve Galamışları, diğer yanımda da Arşipel’in bükceğizleri ve kargıcakları;
hatta mersin kokan koyları... Afrodite’nin;
o berrak suların köpüklerinden çıkıp geldiği muhteşem coğrafya… Bu coğrafya
geçmişte ne kadar müthiş uygarlıklara sahne olduysa da ne yazık ki son yıllarda
tüm bu avantajlarına ve potansiyeline rağmen gözden düşmüş ve derin bir
sessizliğe gömülmüş. Ondaki o müthiş turizm potansiyeli asla fark edilememiş. 20.
yy. başlarına kadar bir ağa sülalesine terk edilmiş bir potansiyel cennet...
Düşünün bir kere yakın zamanlarda; 1960’lı yıllarda merakını gidermek için
deniz yoluyla geldiği Datça’da Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir numarası bile (Cevdet
Sunay) şöyle bir cümleyi ağzından kaçırıvermiş; “Allah Allah! Datça diye bir yer mi varmış bu memlekette?” diye
hayretini gizleyememiş.”
Belki
de zorlu coğrafyasından kaynaklanan nedenlerden de beslenerek 20.yy.ın başına
dek bir ayan sülalesinin insafına terk edilmiş; iki denizin birleşimindeki bu
güzelim cennet yarımada, uzun yıllar boyunca gözden ve gönülden ırak kalır. Sultan Reşat döneminde; 1914’de Datça nahiye yapılır ve tahttaki V. Mehmet Reşat’ın isminden ötürü
yerleşime Reşadiye adı verilir. İlk
nahiye müdürü Mir’at Efendi’dir.
Nahiye meclisi üyeleri ise Ali Osman Ağa,
Emrullah Efendi ve Panayot Efendi’den
oluşur. Nahiye merkezi de bugünkü Ele,
yani Reşadiye’dir. Mehmet Ali Ambarcı anılarında nahiyenin
tam teşekküllü olmadığını, ancak bir asayiş karakolunun bulunduğunu belirtiyor.
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
Daha
sonraları nahiye merkezinde bir de kadılık teşkilatı kurulsa da, kasabada daha
epey bir zaman Reşadiye ağalarının
sözü geçer. Zira ağalar, yarımadadaki bütün köylere hâkimdirler. Nahiye
müdürleri ise, sadece sembolik bir rol oynarlar. Nahiye müdürlerinin bu durumu
o kadar dramatik bir noktaya taşınır ki, birçoğu nahiye yıllarında; ağaların
adamları tarafından çocuklara taşlattırılırmış bile. Bu nahiye müdürlerinden
biri; nahiyeden dargın bir şekilde ayrılırken, hayıflanarak şöyle demiş: “Memleket olarak pek güzelsin. Bir tavus
kuşuna benziyorsun; ama insanların da bu kuşun ayakları…”
(Ekim 2020)
(Ekim 2020)
Reşadiye,
nahiye olarak 14 yıl ağaların nüfuzu altında bu şekilde yönetilir. Cumhuriyetin
kuruluşu sonrasında ise; 1928 yılında Datça,
ilçe hüviyetine kavuşur. Marmaris ile
doğru dürüst bir karayolu bağlantısının olmadığı o yıllarda, kazaya atanan ilk
kurucu kaymakam bir gün Datça’ya at
sırtında çıkagelir. Gelen kurucu kaymakam; bir kurtuluş gazisi ve kahraman; Tekelioğlu Sinan Bey’dir. Balkan ve
Çanakkale Savaşlarında düşmanlara karşı büyük mücadelelerin içinde pişen bu
yiğit kişi, memleket topyekûn düşman işgaline uğradığında da yine cephenin en
ön saflarında düşmana karşı direnişi örgütleyerek mücadelenin ta göbeğine
atlar.
(Hasan Doğan Arşivi)
(Nisan 2007)
Kuvayı Milliye’nin
örgütlenmesi aşamasında; Güney Cephesi’nde
Fransızlara karşı çarpışır. 40 kişilik birliğiyle sivil kıyafetler içinde
düşman işgali altındaki köylere sızarak, 700 kişilik Fransız birliğini
darmadağın eder. Daha sonraki yıllarda; bu olayın, Fransızları Ankara hükümeti
ile anlaşmaya zorlayan en önemli hamlelerden biri olduğu anlatılır.
(Ekim 2020)
(Ekim 2020)
Kaymakam Sinan Bey, Kurtuluş’tan sonra da Kuruluş sürecinde devletin ve ülkenin
inşasında görev alır. Datça’da
imkânsızlıklar içinde ilçe teşkilatının oluşturulması için iki yıl boyunca
canla başla çalışır. Reşadiye’de kiralık
binalar bularak teşkilatlanmaya çaba gösterir. Bunlardan biri de, o günlerde
ilçede hükümet konağı işlevini gören ve bugün Reşadiye’de belki artık gelenin geçenin bile pek de dikkatini
çekmeyen; yüksek duvarlı bir avlunun içinde, harap vaziyetteki iki katlı taş
binadır. Harap halinden anlaşıldığı kadarıyla özel mülkiyet altında olduğu
düşünülen bu yapının, en kısa sürede kamulaştırılması ve restore edilerek
içinde barındırdığı hatıraya uygun olarak yaşatılması Datça’ya ve Datçalılara
yakışan en güzel davranış olacaktır.
(Ekim 2020)
(Ekim 2020)
Datça’nın kaza olarak
ilk ismi kayıtlara Dadya (İlkçağ’daki uzunluk ölçümü Stadia’dan
kaynaklanan isminden hareketle) olarak geçer. Kısa bir zaman sonra; o
dönemin İçişleri Bakanı İstanköylü Şükrü
Kaya, Kastamonu’nun kazası Daday ile olan isim benzerliği nedeniyle
karıştırılmaması için, ilçenin isminin Datça’ya
dönüştürülmesine vesile olur.
Bir Tuhfezadenin dramatik sonu
Tuhfezadeler,
yarımadadaki egemenliklerinin merkezini Ele
ya da Reşadiye olarak tanımlarlar. Ali Giridi (Ağaki) ile 17.yy.da başlayan süreç, günümüze bir turistik konaklama
tesisi olarak ulaşan Mehmet Ali Ağa
Konağı’nda vücut bulan ailenin iktidar gücünü, 20.yy.ın ilk yarısına dek
taşır. Ailenin bir başka kolu ise, Sındı
merkezli bir nüfuz egemenliği tesis eder yarımadada. Tuhfezadelerin Sındı
koluna mensup birçok üyesi, bugün Sındı
köy mezarlığında sınırlandırılmış özel bir bölümde yatmaktadırlar.
Sındı girişinde Sındı Ağalarının aile mezarlığı
(Ekim 2020)
İşte bu
mezarlardan birisinin taşı, diğerlerinden oldukça farklıdır. Belli ki bu ölüm,
can yakan, yürek burkan erken bir ölümdür. Prof.
Dr. Namık Açıkgöz’ün Datça’nın Mezar
Taşları isimli kitabındaki aktarıma göre; mezar taşında Hüseyin Ağa olarak tanımlanan 27
yaşındaki bu kişiyle ilgili şöyle bir bilgi yer alıyor: “İki düşman gelip kurşun ile anı şehit ettiler, Hüseyin Ağa’yı bi-günah”.
Yine Hasan Hoca’nın Betçe köylülerinden dinledikleri
çerçevesinde olayla ilgili aktardıkları ise şu doğrultuda:
"Bu olay, takriben üç asırlık bir
ağalık sürecinde bir ilk… Ben de merak ettim ve Betçe’de bu işin aslı astarı olup olmadığını yaşlılara sordum.
Köylülerden edindiğim izlenim, bu olayın pek konuşulmak istenmediği yönünde…
Ancak bir zaman sonra anladım ki; Sındı köyünde
yaşayan ağa çocuğu, köyde kadın kız ne varsa, onlara sarkıntılık edermiş.
Devlet onlar, hükümet onlar; halk da korkuyor tabii ki. Köyde kadınlar çamaşır
asamaz olmuşlar. Özellikle bu genç, çamaşır günleri kadınların temizliğini
bildiği için, onlara sataşırmış. Sındı
köyü bu olayla çalkalanır olmuş ve sonuçta köyden birileri bu gidişe dur demek
için bir plan yapmışlar. Önce konaktaki köpekleri belirli zamanlarda etle beslemişler.
Köpekler, bu insanların kokusuna alıştırılmış. Bir zaman sonra konağa gizlice
girildiğinde, köpekler ses çıkarmamışlar. Konağa girenler, gizlice genci
konaktan alıp kaçırmışlar. Atın ayaklarına da nalları ters çakmışlar. İşin
sonunda gencin ölüsü Hızırşah
mezarlığında bulunmuş. Ama bu cinayeti
işleyenler bir daha asla ortaya çıkarılamamış."
Tuhfezadelerden bugüne kalan
Mehmet
Ali Ağa Konağı
Reşadiye’de; Kavak Meydanı’nda yer alan Mehmet Ali Konağı, 18.yy.ın sonu ve
19.yy.ın başlarında Mehmet Ali Ağa’nın
babası Mehmet Halil Ağa döneminde
yaptırılır. Halk arasında büyüklüğü nedeniyle Kocaev olarak da anılan konak, esas şöhretine ve en debdebeli
günlerine, ağanın oğlu ve ailenin son temsilcisi olan Mehmet Ali Ağa zamanında erişir. Yazının ilk bölümünde anlatılan
süreçte konak, Tuhfezadelerin yasal
mirasçılarının elinden satışa çıkarıldıktan sonra birkaç kez el değiştirir;
tütün deposu, sinema, okul ve düğün salonu olarak kullanılır. Bu süreçte bu
değerli yapı oldukça yıpranır ve aslına uygun olmayan değişikliklere uğrar.
(https: //kocaev.com/galeri.php)
Yapıyı son
olarak satın alan şimdiki sahipleri Pir
Ailesi, Mehmet Ali Ağa Konağı’nı
aslına uygun olarak restore ettirerek yapıyı bir müze-otel olarak bölge
turizminin hizmetine sunarlar. Arkitera
Dergisi’nde konuyla ilgili bir röportajda; restorasyonu yürüten Yüksek
Mimar Süreyya Saruhan restorasyon
süreci ve konak ile ilgili şu bilgileri veriyor:
(Nisan 2007)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
“Buradaki amacımız,
konağı tamamen ilk haline dönüştürmek. Evrensel restorasyon ilkeleri
doğrultusunda, onarıp sağlamlaştırıyoruz ve o devri yaşatacak bir yapı
tasarlıyoruz. Konağın orijinal yapısına, özelliklerine, mekânlarına hiç bir
biçimde müdahale etmiyoruz. Dünyadaki restorasyon mantığı da "en az
müdahale, en iyi restorasyondur.”(4)
(https://kocaev.com/galeri.php)
Mehmet Ali Ağa Konağı, geleneksel
Türk mimarisinin, Anadolu'da yer alan çok önemli bir örneğini oluşturmaktadır.
Geniş bir arazi içinde yer alan yapı, iki katlıdır. Konağın alt katı yığma taş,
üst katı ise ahşap karkas arası tuğla dolgu olup, sıva ile örtülüdür. Yapının
dış cephelerinde herhangi bir süsleme izine rastlanmamakla beraber, zaman
içinde geçirdiği çok sayıdaki onarım nedeniyle dış cephedeki kalemişi süslemelerin yok olduğu
düşünülebilir.
Giriş
katında kuzey yönünde taş kemerler ile bir açık sofa sağlanmıştır. Üst katta
ise; ahşap direklerle desteklenen bir tür revak, bütün katın balkonunu çevirir.
Zemin katta, ambar ve depo alarak kullanılan mekânların dışında giriş holü
vardır. Üst katta ise, 6 oda bulunmaktadır. Bunlardan güney-batı ucunda yer
alan başoda, kalemişi ve ahşap işçiliği
ile literatüre girmiştir.
Mehmet Ali Ağa Konağı'nın önündeyiz. Alt kat yığma taş; üst kat ahşap karkas ve tuğla dolgulu bir yapı...
(Nisan 2007)
Mehmet Ali Konağı ile
ilgili ilk yayınlardan biri, 1974 yılında Prof.
Dr. Günsel Renda tarafından yazılmıştır. Sanat Dünyamız Dergisi'ndeki "Datça'da Eski Bir Türk Evi" adlı makalesinde Renda, konağın gerek planı, gerekse
ahşap işçiliği ve duvar nakışları yönünden sanat tarihimizde önemli bir yeri
olduğunu belirtiyor. Mimar Sinan Üniversitesi, Geleneksel Türk Sanatı Kalemişi
Öğretim Görevlisi Dr. Kaya Üçer ve
ekibi, konaktaki kalemişlerinin restorasyonunu gerçekleştirmiş. Dr. Kaya Üçer, restorasyon sürecinde mevcut
badanalı duvarların altında da desenlerin ortaya çıkarıldığını ve bunların
belgelenerek kopyalanıp arşivlendiğini aktarıyor.(4)
(https://kocaev.com/galeri.php)
(https://kocaev.com/galeri.php)
1974
yılındaki Prof. Dr. Günsel Renda
tarafından yapılan inceleme sırasında, yapının güney kanadının bir bölümünün
yıkılmış olduğu, zemin katın bir dizi kemerle bahçeye açılan revak bölümünün
ise tümüyle kapatılmış olduğu belirtiliyor. Aynı yıllarda konağın güney
kanadının yanında yer alan hamamın orijinal nakışlarının da bulunduğu ifade
ediliyor.
(https://kocaev.com/galeri.php)
Üst kat
sofasının kuzey ucunda yer alan yaklaşık 5*9
metre boyutundaki başoda, üç yanında
yer alan dokuz, seki altında yer alan bir adet giyotin pencere ile oldukça
aydınlıktır. Başoda, iki kolon ile
seki altından ayrılmakta olup, hemen her noktası kalemişi nakışlarla süslüdür. Sekinin arka bölümünün ortasında
kapakları geometrik düzenlemeli bir yüklük ile onun her iki yanında üçer raflı
bir niş dizisi bulunmaktadır. Seki altının iki yan duvarında ortasında baklava
motifli, kırmızı renk ağırlıklı büyük birer süsleme yer almaktadır.
(https://kocaev.com/galeri.php)
İki
kanatlı yüklüğün üst bölümündeki duvar yüzeyi beş bölüme ayrılmış olup,
ortadaki üç bölümde, birer adet manzara resmi bulunmaktadır. Ortadaki resim bir
İstanbul manzarası olup, Topkapı Sarayı, Haliç girişi anlatılmaya
çalışılmıştır. Denizde çok sayıdaki teknenin arasından Kız Kulesi net bir
şekilde seçilmektedir. Gerçek İstanbul tasavvurundan uzak olsa da, ressamın
kendi hayal gücünü yansıtması açısından oldukça ilginç ve usta işidir. Nedense
taşra konaklarında hayali İstanbul manzaralarını resmetmek bir gelenek olsa
gerek. Aynı durum Birgi’deki Çakırağa Konağı’nın kalemişi süslemelerinde de mevcuttur.
(Haziran 2008)
Konağın üst katında yer alan kalemişi süslemelerden biri
(Haziran 2008)
İstanbul
manzarasının sağında yer alan resimde ortasından, küçük bir ırmak geçen bir
kasaba canlandırılmıştır. Irmağın üzerinde bir köprü, hemen yanında tek
minareli küçük bir mescit, onun sağında ise ikişer şerefeli, iki minareli, üç
gözlü son cemaat yeri olan bir selâtin cami seçilmektedir. Ön planda ağaçlar
arasında iki geyik ve birazda abartılı şekilde çizilmiş ağzında yılan tutan
leylek, resme hareket kazandırmaktadır. Genellikle bu gibi resimlerde herhangi
bir canlı motifi bulunmamasına karşın, burada görülen geyik ve leylek figürü
ilgi çekicidir. Soldaki resim ise, iki burcu ile orta yerinde kırmızı ve sarı
renklerinden oluşan birer bayrağın bulunduğu yerleşmedir. Ön plandaki hurma
ağaçları bu şehrin Arabistan’a ait bir yerleşmeyi anımsattığını düşünmemize yol
açmaktadır.
Alt katta taş kemerlerle oluşturulmuş sofa; zeminde gaga taşlarıyla oluşturulmuş desenler ise göz alıcı...
Konağın bahçesinden bir görünüm
(https://kocaev.com/galeri.php)
Girişin
sağında ortasında yer alan, müsenna-aynalı
simetrik “Allahu Ekber-Maşallah”
yazısının(5) okunduğu
büyük madalyonun sol yanında surla çevrilmiş bir yerleşme, sağında ise üç
bölümlü bir son cemaat yeri görülen dört minareli anıtsal bir cami
bulunmaktadır. Başodanın her üç duvarında da birbirlerinden ince ve zarif ahşap
kolonçelerle ayrılmış, madalyonlu panolar içindeki vazolarda farklı çiçek
buketleri yer almakta olup, üstlerinde birbirine benzer çiçekli bir silme vardır.
Başodanın tavanının tam ortasında; çarkı felek motifli büyük bir tavan göbeği
bulunmakta olup, bu bölüm tavanın diğer kısımlarından daha çukurdur. Tavanın
büyük bölümü ise, kırmızı ve sarı renkler ile boyanmış dikdörtgen ve karelerden
oluşmaktadır.
(https://kocaev.com/galeri.php)
(https://kocaev.com/galeri.php)
Yapının
diğer odaları başoda kadar kalemişi süslemelere
sahip olmayıp, genelde ahşap oyma işçiliği ile ön plana çıkmaktadır. Sofanın
arka bölümünde yer alan dört odanın bazılarında yorgan ve yatak koymak için ahşap
yüklükler bulunmakta olup, bu odalarda silme şeklinde çok az kalemişi mevcuttur.
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
Günümüzde
yapının çevresinde yer alan müştemilat yapıları büyük oranda yok olmuştur. Buna
karşın 2000’li yılların başlarında yapılan restorasyon sonrasında zemin kat
avlusunun ortasında, çevresi çakıl taşı döşeli, iki kademeli bir selsebilin(6) yer aldığını görmekteyiz.(7)
(https://kocaev.com/galeri.php)
(https://kocaev.com/galeri.php)
Reşadiye’de
bulunan, yaklaşık iki yüz yıllık geleneksel Türk mimarisinin bu nadide
örneğinin insanlığın bir kültür mirası olarak bütün unsurlarıyla korunarak
gelecek kuşaklara aktarılması için gerekli tüm önlemlerin alınması hayati
önemdedir.
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Kaynak: Prof. Dr. Namık Açıkgöz, "Datça'da Mezar Taşları ve Kitabeleri")
Reşadiye
Tuhfezade Camii
Reşadiye Camii, 1856
yılında yapılmıştır. Caminin banisi, El-Hacı
Halil’in oğlu Tuhfezade Es-Seyyit
Mehmet Halil Ağa’dır. Caminin taşları tarihi Knidos kentinden getirtilmiştir. Bu arada Mehmet Halil Ağa mülki teşkilatın son ağalarındandır. Caminin giriş
kapısı üzerinde kitabesi ve zamanın Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid’in tuğrası vardır. Caminin girişinde altı köşeli
şadırvan sizi karşılar. Cami kesme taştan ve kare plan üzerine kuruludur. Bu
kare plan üzerine bir kubbe oturtulmuştur. Caminin önünde üç bölümlük son
cemaat yeri mevcuttur. Mihrabı dikdörtgen formlu ve yarım daire nişlidir.
Kadınlar mahfili ise, U biçiminde ahşaptan yapılmıştır. Minberi de ahşaptan ve
yenidir. Ağa öldüğünde cenazesi caminin önüne gömülmüş ve etrafı demir
parmaklıklarla çevrilmiştir. Çevresi de yaz kış kırmızı açan çiçeklerle
donatılmıştır. Sonraları bu bölüme aile fertleri de gömülmüştür. Ne yazık ki
1928 yılında bu mezarlık sökülmüş ve buradan kaldırılmıştır. Cami 1945 ve 1975
tarihlerinde tadilat görmüştür. Cami halen bugünlerde yeni bir restorasyon
süreci geçirmektedir.(8)
Reşadiye Tuhfezade Camii; kadınlar mahfili
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
Karaköy
Tuhfezade Camii
Karaköy Camii, Köymen Limanı’na giden yolun
doğusundadır. Önündeki çınar ağacı ile fark edilir. Ayrıca önünde bir su
kuyusunun varlığından söz ediliyor. Ne yazık ki çatısı çökmüş durumdadır.
Caminin duvarlarında ve pencere aksamlarında Knidos antik kentinden getirilen devşirme antik malzeme
kullanılmıştır. Son cemaat yerinden geçilerek girilen caminin, giriş kapısının
üzerinde kitabesi vardır. Karaköy
Tuhfezade Camii, 1796 yılında yaptırılmıştır. Cami, Mehmet Halil Ağa tarafından yaptırılmıştır. Üstü ahşap çatı ve
kiremitle örtülmüştür. Caminin sadece mihrabı ayaktadır. Cami 1955-1956 yılına
kadar ibadete açık kalmıştır.(8)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Kaynak: Prof. Dr. Namık Açıkgöz, "Datça'da Mezar Taşları ve Kitabeler")
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(Hasan Doğan; Mart 2021)
(DEVAM EDECEK)
Dipnotlar: (1) Bu bilgiler Datça’nın ilk nüfus
müdürü Fethi Meltem’in basılmamış
anılarından derlenmiştir.
(2) Tuhfezadeler ve Mehmet Ali Ağa hakkındaki bilgiler için bkz. Horst Unbehaun,
Türkiye Kırsalında Kliyentalizm ve
Siyasal Katılım, Ütopya Yayınevi; l. Basım-Mart 2006; sayfa:83 ve “Datça’daki Mehmet Ali Ağa Konağı yeniden
hayat buluyor” isimli yazı için bkz. https://v3.arkitera.com/v1/haberler/2003/09/13/datca.htm
(3)
Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt; Baskıya Hazırlayan: Şadan Gökovalı; Bilgi Yayınevi,
6.Basım; Kasım-2001; sayfa: 141-142-143
(4)
“Datça’daki Mehmet Ali Ağa Konağı yeniden
hayat buluyor” isimli yazı için bkz. https://v3.arkitera.com/v1/haberler/2003/09/13/datca.htm
(5)
Müsenna-aynalı yazı; hat
sanatında bir yazı tekniğidir. Sözlükte “iki kısım veya iki parçadan oluşan, ikili,
iki katlı” anlamındaki müsennâ
kelimesi terim olarak “düz istifli veya girift, çift ve karşılıklı şekilde
yazılmış yazı, aynalı yazı” demektir. Soldaki ikinci kısım sağdaki asıl yazının
ters şeklidir. (Kaynak: İslam
Ansiklopedisi; müsenna maddesi)
(6)
Selsebil; Kur’ân-ı
Kerîm’de İnsân sûresinde geçen (76/18) selsebîl kelimesi cennetteki berrak bir
su kaynağını, Osmanlı mimarlık terminolojisinde göze ve kulağa huzur verecek
biçimde düzenlenmiş yapay çağlayanları ifade eder. İslâm dünyasında
selsebiller, hemen yalnızca saraylarda, kasırlarda, köşklerde ve yalılarda
kullanılmıştır. Zarif görünümleri ve çevrelerine yaydıkları su şırıltısıyla
huzurlu bir hava meydana getirmeleri yanında özellikle sıcak yaz günlerinde
bulundukları mekânı serinletirlerdi. (Kaynak: İslam Ansiklopedisi; selsebil
maddesi)
(7)
Prof. Günsel Renda’nın Sanat Dünyamız Dergisi’nde 1974 yılında
yayınlanan Datça’da Eski bir Türk Evi
isimli incelemesi ile ilgili bilgiler için
"Datça
Reşadiyede Bir Ev", Şehir ve Kültür, 55, İstanbul, Şubat 2019, s. 8-11. |
Dr. Mimar Sinan Genim adresinden yararlanılmıştır.
(8)
Reşadiye ve Karaköy Tuhfezade Camileri ile ilgili bilgiler için Fethi Meltem’in yayınlanmamış
anılarından yararlanılmıştır.
(9) Fotoğraflar, belirtilenler dışında İ.Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.
Yazan: Hasan Doğan-İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC
Antropoloji,entroğrafya,arkeoloji....Hepsi var. En güzeli de herkesin anlayacağı,akıcı bir anlatım. Emeğinize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkürler geri bildiriminize. İlginizin devamlılığı dileğiyle...İF
SilMerhabalar, Karaköy Tuhfezade Camisi için kullandığınız fotoğrafları izniniz olursa Karaköy ile ilgili yüksek lisans tezimde kullanmak isterim. Cevabınızı bekliyorum. Ellerinize sağlık
YanıtlaSilKaynak göstermek kaydıyla kullanabilirsiniz. Sayfalarımız korumalı olduğu için kopyalamada sorun olabilir. Bloğun altındaki mail adresime hangi fotoğrafları istediğinizi spesifik olarak belirtirseniz size yardımcı olabilirim. İF
Sil