Sayfalar

6 Haziran 2017 Salı

KARAMANLI COĞRAFYASINDA… (1)



KONYA
 28 Nisan 2017
İbrahim Fidanoğlu
Giriş

Bozkırın tozlu patikalarında saklıdır hayat. Sıyırdıkça toprağı üstünden geriye bir Sille türküsü, bir Gesi Bağları tınısı kalır kulaklarımızda. Türkçe konuşup Helen alfabesiyle yazan; bizimle gülüp bizimle ağlayan insanlar gelir aklımıza. Sıcak bir yaz gününde bir Yunan kasabasında (belki de Larissa’dır); bir tiyatroda elinde basit bir tef eşliğinde birkaç yaşlı kadın; arkasında bir o kadar yanık suratlı Yunan köylüsü; biraz dikkatle dinlenince bir Orta Anadolu türküsünün sözlerini mırıldanmaktadır; büyük bir ciddiyetle.

 
Alâeddin Tepesi'nde bahar...

İşte sözleri:

“Şu Sille’den anam gece geçtim görmedim aman aman aman aman
Görmedim oğlan oğlan oğlan oğlan oğlan
Acıyı da tatlı anam sular içtim ölmedim aman aman aman aman
Ölmedim oğlan oğlan oğlan oğlan oğlan
Ah karaca dillim aman aman aman aman
Ah nire gidelim oğlan oğlan oğlan oğlan

Şu Sille’nin anam ortasında kayveler aman aman aman aman aman
Kayveler oğlan oğlan oğlan oğlan oğlan
İçer de içer anam serhoş olur efeler aman aman aman aman aman
Efeler oğlan oğlan oğlan oğlan oğlan
Ah karaca dillim aman aman aman aman”

İşte size o “Kapadokya” havası…

Ağırnas Kaşık Karşılaması demişler ismine; bildiğimiz Sille...
(Youtube'dan alınmıştır.)

Böyle bir ruh haliyle Konya’ya indi uçağımız. Konya, bildiğimiz Konya değil artık; geniş caddeleri, uydu kentleri, binaya boğulmuş bir ortamda arayıp da bulamadığımız bir zamanların Meram Bağları; sabahın erken saatlerinde ulaştığımız binlerce yıllık Konya tarihinin merkezinde yer alan ve aslında bir höyük olan Alâeddin Tepesi’nde lalelerin dansıyla şallak mallak olduk önce. Anadolu Selçuklu egemenliğinin timsali olan Kılıçarslan Sarayı’ndan pek de bir şey kalmamıştı günümüze; sultanların mezarları, sıra dışı ve eklektik mimarisiyle dikkat çeken Alâeddin Camisi; hemen alt düzleminde ve Alâeddin Tepesi’nin karşısında yer alan Karatay Medresesi ile içindeki müze ilk dolaştığımız mekânlar oldu.

 
Alâeddin Tepesi'nde lalelerin dansı

 
Bu da bir başka açıdan; Alâeddin Tepesi 

Konya’nın merkezinde…

Alâeddin Tepesi, Konya’nın tarihsel coğrafyasında bir merkezi tanımlıyor aslında. Şehrin binlerce yıl geriye giden geçmişinin birçok sırrı bugün dahi bu tepenin derinliklerinde saklı olmalı. 20.yy.a kadar varlığını koruyan ve 1921 yılında Belediye tarafından yıktırılan bu tepe üzerindeki Eflatun Mescidi, şehrin erken tarihine tanıklık eden en eski yapılardan biriymiş. Yapı erken Bizans dönemi kiliselerinden biri olarak inşa edilmiş. Orijinal isminin Hagios Amphilokios olduğu, Türklerin kiliseyi Platon Kilisesi olarak adlandırdığı, Osmanlı döneminde kilisenin camiye çevrildiği ve 19.yy.da kubbesinin üstüne oturtulan bir ahşap kule ile saat kulesi işlevi kazandırıldığı kaynaklarda belirtiliyor.(1) Bugün ise tepe, daha çok Anadolu Selçuklu dönemini yansıtan Alâeddin Camisi, sultan türbeleri, saray kalıntısı gibi mimari yapıların yer aldığı ve lalelerle donatılmış bir rekreasyon alanı olarak öne çıkıyor.

 
Alâeddin Tepesi'nin bugünkü görünümü

 
Eflatun Mescidi; saat kuleli hali; 19.yy.dan kalma bir Berggren fotoğrafından...

 
Alâeddin Camisi

 
Alâeddin Camisi'nin turkuaz çinilerle kaplı mihrabı

  
 Dikdörtgen planlı Alâeddin Camisi'nin 40 dan fazla Roma ve Bizans dönemlerine ait devşirme sütunları

 
Alâeddin Camisi'nin minberi

Zaman içinde dikdörtgen planlı camiye yapılan eklentilerle neredeyse kocaman bir külliyeye dönüşen Alâeddin Camisi, devşirme mermer sütunları, kufi yazı ve turkuaz çinilerle çevrili mermer mihrabı ve abanoz ağacından kündekari ustalığıyla ışıldayan minberiyle dikkat çekiyor. I.Rükneddin Mesud (1116-1156) zamanında inşasına başlanmış, I.Alâeddin Keykubat zamanında tamamlanmış (1221). Caminin avlusunda Selçuklu sultanlarından I.Mesud, II.Kılıçarslan, I.Gıyaseddin Keyhüsrev, II.Rükneddin Süleyman, III.İzzeddin Kılıçarslan, I.Alaeddin Keykubat, II.Gıyaseddin Keyhüsrev, IV.Rükneddin Kılıçarslan ile III.Gıyaseddin Keyhüsrev’in mezarlarının bulunduğu türbeyle I.İzzeddin Keykavus’un adına yaptırılan tamamlanamamış bir başka türbe bulunuyor. Şu sıralar caminin ve çevredeki diğer yapıların restorasyonları sürdüğü için buraları ziyaret etmek mümkün değil. Sadece caminin içine girme fırsatımız oldu.

 
Alâeddin Tepesi'nde renk cümbüşü

 
Alâeddin Camisi'nin minberi 

 
Restorasyon sürüyor. 

Alâeddin Tepesi’nin hemen yan karşısında bulunan Karatay Medresesi ise Selçuklu mimarisinin benzersiz bir örneği olan mukarnaslı taç kapısıyla dikkat çekiyor. Ortasında hayat ve ölümü temsil eden bir havuzun bulunduğu kapalı avlulu yapının duvarları Sille taşından, kubbesi ve tonozları tuğladan inşa edilmiş. Medrese, Anadolu Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykavus zamanında şimdi ortadaki avluya açılan odalardan birinde sandukası bulunan Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış. Günümüzde Çini Eserler Müzesi olarak kullanılan yapının dersliklerinde sergilenen çini ve seramiklerden özellikle Selçukluların Beyşehir Gölü’ndeki bir ada üzerinde bulunan Kubadabad Sarayı’na ait insan ve hayvan motifleriyle süslü turkuaz-yeşil-lacivert renkli çiniler en göz alıcı örnekleri oluşturuyor.

Karatay Medresesi ve Selçuklu taş işçiliğinin benzersiz örneklerinden taç kapısı

 
Kapalı avlulu medreselere örnek; Karatay Medresesi'nin avlusu

 
Karatay Medresesi'nin duvarlarında yer alan çini örnekleri

 
 Günümüzün Çini Eserler Müzesi; Karatay Medresesi

 
Avluya açılan odalardan birinde yer alan Emir Celaleddin Karatay'ın sandukası

 
Kubadabad Sarayı'nda yer alan çinilere örnekler; hayvan desenleri...

 
Kubadabad çinileri; çinilerde yer alan insan desenleri

 
bu da bir diğeri...

 
Karatay Medresesi'nin kapalı avlusunda yer alan havuz

 
Karatay Medresesi'nin kubbesinde yer alan çiniler

Karatay Medresesi'nin taç kapısı; 20.yy.başları

Alâeddin Tepesi'nden ayrıldıktan sonra, medreseleri ararken Konya sokaklarında; birden karşımıza bir kilise çıktı. Kilise kapalıydı o anda. Biz dışarıdan fotoğraflarını çekerken bahçe kapısını açan bir bayan görevli, bize istersek kiliseyi gezebileceğimizi söyledi. Kendisi Türk değildi; galiba Romendi. Ancak oldukça iyi ve anlaşılır bir Türkçe konuşuyordu. Kendisi bizi içeri davet etti. Kilisenin adı Aziz Pavlus Kilisesi idi ve 1910 tarihini taşıyordu.  20. yy.başlarında Fransız misyonerler tarafından yaptırılmıştı. Kadın görevli, Kentte bulunan 20-30 civarındaki yabancıya ibadet imkanı sağladıklarını; kilisenin papazının bulunmadığını, 15 günde bir Pazar günleri Ankara'dan ayin için din görevlisinin geldiğini belirtti. Tek nefli bir yapı olan kilisenin içinde Konyalı Azize Aya Tekla ve yine Erken Hristiyanlık döneminde Konya'da bulunan Aziz Pavlus'un öğrencisi ve arkadaşı olan Aziz Timoteus'un tabloları dikkat çekiciydi. Bir süre kilise görevlisinin açıklamalarını dinledikten sonra kiliseden ayrıldık.

 
Konya Katolik Aziz Pavlus Kilisesi

 
Aziz Pavlus Kilisesi'nin içinden bir görünüm

 
Kilisedeki Meryem Ana Heykeli

 
Konyalı Azize Aya Tekla

 
Lystra'lı (şimdi Hatunsaray) Aziz Timoteus

Konya’da dolaştığımız önemli Selçuklu yapılarından bir diğeri de Anadolu Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykavus zamanında Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından; hadis ilmi okutulmak amacıyla 1264 yılında yaptırılan İnce Minareli Medrese… Bugünkü üst bölümü yıkılmış haliyle oldukça kısa kalan boyu, girişte yer alan eski fotoğraflarıyla kıyaslandığında; minareye neden ince sıfatının yakıştırıldığı daha iyi anlaşılıyor. 20.yy.ın başındaki (Temmuz 1907) Gertrude Bell fotoğraflarında minaresinin üst bölümü yıkılmış olarak görünen medresenin bu hasara daha önceleri uğradığı anlaşılıyor. Öğrendiğimize göre caminin iki şerefeli minaresi, 1901 yılında yıldırım düşmesi sonucu bugünkü halini almış. Medresenin doğu girişinde yer alan taç kapı ise, yine Selçuklu mimarisinin eşsiz taş işlemeciliği örneklerinden birini oluşturuyor. İnce Minareli Medrese, Taş ve Ahşap Eserleri Müzesi olarak kullanılıyor. Müzede; Selçuklu ve Karamanoğlu dönemlerine ait taş ve mermer üzerine oyma tekniği ile yazılmış inşa ve tamir kitabeleri, Konya Kalesi’ne ait yüksek kabartma rölyefler, çift başlı Selçuklu Kartalı, çeşitli ahşap malzemeye oyma tekniği ile yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş kapı ve pencere kanatları, ahşap tavan göbeği örnekleri ve mermer üzerine işlenmiş sandukalar teşhir ediliyor.

 
İnce Minareli Medrese; Temmuz-1907; Gertrude Bell fotoğrafı
(http://gertrudebell.ncl.ac.uk/photos_in_album.php?album_id=9&start=240)

 
İnce Minareli Medrese; minaresi yıkılmadan önce; 1901'de yıldırım düşmesi sonucunda üst bölüm yıkılmış.

 
İnce Minareli Medrese

  
Medresenin göz alıcı taç kapısı

Taç kapının üstündeki  düğüm motifi

 
Medresede sergilenen taş eserlerden biri; çift başlı Selçuklu Kartalı

 
bir diğeri...

 
mermer sandukalar

 
Kanatlı Melek kabartması

 
Müzede yer alan Selçuklu dönemi taş işçiliğinin en güzel örneklerinden...

 
İnce Minareli Medrese; yandan bakış...

 
Taç kapıya son bakış
 
Yakınlardaki bir diğer yapı; Sırçalı Medrese de Anadolu Selçuklu dönemi eserlerinden; ancak Karatay ve İnce Minerali Medrese’nin tersine bu yapı açık avlulu bir medrese düzenine sahip olmasıyla dikkat çekiyor. Özellikle bu yapı, daha önceki yıllarda Orta Asya’da; Özbekistan’da gördüğümüz açık avlulu medreselerin çok benzeri bir yapı olarak göründü bize. Özellikle çoğu tahrip olmuş olsa da avlu düzleminden basamakla erişilen ortadaki eyvanı çepeçevre saran turkuaz rengi çinileri, eyvanın iki yanındaki kubbeli derslikleri ve ortadaki hayat havuzuyla öne çıkan yapının çini işçiliği nedeniyle Sırçalı Medrese olarak adlandırıldığı kaynaklarda belirtiliyor. Medrese, II. Gıyaseddin Keyhusrev döneminde; 1242 yılında Bedreddin Musli tarafından fıkıh ilmi okutulmak üzere yaptırılmış.

 
Açık avlulu medreselere örnek; Sırçalı Medrese ve eyvanı

 Medreseye adını veren sırça çiniler

Medresenin derslikleri

Sırçalı Medrese'nin taç kapısı

Sırçalı Medrese; açık avlu

Sırçalı Medrese çinilerine örnekler; giriş bölümü

Sırçalı Medrese eyvanı; eski zamanlar...

Sırçalı Medrese; taç kapı; 20.yy. başları

Sahip Ata Camisi, Vezir Sahip Ata tarafından 1258 yılında yaptırılan külliyenin içinde yer alan ve Selçuklu taş işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan taç kapısı, benzersiz turkuaz çinileriyle kaplı görkemli mihrabı ve ahşap sütunlarıyla dikkat çeken bir yapı. Yapının mimarının adı, taç kapı üzerinde yer alan sağdaki sebilin mukarnas köşe dolgusundaki madalyonlarda belirtilmiş. Bu madalyonlardan sağdakinde “Amele Kölük” diğerinde ise “Bin Abdullah” ifadesi yer alıyor. Kaynaklara göre; bu kişi Ortodoks olup İslamiyet’i seçerek Müslüman olmuş, sarayda nakkaş ve mimarlık yapmış, daha sonra Sahip Ata’nın yaptırdığı birçok eserde imzası olan bir mimarmış. Eski cami, 1871 yılında yıldırım düşmesi sonucunda yıkılmış ve yine bu yıllarda yenilenerek bugünkü şeklini almış. Kaynaklara göre; Mimar Kölük’ün yapmış olduğu caminin; mihrap önünün kubbeli ve daha geniş olduğu; ayrıca avluya girişteki taç kapıya kadar uzandığı sanılıyor. Ancak yapının birçok yeri bu ikinci kez inşası sırasında değiştirilmiş ve caminin boyutları da küçültülmüş. Caminin zaman içinde iki minaresinden biri yıkılmış, diğeri ise halen ayakta. Camiyi yaptıran Sahip Ata ve yakınları, caminin güney duvarına bitişik türbede yatmaktalar. Külliyede cami ve türbeden başka bir hamam ve sufi mekânı hankah bulunuyor.

 
Sahip Ata Camisi; taç kapı ve tek kalan minare

 
1871 yılında yeniden yaptırılan mütevazı caminin girişi

 
Sahip Ata Camisi'nin içi

  
Çinilerle kaplı mihrabı

 
Mihrap; yakından...

  
Sahip Ata Camisi'nin içinden bir görünüm; kadınlar mahfili

Caminin hemen yakınlarında yer alan Arkeoloji Müzesi de Konya’da kaldığımız bir günlük sürede uğradığımız yerlerden biriydi. Arkeoloji Müzesi, özellikle Sidemara tipi Roma Dönemi lahitleriyle öne çıkan bir müze. Tabii ki; Çatalhöyük, Karahöyük, Erbaba ve Süberde kazılarından elde edilen buluntular; pişmiş toprak kaplar, obsidiyen ve çakmak taşından yapılmış ok ve mızrak uçları, üzüm salkımı şeklinde kandiller, hayvan biçimli kaplar, bronz halkalar ve silindir mühürler de müzenin prehistorik eserler bölümünde sergileniyor. Ayrıca Bizans Dönemi kiliselerinin taban mozaiklerinden örnekler, avludaki mezar stelleri, Roma Dönemi eserleri içinde bir Poseidon heykeli, Aziz Pavlus’un ziyaret ettiği şehirler; İconium (Konya), Lystra ve Derbe yazıtları dikkat çekiyor.

 
Konya Arkeoloji Müzesi; avludaki aslanlar ve diğer antikite

 
Roma dönemi Sidemara tipi Herakles Lahti

 
Sidemara tipi bir başka lahit

  
Tanrıça İştar figürini

 
Banyo kabı; bir tür küvet...

 
Karahöyük buluntularına örnekler

 
Üzüm salkımı şeklinde kandiller

 
Daha farklı yapıda bir kandil örneği

 
Obsidiyen malzemeden yapılmış süs eşyası; ayna...

 
Obsidiyen ok ve mızrak uçları

 
bir tür süzgü

 
Girlandlı bir Sidemara lahti örneği

 
Ölen kişiyi yakınlarıyla tasvir eden hüzünlü bir sahne

Konya’nın kadim mezarlığı Üçler Mezarlığı yakınlarındaki bir Konya Mutfağı lokantasında yenilen öğle yemeği sonrasında Konya şehir merkezindeki son uğrağımız Mevlana Türbesi ve Müzesi oldu. Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlana Dergâhı’nın yerinde Anadolu Selçuklu Devleti’nin hüküm sürdüğü zamanlarda Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi varmış. Mevlana’nın babası Sultanü’l Ulema Bahaeddin Veled’e devrin hükümdarı I. Alâeddin Keykubat tarafından bu bahçenin hediye edildiği, kendisinin 12 Ocak 1231 tarihinde vefatı sonrasında gül bahçesine ilk kez Bahaeddin Veled’in gömüldüğü; oğlu Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 17 Aralık 1273’de vefatı sonrasında ise onun da aynı bahçeye defnedildiği ve Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in izniyle bu mezarların üzerine Yeşil Kubbe (Kubbe-i Hadra) denilen türbenin yaptırıldığı kaynaklarda belirtiliyor. Türbenin 19.yy.a kadar eklentilerle devam eden inşa süreci, 1926’da dergâhın Mevlana Müzesi olarak yeniden düzenlenmesiyle yeni bir evreye girmiş. Müzenin yayıldığı alan, bugün 18 dönüme ulaşmış durumda. Türbenin çevresindeki alan, dikilen yeni güllerle büyük bir bahçeye dönüşmüş yeniden.

 
Önde Selimiye Camisi; arkada Mevlana Türbesi ve Müzesi

Müzenin avlusuna “Dervişan Kapısı” adı verilen bir kapıdan giriliyor. Avlunun kuzey ve batı kıyısında derviş hücreleri, güney yönünde ise Matbah(2), Hürrem Paşa(3) Türbesi ve Üçler Mezarlığı’na açılan Hamuşan (Susmuşlar) Kapısı yer alıyor. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa(4), Fatma Hatun(5) ve Hasan Paşa(6) türbeleri; onların yanında ise semahane ve mescit bölümleriyle Mevlana ve aile fertlerinin mezarlarının da yer aldığı türbenin ana binası bulunuyor.

Mevlana Türbesi'nin avlusunda yer alan şadırvan 
Avluya; Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan, Şeb-i Aruz Havuzu ve avlunun kuzey bölümünde yer alan selsebil(7) isimli bir çeşme ayrı bir renk katıyor.

Mevlana Celaleddin-i Rumi

Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye gelecek olursak; her ne kadar onun hakkında söz söylemeye haddimiz olmasa da; bir başka bakış açısıyla onun yaşadığı çağla ve gelecekle kurduğu ilişki hakkında, din ve inanç gibi hassas bir konuda evrenseli yakalamış olmanın yüksek meziyetlerini taşıyan bir insanın kimliğine dair bazı bilgileri de kaynaklara dayanarak biz aktaralım.

 
1960'lı yıllarda İran'da düzenlenen bir yarışmayla öne çıkan bir Mevlana resmi

“XIII. yüzyılda en yüksek döneminde, Rum (Anadolu anlayalım) Selçuklu İmparatorluğu içinde yaşam, hiç olmazsa kentlerde, kolay ve rahattı. İranlılaşmış bir sarayın ve hükümdarın etkisiyle İranlı kültürün yayılmış bulunduğu bu kentlerde oturanlar, Farsça söylüyor ve yazıyorlardı. Resmi din, Selçuklu sultanlarının inançları doğrultusunda, esasları medreselerde öğretilmekte olan Sünni Müslümanlıktı. Selçuklu medreseleri Müslüman kültürün en önde merkezleri idiler.   Ticaret ve zanaat, büyük ölçüde Hristiyanların ve Yahudilerin elindeydi; çünkü Selçuklu Türklerinin özü, savaşçı bir sınıfa dayanıyordu. Bununla birlikte yönetim geniş düşünceli ve hoşgörülü idi. Bu sebeple; Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar, uyum içinde bir arada varlıklarını sürdürmekteydiler.”(8)

 
Mevlana Külliyesi'ndeki şadırvanın arkasından beliren Selimiye Camisi
 
Selçuklu sultanları, iyi eğitim almış kimselerdi; tasavvufun ve ilim birikimlerinin gelişimini korumaktaydılar. Devrin en büyük bilginleri ve sanatçıları Konya’ya toplanmışlardı sanki. Sarayın onlara sağladığı olanaklar ve itici gücün etkisiyle, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya, bir çekim merkezi haline gelmişti. Bu gerçeğin Konya’ya çektiği en önemli şahsiyetlerinden birisi de Endülüslü Arap mutasavvıfı Muhyiddin İbn Arabî (1164-1241) idi. Bir tasavvuf üstadı ve evrenselcilik fikirlerinin kaynağı olan bu büyük insan, kendisinden sonrakileri benzersiz ölçüde etkiledi.

“İbn Arabî ile Mevlana’nın Anadolu’da uzun süre kalışları bir rastlantı sonucu değildir; bu iki mutasavvıf, kuşkusuz dönemlerindeki birçok Müslüman gibi hem uç beyliği, hem değiş tokuş mekanı olan (kültürlerin karşılıklı etkileşimi-İF) mistik ve dinsel oluşum bağlamında birçok şeyin mümkün olduğu, İslamlaşma süreci içindeki yeni bir ülkenin kendilerini kaptırmışlardır: Mevlana, kendi değişine göre; kendini Rum ülkesine gitmekle açıkça görevlendirilmiş (misyon sahibi-İF) olarak görüyordu. İbn Arabî Türk sultanının bir danışmanının(9) çağrısı üzerine geldi; burada evlendi ve en değerli müritlerini burada yetiştirdi.”(10)

 
Mevlana Müzesi'nin bahçesindeyiz.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin doğduğu coğrafya Horasan elleri diye tanımlanan ve şimdi Afganistan sınırları içinde kalmış Belh şehri. Harzemşahların hüküm sürdüğü bir zaman diliminde; bir tasavvuf üstadı Sultan-ül Ulema (Âlimlerin Sultanı) unvanıyla tanınan Bahaeddin Veled’in oğlu olarak 1207 yılında dünyaya gelir. Babasının yaşadığı coğrafyada kazanmış olduğu saygı, bilinirlik ve büyük ilginin Harzemşahlar nezdinde yarattığı rahatsızlık, onları doğdukları topraklardan uzaklara doğru sürükler.

“İbn Arabî ile Mevlana’nın ikili etkisi, çok açık bir evrenselcilik ruhu taşıyan ve söylem açısından çok zengin olan dinler üstü söylem açısından çok zengin olan Anadolu tasavvufunun kökenini oluşturmuştur. Bu gelenek olasılıkla yalnızca iki büyük sufiye özgü değildir. Daha eski Arap ya da İranlı üstatlarda da buna rastlanır; ancak Selçuklu, daha sonra Osmanlı dünyasında özellikle güçlü ve kalıcı etkisi olmuştur. Çünkü buralarda hükümdarlar, derviş etkinliğinin siyasal iktidarı tartışma konusu yapmaması gibi kesin bir koşulla sufilere çoğu kez lütufkâr davranmıştır. Ayrıca, bu iki şahsiyet, evrenselcilik mesajlarını, Orta Asya, göçebe ve Şaman köklerine hala çok yakın olan ve bunlarla sürekli temas halinde bulunan bir 13.yüzyıl Türk dünyasına aşılamıştır.”(11)

 
Mevlana Türbesi'nin giriş kapısı; en yukarıda Mevlevi sikkesi

Mevlana, tam da yukarıdaki paragrafta anlatılanlar çerçevesinde kişisel gelişimini önce babası; babasının ölümünden sonra ise onun öğrencilerinden Burhaneddin Tebrizi’nin gözetiminde Halep ve Şam medreselerinde tamamlayarak Selçuklu Sarayı ve Konya halkı nezdinde büyük bir saygınlık ve kabul görürlük kazanır. Medreselerde fıkıh ve din bilimi okutur.
 
Mevlana'nın kabri

1244’de Konya’nın ünlü Şeker Tacirleri Hanı’na baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin iner. Bu gezginin adı Şemseddin Muhammed Tebrizi’dir (Tebrizli Şems). İlk tanışmalarının ve birbirilerini sınamalarının ardından iki sufinin arasında günlerce hatta aylarca sürecek ayrılmaz bir bağlılık ilişkisi doğar. Bu süreç, hayatında bir dönüm noktasını teşkil edecek ve Mevlana’nın Şems-i Tebrizi üzerinden ulaştığı Tanrısal aşk ile yanıp kavrulmasına yol açacaktır. Bu o kadar sancılı bir süreçtir ki; Mevlana artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını ve halkın alışık olduğu her türlü davranışını terk edecektir. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştur. Konya’nın her kesiminde bu yeni duruma itirazlar başlar; ortalıkta bir isyan havası esmektedir.

 
Türbenin içinden...

Şems-i Tebrizi, bu sosyal iklim içerisinde; bir gece ansızın Konya’dan ayrılır. Şems-i Tebrizi’nin gidişiyle Mevlana kendinden geçer, yemeden içmeden kesilir; büyük bir üzüntü içindedir. Sonunda oğlu Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems’i Şam’da bularak büyük ricalar eşliğinde yeniden Konya’ya getirirler. Konya’da bir müddet barış havası eser; ortalık durulur, Mevlana ile Şems-i Tebrizi yine gözlerden uzak; eski ilişkilerini sürdürürler. Kısa bir süre sonra dervişler ve ikinci oğlu Alaeddin’in de içlerinde yer aldığı belli bir muhalif zümre, Tebrizli Şems’e karşı yeniden hoşnutsuzluklarını belli ederler. Bu can sıkıcı süreç, Mevlana’nın hayatına dair önemli ayrıntıları aktaran Ahmet Eflaki’nin anlatımına göre; bir gece Şems-i Tebrizi’ye karşı yedi kişinin düzenlediği bir suikast ile sonlanır. Tebrizli Şems, hançerlenerek öldürülmüştür artık.

 
Mevlana Türbesi

“Ama Mevlana’nın vefatından sonra diller çözüldü, sırlar ifşa edilmeye başlandı. Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi devrinin idrak eden derviş Ahmet Eflaki, Sultan Veled’den naklen, Şems’in kıskanç ve hayırsız yedi kişi tarafından hançerlendiğini, Sultan Veled’in zevcesi Fatma Hatun’dan naklen de, cesedinin bir kuyuya atıldığını “Ariflerin Menkıbeleri” adlı eserinde yazmaktadır. Yine Eflaki’nin kaydına göre Sultan Veled, bir gece rüyasında Şems’i görmüş, Şems ona cesedinin atıldığı kuyuyu haber vermiş, uyanır uyanmaz bazı dostlarını yanına alarak, cesedi gizlice kuyudan çıkartmış, Mevlana’nın Medresesi yakınlarındaki, Medresenin banisi Emir Bedrettin Gevhertaş’ın mezarı yanına defnettirmişti. Eflaki, böyle bu bilgileri verdikten sonra; sözlerini “Bu herkesin bilmediği bir sırdır” cümlesi ile bitirmiştir. Evet bu sır, Mevlana’nın yaşadığı yıllarda, yalnızca Sultan Veled ve birkaç has müridi arasında kalmış, asla ifşa edilmemiş, ancak Mevlana’nın vefatından sonra Eflaki’ye söylenmiş, o da bunu eserine kaydetmişti. Mevlana’nın vefatından sonra Şems’in üzerine türbe yaptırılmış, yine de “burada mezar var” denmemiş, Mevlana’nın mübarek ruhu incinir diye kimse Şems’in şahadetinden söz açamamış, gerçekleri bilen dervişler; “Şems kayboldu, burası türbe değil makamdır” deyip geçmişler.”(12)

 
Mevlana Türbesi; kubbe

Mevlana’nın Anadolu’da ve iç içe genişleyen halkalar şeklinde yayılan yakın ve uzak coğrafyalardaki etkisi, hem yatay hem de toplumun derinliklerine kadar nüfuz edecek dikey bir hareket kabiliyetine sahipti.

“Mevlana, (kendisinden önceki) daha eski tasavvuf geleneklerinin takipçisi olsa da, onları Anadolu’ya özgü koşullara uyarlamayı başarmakla yetinmemiş, onlara eşsiz kişiliğinin damgasını da vurmuştur. Ahmet Eflaki’nin yazdığı Ariflerin Menkıbeleri’nde (Menakıbü’l-arifin) Konya halkının bütün toplumsal ve dinsel çeşitliliği içinde Mevlana’nın pırıltısından etkilendiğini görürüz. Yüksek sınıflar ve hükümdarlar, Mevlana’yı ve müritlerini, raksa ve musikiye dayanan esrime (kendinden geçme) uygulamalarından dolayı onları sapkınlıkla suçlayan ulemanın saldırılarından korumuştur. Tarikatın, zanaatkârlar ve tacirler üzerinde olduğu gibi, yoksul kesim üzerinde de çok güçlü bir etkisi olmuştur. Son olarak, Mevlana’nın gayrimüslimlerle sürdürdüğü aralıksız temaslar, karşılıklı hoşgörünün izlerini taşımıştır.”(13)
 
Mevlana Türbesi; kubbeye doğru...

Taassuba hiç yer vermeyen bir din anlayışı, yolların çeşitliliği, amaç birliği; semanın önemi ve meşruluğu; doğrudan temas kurmaktan çekinilmemesi gereken en dik kafalı kişileri, gayri Müslimleri, mülhidleri, ayyaşları bile yola getiren aşkın önceliği; Mevlana’nın ortaya koyduğu yaklaşımlarının bazı önemli parametreleri niteliğindedir.

“Mevlana’nın öğretisi herkese açıktır ve şekilci dışlayıcılıkları aşkın mistik bir bakış açısı adına dinsel aidiyetleri dikkate almaz. “Yaradanın aşkı her yerde ve ister Mecusi, ister Yahudi, ister Hristiyan, bütün insanların üzerindedir” der Mevlana. Tasavvufun kendine özgü bakış açısına göre sıradan Müslüman da tasavvuf yoluna “ihtida” etmelidir.


Mevlana birçok kez kimi Müslüman ileri gelenlerin şekilciliği ve yersiz üstünlük zihniyetiyle alay eder.


Mevlana’nın etkisini duyurduğu ortam, şeyhin gayrimüslim çevresinin ihtida etmesini de çoğunlukla kolaylaştırmıştır. Tecrit olmuş Hristiyanların Konstantinopolis’teki patriklik otoritesi ile ruhani bağlarının giderek gevşediği bir ortamda, bu kadar hoşgörülü bir şeyhin peşinden gitmenin ve gayrimüslimlerin esnek ve herkese açık Mevlevi öğretisiyle özdeşleştirdikleri İslam dinini benimsemenin çekiciliği büyüktü. … Mevlevilerin bağdaştırmacı ruhu, “hakikati arayanların yoluna” girenlerin manevi cemaati içinde biçimsel dini farklılıkları önemsiz sayma eğilimindeydi ve bu durum ihtidayı kolaylaştırıyordu. Böylece Anadolu’da Mevlana tarafından başlatılan derviş tarikatlarının uzlaştırıcı niteliği, fethedilen halklar arasında İslam’ın başarısının önemli nedenlerinden biri olmuştur.”(14)

 
Selsebil

Mevlana’nın dinler üstü ve hoşgörü temelli yaklaşımları kendisinden sonraki dönemlerde ortaya çıkan yeni yaklaşımlara bir anlamda kapı açmıştır. Nasıl mı?

“Mevlana’nın davranışlarının sonraki dönemler için önemi saptanmak istenirse, Eflaki’nin anlatısı boyunca ortaya çıkan önemli bir olguyu göz önünde bulundurmak gerekir. Mevlana hayattayken, Konstantinopolis’ve ötesine uzanan Bizans ya da Frank topraklarında, Müslüman tarikatlar ile Hristiyan manastır çevreleri arasında sıkı temaslar kurulduğu anlaşılmaktadır. Karşılıklı saygıya dayanan bu ilişkiler ruhani alanda kurulan kardeşlik bağlarını saptamamızı sağlamaktadır; bu bağlar, 14.ve 15.yüzyıllarda daha büyük ölçekte gerçekleşecek yakınlaşmaları hazırlayacaktır. Burada Osmanlı dünyasındaki Bektaşilerin ve Bedreddinilerin bağdaştırmacı ruhunun habercisi olarak psikolojik ve kültürel iç içe geçişin ilk aşamasına tanık oluyoruz.”(15)

 
Türbeyi ziyaret edenler

Anadolu Selçuklu Devleti’nin hüküm sürdüğü yıllarda Anadolu’da nüfusun çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşmaktadır. O zaman dilimi, bir anlamda yüzlerce yıldır alışık oldukları bir yaşamın dönüşümü arifesinde, toplumsal katmanları iliklerine kadar sarsacak olaylarla doludur. Bizans’ın ve arkasından Moğol akınlarıyla yıpranan Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküş sürecine sürüklenmesi; bu evrede sosyal karışıklıkların da baş göstermesine; toplumsal kalabalıkların büyük umutsuzluklar içinde felaketlere doğru sürüklenmesine yol açar. Moğol akınları sonrasında ortaya çıkan iktidar savaşları sırasında Anadolu Babai İsyanları’yla sarsılır. Bu dönemde Anadolu topraklarında gelişen Muhyiddin İbn Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi ulu fikir önderlerinin liderlik ettiği bağdaştırmacı anlayışlar, bu toplumsal kargaşa ve alt üst oluşlar evresinde Anadolu halklarına yeni ümitler ve hedefler sunar.

 
Mevlana Müzesi'nden bir köşe

“Ticaret ya da başka nedenlerle Bizans ve Selçuklu devletleri arasındaki sıkı temas, iki dünyanın etnik olarak iç içe girmiş olması, karşılıklı tanışıklığı ve birçok ortak değer paylaşma bincini hızla geliştiriyordu. Mevlana, manevi etkisiyle birçok ihtidaya yol açmış olsa bile, ne Mevlevi zihniyeti ne de genel olarak derviş zihniyeti basit bir misyonerlik hareketine indirgenemez. Birçok gayrimüslim kendi dinlerini terk etmeden ve bunu yapmaya zorlanmadan tarikatla ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bu durumun en bilinen örneği Konya yakınındaki Eflatun Manastırı’dır (Deyr-i Eflatun); buradaki keşişler kalıcı bir İslam-Hristiyan uzlaşması başlatmışlardır. Mevlana sık sık dua etmek için manastıra gelir ve onun çile marifetlerine tanık olan başpapaz, kendi dinini korumakla birlikte onun kutsal kişiliğini ve mesajının doğruluğunu kabul eder.”(16)

Şems-i Tebrizi’nin katlinden sonra Mevlana adeta çılgına döner; hayata küser; ancak sonunda onun geri gelemeyeceğine kanat getirerek yeniden derslerine ve dostlarının arasına döner. Hayatının sonuna dek önce müritlerinden kuyumcu Selahattin Zerkubi (Mevlana, oğlu Sultan Veled’i Zerkubi’nin kızı Fatma Hatun ile evlendirmiştir) ile; onun ölümünden sonra ise öğrencisi Hüsamettin Çelebi ile yakın dostluk ilişkisine girer. Hüsamettin Çelebi ile beraberlikleri yaklaşık on yıl kadar ve ölümüne kadar sürer. Hüsamettin Çelebi, Konya yöresinin ahilerinin lideridir. Varlıklı bir kişidir; onun müridi olduktan sonra Hüsamettin Çelebi tüm servetini Mevlana’nın müritleri için harcar. İslam tasavvufunun en büyük eserlerinden olan Mesnevi, Hüsamettin Çelebi’nin teşvikiyle yazılır.

 
Mevlana Külliyesi; avludaki şadırvan

Mesnevi’nin başlangıcında önsöz niyetine “Rahman ve Rahim Tanrı adıyla” başlığıyla şu ifadeler yer alır:

“Bu kitap Mesnevi kitabıdır. Mesnevi hakikate ulaşma ve yakın sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer, sabahlardan daha aydın bir surette parlar… Kalplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları Selsebil derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır; en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yer, içerler… Hür kişiler ferahlanır; çalıp çığırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer; sabırlılara içilecek sudur. Firavun’un soyuna sopuna ve kâfirlere hasret. Nitekim Tanrı da “Hak onunla çoğunun yolunu azıtır; çoğunun da yolunu doğrultur” demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır; hüzünleri giderir. Ku’ranı apaçık bir hale koyar; rızıkların bolluğuna sebebolur; huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır; temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi Âlemlerin Rabbinden inmedir: Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi’nin bunlardan başka lakapları da var, o lakapları veren Tanrı’dır. Fakat biz bu az lakapları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tane büyük bir harmana delalet eder.”(17)

 
Mevlana Türbesi'nin karşısında yer alan tarihi Üçler Mezarlığı

Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlana yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştur. 17 Aralık 1273’de Hakk’a yürür. Mevlana’nın bu âlemden ayrıldığı gün olan 17 Aralık, onun için bir düğün gecesi gibidir; çünkü bitmez tükenmez bir aşkla bağlandığı sevgili Tanrı’sına kavuşacaktır; bu nedenle yüzyıllar boyunca; Mevlana’nın öğretileri doğrultusunda 17 Aralık gecesi, Şeb-i Aruz; yani düğün gecesi olarak anılır ve evrensel boyutlara taşıdığı düşüncelerinin ışığında o günden beri hatırası yaşatılır.

 
Mevlana'nın Gül Bahçesi'nden Alaeddin Tepesi'ndeki lale bahçelerine

Böyle bir adam yaşamıştı bu topraklarda yaklaşık 800 yıl önce. Bugünkü yaşadığı topraklarda; reel hayat içinde ondan ne kaldı? Her yıl düzenlenen Şeb-i Aruz törenlerinde her yıl tekrarlanan ritüel sonrasında herkes görevinin başına döndüğünde; hayat yine eskisi gibi kendini tekrarlamaya devam ediyor. Birbirini suçlamalar, bitmek bilmeyen kavgalar; hoşgörüyle başlayıp hoşgörüyü unutan cümleler... Oysaki ne derdi üstat:

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.”

Ama ne yazık ki, tüketmekle şartlandırılmış; nefsinin esiri olmuş; kısır döngülerin içine hapsolmuş zavallı insanoğlu, artık öyle bir noktaya gelmiş ki; kendinden başka kimseyi görmez; kimseyi dinlemez ve anlamaz olmuş. Evrenin merkezini hep kendi sanmış. Ölüm geldiği zaman; her şey geçmiş olacak ve bütün bir hayat berhava olup uçup gidecek. Yazık; çok yazık…

Arap sümbülleri; Alaeddin Tepesi

Şimdi gitmek zamanıdır Konya’dan; Sarı Selim’in 16.yy.da yaptırttığı Selimiye Camisi’nin önündeki meydanlıkta mehter havaları çalınıyor. Bangır bangır vurmakta davul; ahali ise kös dinlemekte kös… İçselleşmeyen felsefeden ne hayır gelir ki millete. Her şeyi biçime indirgeyince giyilen elbiseler öne çıkıyor nedense.

Ne demişti yine üstat:

“Nice insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok
Nice elbiseler gördüm içinde insan yok…”

Bize düşen ise, Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin yedi öğüdünü bir kez hatırlatmaktır kendimize; başkasına değil asla…

“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülükte deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Mevlana

Konya’dan Sille’ye doğru; yolumuz manastırlar ve Erken Bizans Dönemi kiliseleriyle dolu Karamanlı coğrafyasına doğru…

Bambaşka hikâyeler; bambaşka yolculuklar…

Beynimizde bir türkü;

“Şu Sille’den gece geçtim; görmedim annem
Acı tatlı sular içtim; ölmedim annem
Cahil idim kıymatını bilmedim annem
Şu Sille’nin ortasında kahveler annem
İçmiş içmiş serhoş olmuş efeler annem
Amanın Sille Amanın Sille; çektiğim çile çektiğim çile”
Bu da Bedia Akartürk’ün yorumu ile dinlediğimiz hali…
 (Youtube'dan alınmıştır.)
(DEVAM EDECEK)
Dipnotlar
(1)    İslam Ansiklopedisi; Eflatun Mescidi maddesi bkz. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c10/c100420.pdf
(2)   Matbah: Dergâh mutfağı; tarikata yeni katılan müritlerin ilk sınandığı mekândır.
(3)   Hürrem Paşa, Fatih Sultan Mehmet döneminde Rumeli Beylerbeyi olan Bosnalı İskender Paşa’nın oğludur. Kendisi Karaman Beylerbeyi iken, bir Türkmen ayaklanmasını bastırmak için gittiği Kayseri yakınlarındaki Kurşunlu Boğazı’nda öldürülmüş ve Mevlana Türbesi’nin avlusuna gömülmüştür.
(4)  Yusuf Sinan Paşa, aslen Gürcü olup daha sonra Müslüman olmuş; Karaman Beylerbeyi olarak görev yapmış; II. Selim döneminde vefat ettiğinde ise, yine Mevlana Türbesi’nin avlusuna gömülmüştür.
(5)   Fatma Hatun; Karaman Beylerbeyi Murat Paşa’nın kızı olup 1585 yılında öldüğünde Mevlana Külliyesi’nin avlusuna gömülmüştür.
(6)  Hasan Paşa; Karaman Beylerbeyliği yapmış; II. Selim’in kızlarından Şah Sultan ile evli; 1573’de ölünce yine bu avluya defnedilmiş.
(7)   Selsebil: İsmi Kuran’da geçen; cennetin pınarlarından birinin ismi ya da sıfatı (Kaynak: İslam Ansiklopedisi)
(8)  Irene Melikoff, Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe; Cumhuriyet Kitapları, Eylül-1998; sayfa: 60-61
(9)  Selçuklu sultanları I.Gıyaseddin Keyhusrev ve onun oğlu I. İzzeddin Keykavus’un danışmanlarından olan bu kişi Mecdeddin İshak’tır. Zamanının önemli tasavvuf simalarından biri olan Mecdeddin İshak, aynı zamanda Muhyiddin Ibn Arabî’nin müridi ve tefsircisi olarak tanınan Sadreddin Konevi’nin de babasıdır. Kaynaklara göre; ölünce İbn Arabi’nin Mecdeddin İshak’ın dul eşi ile evlendiği rivayet edilmektedir.
(10) Michel Balivet, Şeyh Bedrettin; Tasavvuf ve İsyan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 94-2000; sayfa:2
(11)Michel Balivet, a.g.e; sayfa:2
(12)  Mehmet Önder, Mevlana; Hamdım Piştim Yandım; Ajans-Türk Kültür Yayınları Serisi-3; sayfa: 64
(13)  Michel Balivet, a.g.e; sayfa:9
(14)  Michel Balivet, a.g.e; sayfa:9-10
(15)  Michel Balivet, a.g.e; sayfa:15
(16)  Michel Balivet, a.g.e; sayfa:16-17
(17)  Mevlana, Mesnevi-I; Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak); Gözden Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı; Doğan Kitap; 1.Baskı-Eylül 2007; sayfa: 5
(18)  Fotoğraflar yazıda belirtilenler dışında İF tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder