Eskiden
insanoğlu bu dünyada
Dertlerden,
kaygılardan uzak yaşardı,
Bilmezdi
ölüm getiren hastalıkları.
Pandora
açınca kutunun kapağını,
Dağıttı
insanlara acıları dertleri.
Bir tek
umut kaldı dışarı çıkmadık
Kapağı
açılan dert kutusundan.(1)
15 Kasım 2018
İbrahim Fidanoğlu
Giriş
Yaşadığımız topraklarda
2500 yıl önce hayat süren filozof ruhlu bir ozan vardı: Kyme’li Hesiodos… İşler ve Günler isimli manzum eserinde çağına göre iyi bir çiftçi
ve iyi bir insan olabilmek için verdiği öğütlerin bir yerinde şöyle sesleniyordu
insanoğluna:
“İnsanlar kötülüğe yığınla akın eder; ona kolayca ulaşırlar,
yolu düzdür, yeri yakındır; ama iyiliğin önüne tanrılar alın terini
koymuşlardır, ona varan yol uzun ve diktir.”
Tire-Başköy Vadisi
Bu söz 2500 yıl önce
söylenmiş olsa da bugün de geçerliliğini koruyan evrensel bir düsturdur bize
göre. Yaşam kalitesini artırmak gibi sözleri çok duymuşuzdur günümüzde. Bir
yığın teori, bir yığın söz ve standart davranışı öne çıkaran bir dizi yaklaşım…
Bütün bunların ötesinde her şeyden önemlisi, yine bize göre, belli bir doğru
ahlak perspektifinde; iyiye, daha iyiye ulaşması ve Mevlana’ya atfedilen bir
sözde olduğu gibi Tanrı’nın tamamlanmamış bir projesi olarak formüle edilmiş insanın;
iyi ve kötü yönlerinden hangisini besleyip büyüteceğine karar vermesinin
gerektiğidir. Elbette bunun için tüm toplumların belli bir altyapıya ihtiyacı
vardır; ama bundan daha fazlası için insanın kendisinin de ortaya koyacağı bir
çaba söz konusu olmalıdır.
Tire Başköylü kabak kemane ustası İrfan Alkur; bir "iyilik" ustası
Bu iyilik üretme
sürecine bir insan nasıl ve neden girer? Esas soru budur. Dinler ve toplumlar
tarihinde bunun yığınlarca örneği; iyinin kötüyle ise sonsuz savaşımı var.
Sadece ekonomik ve teknolojik alt yapının iyileştirilmesi, insanlığa asla ebedi
huzur ve mutluluğu getirmeyecektir. Temel dönüşüm, bu maddi dünyadaki bütün
iyileştirmelere paralel olarak eşlik edecek bilinçlerdeki “iyi”ye doğru
dönüşümlerdir. 21.yy.daki insanın ihtiyacı olan sınırlarüstü bir yeni “hümanizma”
tanımına ihtiyaç var belki de. Elbette ekonomik ve teknolojik gelişme düzeyine
denk düşen ve özellikle de ondan güç alan bir bilinç dönüşümünden söz ediyoruz.
Hem ona uygun, hem de insanın doğasına uygun bir yeni ahlak anlayışının tesisine
yönelik bir bilinç dönüşümü…
Dağa Kaçtım gezginleri, kabak kemane ustası İrfan Alkur'un mekanında; günün iyilik tarafında...
Bugün Aydın Dağları’nın sonbaharın renklerine
boyanmış vadilerinden birinde; Başköy
civarında dolaşırken yaşadığımız tesadüfler, bize bunları düşündürttü biraz da.
Bir iyi, bir de kötü tesadüf… İşte bir günün hikâyesi…
Tire'de sabahın erken vakti; Gençler Kahvehanesi'nde Atatürk köşesi; bir Anadolu kasabasındaki halkın kendiliğinden kurtarıcısına duyduğu sevginin ifadesi...
Vakit sabah; Tire İstasyonu...
Sabah erkenden yine
koyulduk yollara. Bugün hedefimizde Tireli dostlarla birlikte daha önceki
yıllarda dağın kuzey yamaçlarından ulaştığımız Pers Satrapı Gamersos’un bir gözetleme kalesinin(2) bulunduğu Fesattepe’ye bu kez güney yamaçlarında
yer alan Yemişler köyünden ulaşmaktı.
Tire’de bir sabahçı kahvehanesindeki mükellef kahvaltıdan sonra, Kral Yolu’nu takiben Başköy Vadisi’ne yöneldik.
Başköy meydanında köy düğünü; meydan dumandan görünmüyor, 8 zurna 3 davul köyü inletiyor.
(Nisan 2007)
Yıllar önce Hasan
Hocalarla birlikte katıldığımız bir köy düğününden hatırladığımız Başköy, aslında Tire’nin merkeze en uzak
köylerinden biri ve bizim bundan sonra Başköy
Vadisi olarak anacağımız; bugünlerde sonbaharın bütün renkleriyle boyanmış
bu güzelim vadinin derinliklerinde yer alıyor. Bir dönem Türkmenlerin Batı
Anadolu’da sonlanan büyük göçünün hatırasını anan eski bir Türk boyunun ismi Uzgur ile anılan köyün adı, daha sonraki
yıllarda yörede görev yapan bir kaymakam tarafından vadideki önemine ve
büyüklüğüne atfen Başköy olarak
değiştirilmiş. Başköy’den sonra,
vadide Tire yönünde ilerlerken; Ortaköy
ve Yemişler köyü üzerinden Aydın Dağları’nın kuzey yüzüne doğru Çukurköy ve Kaplan’a ulaşmak mümkün... Uzun ve virajlı dağ yollarından
ilerleyerek bu pastoral vadinin güzelliklerini doya doya seyretmek, ayrı bir
keyif doğrusu.
Yemişler köyü; meydanda Dağa Kaçtım gezginleri, köylüyle konuşuyor.
Köye girerken, ceviz ve
incir tarımının öne çıktığı Başköy’ün
girişinde asılı “Jeotermal’e Hayır”
pankartı dikkatimizi çekiyor. Aydın civarında son yıllarda yoğun bir şekilde
devreye alınan jeotermal enerji santrallerinin bölgedeki en önemli tarımsal
ürünlerden olan incir üretimini olumsuz olarak etkilediğine dair basında son
yıllarda yaygın haberler yayımlanıyor. Büyük
Menderes Grabeni’nin sıcak su çıkışına izin veren fay kırıklarının
bulunduğu bölgelerde; Mursallı
civarından başlayıp Denizli’nin Sarayköy
ilçesine dek uzanan geniş bir alanda bu jeotermal enerji santrallerine
rastlamak mümkün. Biz son tüketiciler olarak; bu santrallerin olumsuz etkisini,
ovadaki incir rekoltesinin özellikle son yıllarda eskiye göre düşük bir düzeyde
seyretmesi ve bu durumun incir fiyatlarına yansımasıyla hissediyoruz. Özetle;
kaliteli incir bulmak, yıldan yıla giderek zorlaşıyor. Bu yıl iyi kalite inciri,
pazarda 40 liradan aşağı bulmak pek mümkün değil.
Köyün meydanında yer alan ve bir vadiye doğru bakan konumdaki Atatürk büstü
Ovadaki düşen incir
rekoltesi, bu anlamda dağ köylerindeki incir tarımını öne çıkarıyor. Ama bugün
anladık ki, jeotermalciler boş durmuyor; ovada yaptıklarını, dağlarda
deniyorlar. Bir yandan şuursuzca kurulan rüzgâr elektrik santralleri, diğer
yanda ise yer altındaki enerjiye sahip olma derdindeki jeotermal santraller;
özetle söylemek gerekirse, ne yazık ki Aydın
Dağları da ülkenin diğer bölgelerinde olduğu gibi temiz enerji maskesi
altında iki ateş arasında kalmış durumda ve bundan en çok muzdarip olacak
olanlar da yine bu toprağın, bu dağ köylerinin insanları…
Gezginler, tamamlayamadıkları Fesattepe yürüyüşünün başında; en arkada Fesattepe...
Kötünün hikâyesi
Sabah 10.30 gibi Başköy üzerinden dağa doğru tırmanan bir
asfalt yoldan önce Ortaköy’e, daha
sonra da Yemişler köyüne ulaştık. Köy
sessiz ve sakindi. Köyün meydanı diyebileceğimiz ve Atatürk büstünün de
bulunduğu alanda birkaç köylü vardı. Bir tanesi ile selamlaşıp konuştuk. Fesattepe’ye çıkış için kolay bir patika
sorduk; yürüyüş için köye geldiğimizi söyledik. Adam, sorgulayan bakışlarla ve
biraz da gönülsüzce sorularımıza cevap verdi. Vedalaşıp ayrıldık ve köylünün
gösterdiği patikayı takip ederek, incir bahçeleri içinden yürümeye başladık.
Fesattepe'ye doğru...
İncirlerin ardında Yemişler köyü
Tam karşımızda kireç
taşından dev bir başlığı andıran kayalıkla taçlandırılmış Fesattepe, bütün görkemiyle durmaktaydı. Aydın Dağları’nın iki yakasındaki Büyük Menderes ve Küçük
Menderes ovalarına hâkim bir noktada yer alan bu tepenin; vakti zamanında
(İ.Ö. 5. yüzyılda) neden Pers Satrapı Gamersos
tarafından bir gözetleme kalesi için mekân seçildiği, bulunduğumuz noktadan
dağa doğru bakıldığında bizim için daha anlaşılırdı. Yaklaşık yarım saat kadar
yürüdük. Yürüdükçe incir ağaçlarının arkasında kalan aşağılardaki Yemişler köyü ve sol yanımızdaki dere
yatağı bizden uzaklaştı. Doğu yönünde ise; köyün üstünden dolanarak dağ geçidine
doğru ilerleyen ve Tire’ye giden karayolunu seçebiliyorduk.
Fesattepe yolunda incir bahçeleri
Bir eski bağ evinden kalan...
Fesattepe, bize bir incir ağacının ardından göz kırpıyor.
Bu sırada arkamızdan
yetişen bir motosikletli köylü, köy muhtarının bizim yürüyüş yapmamızı
istemediğini ve dağdan inmemiz gerektiğini söyledi. Doğrusu ilk anda anlam
veremedik. Yaklaşık 10 yıldır İzmir ve çevresindeki dağlarda doğa yürüyüşleri
yapan bizler için bu davranış anlaşılır gibi değildi. Köylüye doğa dostu
kişiler olduğumuzu, dağ yürüyüşü yaptığımızı ve yürüdüğümüz patikayı takip
ederek karşımızda duran Fesattepe’ye
çıkmayı amaçladığımızı söyledik ve bunları muhtara iletmesini istedik.
Motosikletli delikanlı yanımızdan ayrıldı ve yeniden köye döndü. Bizim ise
canımız fena halde sıkılmıştı; özellikle de Tire’de bizi konuk eden Hasan
Hoca’nın. Umursamayarak, yeniden yürümeye devam ettik.
Ardımızda bıraktığımız Yemişler köyü ve Çukurköy üzerinden Tire'ye giden karayolu
Bir süre sonra karşıdan;
dağdaki bahçesinden traktörüyle birlikte gelmekte olan bir başka köylü göründü.
Bizim yanımıza gelince traktörünü durdurdu. Selamlaştık; hatırını sorduk. Bir
süre ayaküstü kendisi ile sohbet ettik. Traktörlü köylüye de Fesattepe’ye doğru yürümekte olduğumuzu
anlattık. Tam o sırada köylünün telefonu çaldı. Köylünün konuşmasından anladık
ki; konu bizdik. Muhtar, bağırış çığırış içinde; bizim aşağıya, köye inmemizi
istiyordu; hatta emrediyordu. Bizi Tire’ye davet eden dostumuz Hasan Hoca, bu
duruma alabildiğine içerledi ve köylüden telefonu kendisine vermesini istedi.
Telefonu alır almaz daha kendisini tanıtmaya fırsat kalmadan, köyün muhtarı
Hasan Hoca’ya, ağzına ne gelirse saydırmaya başladı. Türk konukseverliğinden
nasibini almamış bu adam, bize aşağıya inmemizi emrediyor ve aksi
takdirde kolluk kuvvetlerini üzerimize göndereceğini söyleyerek biz; doğa dostu
yürüyüşçüleri bir anlamda tehdit ediyordu. Konuşmadan anlaşıldığı kadarıyla
kendisi köyde değildi ve bir yakınının cenazesi için Kireli köyüne gitmişti. Bizim dağa doğru yürüdüğümüzü gören işgüzar
köylülerden birinin, ona; cansiperane görev bilinci(!) içinde haber uçurması
sonucunda, ne yazık ki; oradan bize telefonla erişerek tadımızı kaçırmayı
becermişti. Telefonda nasıl konuşulacağını dahi bilmeyecek denli kaba
ve usul adap bilmeyen bu kişi, sonuç olarak; güzelim incir diyarında bir çuval inciri berbat etmişti
maalesef.
Sıram sıra; sıra dağlar, oy güzelim dağlar...
Canımız sıkıldı;
yürüyelim dedik, biraz ilerledik; ama bizden ayrılan köylü de huzursuzlandı.
Anladığımız kadarıyla aşağıda da muhtar ile irtibat halinde başkaları vardı.
Günün bütünüyle berbat olmaması adına, köye geri dönmeye kara verdik. Köy
meydanındaki gençlerle konuşmamız sonucunda anladık ki, köylüler bizi Başköy civarında enerji santralleri için
keşif yapan jeotermalcilere benzetmişlerdi. Gösterdikleri anlam veremediğimiz
tepkinin nedeni buydu. Ovada incir ağaçlarının uğradığı yıkıma benzer bir
sonucun, kendi başlarına da gelmesini istemiyorlardı. Aslında yaptıkları, bir
şekilde kendi hayatlarını savunmak ve ona yönelik potansiyel tehditlere karşı
çıkmaktı. Ancak ne yazık ki, uyguladıkları yöntemlerle, nereye saldıracaklarını
bilemeyen kızgın boğalar gibiydiler. Bu gidişle en büyük zarara uğrayacak
olanlar, yine kendileri olacaktı. Hele hele kendilerini göstere göstere köye
gelen, amaçlarını medeni bir şekilde meydanda gördükleri köylüye izah eden bu doğasever
insanlara karşı takındıkları tutum, hiç de dostça ve Türk konukseverliğine
yakışır nitelikte değildi. Ama ulus olarak; haslet diye öğündüğümüz neyimiz
kalmıştı ki bugün? Erozyona uğramış topraklar gibi, bütün iyi özelliklerimizi de
alıp sürüklemişti ahir zaman. Haklıyken haksız çıkma uğruna takındığımız yanlış
tutumlar, tanımadan bilmeden köye gelen konuklara düşmanca davranışlar
affedilir şeyler değildi. Hele o muhtar!
Yemişler sırtlarından Yemişler köyü ve Başköy Vadisi'ne bakış
Elbette keyfimiz
kaçmıştı. Yemişler köyünden;
düşünceli, biraz kızgın ama hüzünle ayrıldık; insanımızın düştüğü çaresiz duruma
acıyarak… Günün kalan kısmında Başköy’ün
girişindeki bir başka hikâyenin içine girmek üzereydik sanki. Yaptıkları ve
yapacaklarıyla kendi çapında iyi insan olmanın mücadelesini veren Başköylü kabak kemane ustası ve
sanatçısı İrfan Alkur’un dünyasına…
Başköy Vadisi
İyinin hikâyesi
Başköy’e 2,5 km uzaklıkta; çınar, ceviz ve incir ağaçlarıyla kaplı
vadinin bir yakasında kurulu İrfan Alkur
Kültür ve Sanat Evi, Uzgur
isminde saklı kadim bir geçmişin günümüzde vücut bulmuş kutlu bir mirası
gibiydi. Öğleye doğru kahverengiden sarıya, farklı tonlarda sonbaharın
renkleriyle kaplı, güzelim vadideki mekâna ulaştığımızda; İrfan Alkur, bize ileriki saatlerde gözleri parlayarak anlatacağı
en güzel eseri; kültür ve sanat evini genişletme çalışmaları için, ustalarla
birlikte Başköy asfaltının üstündeki
yamaçta çalışmaktaydı. El emeği, göz nuru bir güzel eser, adı gibi irfan dolu
bir insanın çabalarıyla ayağa kaldırılmış; karşımızda durmaktaydı. Biraz sonra
keyifle onun bütün hücrelerine nüfuz ettik.
Başköy yakınlarında İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi
Gezginlerin İrfan Alkur'un evinde ağırlanışı; Yemişler köyüne ve köylülerine ithaf olunur.
Başköy Vadisi
Ama İrfan Alkur, ilk önce Yemişler
köyünde görmediğimiz bir şekilde; geleneksel Türk konukseverliğine uygun olarak
önce bizi karşıladı ve yolun vadi tarafında yaşam mekânı olarak kullandığı
evinin avlusuna dostça davet etti. Avlunun giriş kapısının tam karşısında yer
alan ve vadiye doğru uzanan balkon seki, üstümüzdeki kızarmış yapraklarıyla
çardağı saran sarmaşıklar, her yana asılı; kabak kemanenin en önemli hammaddesi
su kabakları; etrafımızdaki kasımpatlarıyla kaplı çiçek tarhları, masada kendi
ürünleri olan ve evin hanımı tarafından kırılıp hazırlanmış ceviz ve incir
tabakları; bulunduğumuz mekânla anlamdaşlığı ifade eden bir bütünsellik içinde
kavradı bizi.
İrfan Alkur, en güzel eseriyle; Başköy Vadisi'ne karşı...
İrfan Alkur, bu toprağın insanı… Şimdilerde 62 yaşında. Başköy’de doğmuş ve bu dağlarda ve
vadilerde koyunlarının peşinde koşturarak büyümüş. Köyün geleneğinde müziğin
hep önemli bir yeri olmuş. Bu geleneğin köklerinin Orta Asya’dan buralara getirilen
kabak kemane sazında olduğu gibi çok derinlerde olduğu anlaşılıyor. Köy o kadar
eski bir yerleşim ki; konuşmamız sırasında İrfan
Alkur, vadinin karşı yakasına düşen bir yönde; yörede Kureyş Mezarlığı adıyla anılan eski bir mezarlıktan söz ediyor. Ne
yazık ki; zaman içinde bölgede yürütülen hafriyat çalışmaları sırasında,
mezarlık harap olmuş ve İrfan Bey’in aktardığına göre de; günümüzde mezarlığa
dair toprak üstünde bir şey görmek mümkün değil artık.
İrfan Alkur'un yaşam mekanından vadinin güzelliği
İrfan Alkur daha çocukken, sesinin güzelliği hemen fark
edilmiş. 70li-80li yıllara dek Başköy’deki
köy kahvehanelerinde geceleri insanlar, şarkılar türküler söyleyip
eğlenirlermiş. O yıllar, henüz tüketim toplumu haline gelmediğimiz yıllardır. Başköy’de bu kahvehane eğlencelerinde
çalgı olarak özellikle kabak kemane kullanılırmış. İrfan Bey de çocuk yaşında
sesinin de güzelliği sayesinde, babasının yanında bu eğlencelere katılır ve
yörenin türkülerinden söylermiş. Kabak kemane de ilgisini çekmiş o yıllarda.
Demiş ki kendi kendisine; ben bu çalgıyı yaparım ve de çalarım.
İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi; dershane duvarındaki İrfan Usta'nın eseri kabak kemaneler
İrfan Usta çalıp söylüyor; Halil'in türküsü
İrfan Alkur, 13
yaşlarındayken, dağda koyunlarının peşinde; elinde bir çakı, bir zakkum
ağacının (Aydın Dağları’nın iki yakasında bu ağaca ayıngeç adını veriyorlar) gövdesinden bir parçayı yontarak önce
sapını yapmış. Sıra gövdesine gelmiş kabak kemanenin. Bir su kabağından yaptığı
gövdesini sapıyla birleştirip bir atın kuyruğundan kestiği kıllarından ise
kemanenin yayını üretmiş. Eski bir telefon kablosunun içinden sıyırdığı üç adet
tel, kabak kemanenin tellerini oluşturmuş. Kabak kemane yapımı ile ilgili hiçbir
eğitim almamasına rağmen, tamamen köydeki büyüklerinin elinde gördüğü kabak
kemanelerle ilgili gözlemleri üzerinden oluşturduğu çalgının akordu ise,
tamamen rastlantısal bir deneyimdir.
İrfan Alkur, Dağa Kaçtım gezginleri ile...
Bir gün İzmir Radyosu
sanatçılarından rahmetli Durmuş
Yazıcıoğlu, köyde öğretmenlik yapan bir öğretmen aracılığıyla namını
duyduğu İrfan Alkur’u dinlemeye Başköy’e gelir. İrfan Bey’in, eşliğinde
çalıp söylediği kabak kemanesini aynı zamanda ürettiğini de öğrenince, daha
fazla ilgilenir onunla. İzmir’e davet eder. Eğer bu çalgıyı üretebilirse, ona
satabileceği kişilerle bağlantı kurması konusunda yardım edebileceğini söyler. Durmuş Yazıcıoğlu’nun cesaretlendirmesi,
bir anlamda İrfan Alkur’un önünü
açar. Tire’de ürettiği kabak kemaneleri önce İzmir’e, daha sonra da Türkiye’nin
muhtelif noktalarına gönderir. Hayatını bu çalgıyı üretip satarak kazanır. Ama
köyünü ve doğduğu toprakları asla unutmaz. Bütün bu hayat mücadelesi içinde; hep
aklının bir köşesinde, bir gün o topraklara dönüp, bütün hayat deneyimini
doğduğu topraklardaki o güzel insanlara nasıl aktarabileceği sorusu vardır. Bir
gün aklının kurcalayan o soru, yanıt bulur ve o hayal, Başköy vadisinin bir yakasında gerçeğe dönüşür. Bizim de bugün
tanıklık ettiğimiz; Başköy’e 2,5 km
kadar uzaklıktaki İrfan Alkur Kültür ve
Sanat Evi, işte bu hayalin ete kemiğe büründüğü bir gerçektir şimdi.
İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi; kabak kemane yapım atölyesi
Su kabağından kabak kemane gövdeleri
İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi, Başköy Vadisi’nin bir yamacında; kilit taşlarla kaplı eğimli yolla
ulaşılan, yörenin kayrak taşlarıyla kaplanmış, tek katlı bir yapıdan oluşuyor.
Bugünlerde binanın kuzey yönünde bir genişletme amaçlı bir inşaat faaliyeti
sürdürülüyor. Bahçesi, son derece bakımlı ve çiçeklerle kaplı her yanı… Binanın
bir bölümünde kabak kemane yapımının öğrencilere aktarıldığı atölye bulunuyor.
Ona bitişik konumdaki büyük salonda ise, Başköy’deki
kültürel mirası sürdürmeye aday köylü çocuklarına, kabak kemane ve bağlama
dersleri veriliyor. Bir beyaz tahtanın üzerinde bir kabak kemanenin
bileşenlerinin belirtildiği bir çizim yer alıyor. Dershanenin duvarlarında ise,
İrfan Alkur ve öğrencilerinin yaptığı
kabak kemaneler asılı.
İrfan Usta, Dağa Kaçtım gezginlerine kabak kemane hakkında bilgi veriyor.
Bir irfan yuvasında Başköy hatırası
Hiç kimseden bir şey
beklemeksizin, sadece kendi olanaklarıyla oluşturulmuş bir girişimden söz
ediyoruz. Tamamen gönüllülük temelinde ve doğduğu topraklara duyduğu minnet ve
sevginin bir ifadesi olarak; o topraklardaki kültür geleneği yok olmasın ve kendisinden
sonraki kuşaklara aktarılabilsin diye girişilmiş iyi niyetli bir çaba… Köydeki
çocukların ailelerinin tek tek dolaşılarak ikna edilmesi, ilk başta okulla
yapılan işbirlikleri, kendi imkânlarıyla oluşturulan bir “irfan” yuvası ve daha neler… Ailelerin oluruyla bu eğitim sürecine
katılan öğrenciler, haftada üç gün İrfan
Alkur Kültür ve Sanat Evi’nde eğitim alıyorlar. Kış sezonunda Tire’de
yaşayan İrfan Bey, kendi arabasıyla yaklaşık 25 km yol yapıp kültür evine
geliyor. Kabak kemane eğitimi alan çocuklar gelmeden dershanenin sobasını
yakıyor. Ders için gerekli tüm ön hazırlıkları yapıyor ve çocukları bekliyor. Ders
sonrası, tekrar 25 km yolu kat edip Tire’ye dönüyor. Bütün bunların hepsi, İrfan Alkur’un özverisini ve bu işe
adanmışlığının hangi düzeyde olduğunu gösteriyor.
Kültür nasıl korunur; işte böyle: yetiştirdiği öğrencilerden bir grup ile birlikte; dersane duvarındaki fotoğraftan...
Dershanede geçirdiğimiz
zaman diliminde İrfan Alkur, bize insanın
derinliklerine seslenen sazıyla, sözüyle bu dağların tınısından ip uçları da
veriyor. Kabak kemanesi ile seslendirdiği Çanakkale
Ağıtı ise, günün en değerli armağanı gibi… Kabak kemanenin gövdesini
oluşturan su kabağının üstüne gerdikleri zar, ona buğulu ve derinden bir ses
özelliği kazandıran dana yüreğinin zarından yapılıyormuş. İlk yaptığı kabak
kemanelerde ise, İrfan Bey; tavşan derisi kullanmış. Adnan Menderes Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden bir öğretim
üyesinin ziyareti sırasında, temininde çektiği sıkıntılarından söz etmesi
üzerine; kendisine bu konuda nasıl yardımcı olduğundan söz ediyor sohbetimizde.
Böyle bir irfan yuvasına elbette ilgi duyan herkesin yapabileceği bir katkı
mutlaka olmalı diye düşünüyoruz.
Çanakkale Ağıtı
İrfan Alkur Kültür ve Sanat Evi'nin girişinde yer alan plaket
İrfan Alkur; TRT Haber'de...
(Youtube'dan alınmıştır.)
TRT belgesellerine konu
olan, yakınlarda da yine TRT Belgesel
kanalı için yeni bir belgeseli çekilen İrfan
Alkur’un kabak kemane atölyesinin girişinde İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından şahsına verilmiş bir plaket
yer alıyor. Plakette aynen şu ifadeler bulunmakta:
“Tarihe Saygı; Yerel
Koruma Ödülleri; 2016
Kabak kemane ustası
İrfan ALKUR, İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından ‘Geleneksel Zanaatların
Yaşatılması’ kategorisinde Jüri Özel Ödülü’ne değer
bulunmuştur. İzmir Büyükşehir
Belediyesi”
Onun bütün hülyası; mekânını,
sınırlar ötesine ulaştıracak boyutta bir çekim merkezi haline getirmek ve bu
sayede doğup büyüdüğü Başköy’e bir
şekilde borcunu ödemek… Tabii ki işin merkezinde yeni İrfan Alkur’lar yetiştirmek var; ama daha ötesi de var. Aslında
anlattıklarından bu yolda da epey bir mesafe kat ettiğini de söylemeliyiz. Öyle
ki; son yıllarda Amerika’dan bile onu ve mekânını merak eden insanlar ziyaretine
geliyorlar; sazını ve sesini bu mekânda dinliyorlar. Her şeyin aşındığı
günümüzde kendi öz kültürümüze bu denli sahip çıkan ve onu yedi kat yabancı
insanlara dahi tanıtmaya çalışarak, bir nevi kültür elçisi rolü de üstlenen bu
güzel insana gıpta etmemek mümkün değil… Ne mutlu ona; bu değerli ve aydınlık
yolculuğunda…
İrfan Alkur'un evinden Başköy Vadisi'ne bakış; avluda yediğimiz cevizle incirin kaynağı...
İrfan Bey’in bugün
kültür ve sanat evindeki inşaat faaliyetleri nedeniyle başı oldukça sıkışık…
Biz de onu daha fazla meşgul etmemek adına dostça vedalaşarak ayrılıyoruz
yanından; ama yetiştirdiği öğrencilerinin bir mezuniyet konserinde bulunma
sözünü kendisinden alarak…
Habibler düzleminden Aydın Dağları'nın görünüşü
Kızılçamlar, incir bahçeleri ve zeytinlikler; Aydın Dağları'nda dolaşırken...
Aydın Dağları’nı aşan geçitlerden birini takip ederek
ulaştığımız Germencik köyüne bağlı Habibler köyünün yol üstünde yer alan
kahvehanesi bugünkü son durağımız. Daha önceki geçişlerimizde(3) de uğradığımız bu yol
üstü kahvehanesinde; yeni demlenmiş bir çaydanlık çayın eşliğinde oldukça
gecikmiş bir öğle yemeğiyle son buluyor günümüz. Şimdi artık günün muhasebesini
yapmak zamanı; İzmir’e dönüş yolunda… İyi ile kötünün muhasebesini; ne kaldı
bize, ne kaldı bugünden yarına diye…
Dipnotlar:
(1) Hesiodos, Theogonia – İşler ve Günler; Çeviren: Azra Erhat-Sabahattin
Eyüpoğlu; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları; 1. Basım, Mayıs 2016-İstanbul;
sayfa: 52
(2) Fesattepe’de Pers Satrapı Gamersos’un kalesi ile ilgili olarak bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2012/02/pers-satrabi-gamersosun-tire.html
(3) Aydın Dağları’nın Habibler geçişi hakkında bkz. https://dagakactim.blogspot.com/2013/05/aydin-daglarindan-besparmaklarin.html
(4) Fotoğraflar, belirtilenler
dışında İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu