“MÜCEVHER” ŞEHİR HİVA
29 Ağustos-7 Eylül 2013
İbrahim Fidanoğlu
“Kumdan Kaleler
Yapmak”
Taşkent’ten sabahleyin havalanan uçağımız, yaklaşık 2 saatlik bir uçuş
sonrası öğle üzeri Harezm vilayetinin başkenti diyebileceğimiz Ürgenç
Havaalanı’na indi. Kırsaldaki kumdan kale kalıntılarıyla Harezm, Ortaçağın
kadim gücü şaman Harezmiler’in (bizim ilkokulda öğrendiğimiz şekliyle
Harzemşahlar) bugüne uzanan eli gibiydi. Mantı ve yoğurttan oluşan öğle
yemeğimizi Ürgenç’te yol üstünde bir restoranda yedik. Ürgenç, Taşkent’e göre
taşrada kalan ve yeni yeni gelişmekte olan bir şehir izlenimi verdi bize.
Şehir, havaalanından başlayarak tüm önemli caddeleri boyunca bir şantiye
görünümündeydi.
Amu Derya'yı geçerken (araçtan çekilen)
Bir de şunu söyleyelim; bu Ürgenç’lerden bir tane de Türkmenistan’da
var. Onun tam ismi Kunya-Ürgenç (yani eski Ürgenç anlamında) ve Harzemşahlar’ın
kadim başkenti olarak biliniyor. Harzemşahlar’a Maveraünnehir coğrafyasında,
egemenlikleri boyunca Türkmenistan’daki Kunya
Ürgenç, Özbekistan’daki Ürgenç yakınlarındaki bizim de ziyaret ettiğimiz Toprakkale ve Hiva kentleri başkentlik yapmışlar.
Amu Derya yada Ceyhun Irmağı geniş yatağında akarken
Yemek sonrası Özbekistan’ın içinde özerk bir cumhuriyet olarak
tanımlanmış, Kazaklara daha yakın olduğu söylenen ve çölün ortasındaki bitmek
bilmeyen kumullar üzerinde yaşayan Karakalpakların
yurdu Karakalpakistan’daki Harezm Kaleleri’nden bazılarını görmeye
gittik.
Karakalpaklar, aslında 1 milyon civarında, Özbekçe’den farklı bir lehçe ile konuşan
ve yukarıda da belirttiğimiz gibi Kazaklarla akraba kabul edilen bir halk.
Topraklarının çoğunu doğuda Kızılkum ve
güneyde Karakum Çölleri oluşturuyor.
Zaten ziyaret ettiğimiz kaleler de çöldeki tek malzeme olan kumdan ve onun
bağlayıcısı olarak da susuzluğa son derece dayanıklı, kökleri kumulların çok
derinlerine nüfuz edebilen saksavul isimli, bizim ılgın ağacına
benzeyen bir çöl bitkisinden yararlanılarak inşa edilmişler.
Ayaskale yolunda çöl bitkisi saksavullar
Ürgenç kırsalına ulaştığımızda yolumuzu Amu Derya (yada Ceyhun) kesti
bir an; geniş yatağında ama eski muhteşemliğinden uzakta; aheste aheste
akıyordu. Nehrin üzerindeki köprüden geçerek kumullar dünyasına daldık. Geçiş
noktasındaki küçük bir kulübe, açık halde bir tantan ve iki yeşil üniformalı
Karakalpak görevli Karakalpakistan’a girdiğimizin işaretiydi.
Toprakkale'ye tırmanırken
Amu Derya’dan beslenen kanallarla hayat bulmuş küçük köylerin arasından
geçerek tarihi İpek Yolu’nun kadim zamanlarda güvenliğini sağlamak üzere
kurulmuş kumdan Harezm kalelerinin yer aldığı Kızılkum Çölü’nün ıssız
kumullarına yöneldik. Güneş tepede, hava Eylül olmasına rağmen çok sıcak ve
ortada saksavullar dışında tek yeşillik dahi yoktu.
Toprakkale; kumdan kale
Harezm Kaleleri, tarihi İpek Yolu rotasında sürekli gidip gelen kervanların güvenliğini
sağlayan garnizonlar durumunda planlanmış. Ipıssız ve karanlık çölde; geceleri
yolculuk eden kervanlara ışık veren ve rotalarını kaybetmemelerini sağlayan
kaleler, tarih boyunca bu işlevi sürdürmüşler. Kumdan kaleler, M.S. 3-4.yy.dan
kalma, kerpiç örgülü kaleler. 20.yy.da 1940’lı yıllarda; 2. Dünya Savaşı
sırasında Rus arkeolog Tolstov tarafından yürütülen yüzey
araştırmaları ve kazılar sayesinde gün yüzüne çıkarılmış. Kazılardan elde
edilen buluntular, saray duvarlarındaki o günkü saray yaşamına dair sahneleri
içeren duvarlardaki freskler Petersburg’a götürülmüş. İşte bizim de ziyaret
ettiğimiz Toprakkale ve Ayaskale de bu kumdan kalelerden
sadece ikisi. Mihmandarımızdan, çöl topraklarında bu kalelerden İpek Yolu
rotasını belirleyen onlarcasının bulunduğunu öğrendik.
Toprakkale; Rus Arkeolog Tolstov'un "açma"ları, duvarlardan sökülen fresklerin yerleri fark ediliyor.
Toprakkale'nin içinden surlara bakış
Bunlardan Toprakkale, Harezm Ülkesi’nin amiral gemisi gibi bir yermiş
zamanında; belki de başkent demek daha doğru olabilir. Ancak şu andaki görünümü
itibariyle; Toprakkale, Ayaskale’ye göre daha kötü durumda
denilebilir. İçinde bir saray yapısını da barındıran Toprakkale, çevreye hâkim yüksekçe bir tepenin üzerinde yer alıyor.
Etrafı kerpiç surlarla çevrili kaleyi, Rus arkeolog Tolstov, bir köstebek gibi kazmış ve değerli olarak ne bulduysa,
onları Rusya’ya götürmüş. Ne yazık ki, tonozlu bazı geçişler, onlarca odaya
benzer hücre duvarları, sarnıçlar, duvarlarda Rusya’ya götürülen fresklerin
söküldükten sonraki kalan izleri ve doğanın devam eden tahribatı sonucunda gün
yüzüne çıkmış kalenin giderek artan yıpranmışlığı… Görebildiğimiz kadarıyla Toprakkale’den bugüne kalanlar bunlardı.
Bu fresklerin benzerlerini Taşkent’teki Tarih Müzesi’ni gezerken görmüştük.
Örneğin Harezm Sarayı’nda hükümdar tarafından karşılanan yabancı elçilerin
kendilerini hükümdara takdim edişleri, kervanların yürüyüşü ve hükümdarın av
sahneleri gibi…
Toprakkale; saksavul ve geçit
Ayaskale ise çölün ortasında oluşturulmuş bir gölün
yakınlarında ve adını veren sert rüzgârlara açık; yine yüksek bir tepenin
üstünde kurulmuş. Bu kale kentlerin bir özelliği; iç kale, dış kale ve tepeden
aşağıdaki düzlükte yer alan ve genellikle halkın yaşadığı alanları koruyan bir
üçüncü kaleden oluşmaları. İç kalede genellikle hükümdar ve ailesi, kent
yönetiminin ileri gelenleri ile askeri ve sivil bürokrasi; dış kalede ise
kaleyi savunan askeri birlikler yer alıyor. En aşağıda ise; sivil halkın
yaşadığı, ekip biçtikleri tarımsal alanların ve sivil konutların bulunduğu
düzlükler uzanıyor. Bu lojistik alanların savunulması ise düzlükte yer alan bir
üçüncü ve en dış kalenin misyonu olsa gerek. Bu kurguyu Ayaskale’de aynen görmek mümkün. Tepede yer alan iç ve dış kale ile
düzlükte yer alan üçüncü bir kale…
Bir diğer kumdan kale; Ayaskale
Ayaskale yakınlarında göçebe hayatın temsil edildiği göçer çadırları
Kaleye tırmandığımız çöl toprağının ayaklarımızın altından kayıp gidişi ve
bu nedenle hızlı bir şekilde hareket edemeyişimiz çölde çekilmiş Yeşilçam
filmlerini hatırlatıyor. Sabırla saksavullara tutuna tutuna patikadan yukarı,
kaleye doğru tırmanıyoruz. Arkamızda, çöldeki göçebelerin yaşamını yansıtan ve
aynı zamanda konaklanabilecek göçer çadırları yer alıyor. Çadırların birine biz
de giriyoruz. İçerde çay içip çöl kavunu tadıyoruz; kavunun kendine has
aromatik bir lezzeti var, üstelik de çok tatlı. Özbekistan’da daha çok yeşil
çay tüketiliyor. Ama kara çay da mevcut. Çayın sunumu önemli; genellikle
porselen çaydanlık ve fincanlarda servis ediliyor. Yani Doğu’nun geneline has;
çay sunumundaki törensellik aşağı yukarı burada da mevcut…
Önde Bekir Hoca; arkasında ekip, Ayaskale'ye tırmanırken...
Ayaskale surları; kumdan bir kale daha
Ayaskale’nin dış kalesinin kerpiç surları günümüze oldukça iyi bir şekilde
ulaşabilmiş. Sur duvarlarında dizi dizi mazgal delikleri rahatlıkla
izlenebiliyor. Ayrıca kalenin çeperlerinde yer alan tonozlu geçişler, iç ve dış
kalenin mekânsal ilişkileri, muhtemelen askerlerin eğitim yaptıkları geniş
avlular ve iki katı seçilebilen bazı yapısal oluşumlar kalede bugüne
ulaşabilmiş önemli unsurlar olarak dikkat çekiyor. Kalede bir üst düzlemde yer
alan büyük avluda ziyaretçilerin yere taşlarla yazdıkları isimleri;
kendilerinden geriye bıraktıkları bir iz olarak gelenekselleşmiş.
Ayaskale; iç kalenin zeminine taşlarla atılan ziyaretçi imzaları
Ayaskale; kemerli bir geçitin önündeyiz
Kalenin en dik yamacından aşağıdaki kaleyi seyrediyoruz. Ovada sivil
yaşamın izleri diyebileceğimiz temel kalıntıları seçilebiliyor. Anlaşıldığı
kadarıyla son yıllarda Özbekistan yönetimi de bu bölgeye dikkatini çevirmiş
durumda ve “kumdan kaleler” ile ilgili araştırma ve kazılar sürüyor.
Ayaskale'nin dışında aşağıdaki düzlükte yer alan üçüncü kale ve bizi kaleye ulaştıran karayolu
Ayaskale surlarında yer alan mazgallar
Ayaskale önlerindeki göçebe çadırlarından birinin içi
Ayaskale; surların içeriden görünüşü
Ayaskale’den geldiğimiz yolu takip ederek Karakalpakistan’dan
ayrılıyoruz artık. Yeniden Amu Derya
ve Ürgenç’den geçerek Hiva’ya doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık
1,5 saatlik bir otobüs yolculuğu sonrası Hiva’nın
UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dâhil edilen Eski Şehri’ne; iç
kalenin surlarına vuran akşam güneşinin kızıllığı altında giriyoruz. Kentin
üstündeki kızıllık ve akşamın dinginliği, birbirine ne de yakışmış Hiva’da
şimdi.
Hiva; Eski Şehrin Batı Kapısı; Ata Kapı ve akşamın kızıllığı
Müstakillik
Bayramı’nda Müze Kent Hiva’dayız
Hiva’da bir bayram sabahındayız. Bugün Özbekistan, tüm
ülkede “müstakilliğin” yıldönümünü kutluyor. Hiva sokaklarına sabahtan itibaren
Özbek halk müziğinin en coşkulu örnekleri yayılıyor bangır bangır. Surların
hemen dibindeki otelimizde erken bir sabaha uyanıyoruz Hiva’da. Doğudan yükselen güneş, Karakum Çölü’nün nerdeyse ortasında yer alan; her şeyiyle topraktan
yapılmış bu şehrin üstüne yavaş yavaş çökmekte. Batı yönünde uzanan Eski Şehrin
surlarına gömülü onlarca kabrin; Arap akınlarının Hiva’ya yöneldiği 8.yy.dan sonra kenti korumak adına Hivalılar
tarafından akıl edilmiş bir yol olduğunu öğreniyoruz. Kenti koruyan “aziz”lerden
sonra kenti koruyan mezarlar bahsi yani ve biz artık Hiva’yı dolaşmak üzere otelin
yakınlarındaki Taş Kapı’dan kaleye doğru giriş yapıyoruz.
Hiva, Eski Şehrin Güney Kapısı, Taş Kapı
Hiva, kenti güneyden çeviren surlar ve Arap akınlarına karşı surlar üzerinde konuşlandırılmış mezarlar
İç kalenin ardındaki kente 4 büyük kapıdan giriliyor. Güney yönündeki Taş Kapı, Batı yönündeki Ata Kapı, Kuzey yönündeki Bahçe Kapı yada Buhara Kapı ve zamanında esir ticareti ile öne çıkan ve tam bir
curcunanın hâkim olduğu Doğu yönündeki Pehlivan
Kapı kentin 4 ana girişini belirliyor.
Hiva; Taş Kapı'nın bir kanadındaki ahşap işçiliği
Hiva, tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan, Çin’e giden kervanların yol boyunca
konakladığı en önemli duraklardan birisi, Ortaçağ’ın bölgedeki önemli
aktörlerine başkent işlevi görmüş, tarih boyunca da bu önemini 19.yy sonuna
kadar korumuş bir kent. Harezmliler ve Hiva Hanlığı dönemleri kentin altın
çağını temsil ediyor. 10.yy.dan itibaren kent, Çin’e gidip gelen kervanların
konakladığı önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş. 16.yy.dan itibaren
Harezmlilerin bölgedeki hâkimiyeti, göçebe Özbek aşiretlerinin daha güneye
inişi ve Hiva Hanlığı’nı oluşturmasıyla el değiştirmiş. 19.yy.da Rusların
bölgede tesis ettikleri nüfuz egemenlikleri, çarların sınıf arkadaşlığı
noktasına kadar taşınan Petersburg maceralarına dahi sürüklemiş Hiva hanlarını…
Bu noktadan ileride yeniden söz açacağız, ama Hiva’da sonunda varılan nokta;
Kızılordu’nun 1920’lere doğru bölgede gücü ele geçirişi ve diğer hanlıklarla
birlikte şimdiki Özbekistan topraklarını 20.yy. boyunca sürecek Sovyet
egemenliği günlerine taşıma becerisidir.
Geçmişten bugüne taşınan ustalık; ahşap oymacılığı; eyvanların kolonları nasıl işlenir?
Hiva-Eski Şehir
Taş Kapı’dan Eski Şehir’e ulaşan tozlu yolların iki yanında geniş
avlulara açılan koca kapılar ve hemen yanında yükselen kerpiç duvarların
ardındaki Hivalı yaşamı saklayan o evler… Çöl sıcağının gün boyu kavurduğu
kerpiç duvarlar, içeriye sızdırmıyor sarı sıcak havayı; içerde serin bir hayat
ve avlunun etrafına yerleştirilmiş mekânlar… Kapıdan uzanan meraklı bakışlar,
geçişimizi izliyor usulca. Bir açık hava müzesini andıran ve neredeyse
birbirinin içine girmiş gibi hemen dip dibe konumlanmış birbirinden benzersiz
mimari yapılar; medreseler, camiler, saraylar ve türbelerle süslü kentin
daracık sokaklarına doğru ilerliyoruz ağır ağır.
Hiva; İslam Hoca Külliyesi ve minare; akşama doğru Hiva sokaklarında ışıkla gölgenin oyunu
Hiva'da akşama doğru Cuma Mescidi'nin dev minaresinin önündeyiz
Turkuaz rengi kubbeler, 50 metreden fazla yüksekliklere tırmanan göğe
uzanmış dev minareleri, kerpiçten yapılmış yüksek duvarlar arkasında saklı eski
ve yeni sarayların gizemli mahremiyeti ve kentin koruyucusu kabul edilen Pehlivan
Mahmut’un dilek pınarına dönmüş türbesi… Genişleyen, bazen birkaç basamakla
yükselen ve bazen aniden daralıp sonra küçücük meydanlara açılan o sürprizlerle
dolu sokaklar, kubbelerin ve minarelerin ışıkla biteviye sürüp giden oyunları
ve binaların gölgelerine sığınmış Özbek satıcılar; hepsi Hiva’da; Eski Şehir’in İçhankala’sında; yani İç Kale’de…
Hiva, İçhankale yani İç Kale'nin yerleşim planı; Ata Kapı girişinde bir duvar seramiği
El Harezmi’nin Kenti
Hiva
Batı yönünde Ata Kapı’dan
geniş bir meydana açılan şehrin ana aksı üzerinde kentin önemli mimari yapıları
yer alıyor. Surların dışında; kentin unutulmaz siması, cebrin babalarından El
Harezmi’nin heykeli her akşam ıssız Karakum
Çölü’nün üstünde batan güneşin kızıllığında yalnızlığını yaşıyor. 9.yy.da
Harezm coğrafyasında yaşamış; ikinci dereceden polinomların köklerinin
hesaplanmasında günümüzde kullandığımız “Δ-delta”
denklemini geometrik olarak bulan ve ispatlayan çağın büyük matematikçisi El Harezmi
de Ortaçağ’ın bu parlayan kentinin çocuğuydu. O ve ondan sonra gelenler; El
Biruni, İbni Sina, Nişapurlu Ömer Hayyam ve diğerleri bu toprakların tanıdığı
en aydınlık yüzler, “güneşin” doğudan yükseldiğinin delili gibiydiler.
Hivalı ünlü matematikçi El Harezmi'nin Ata Kapı yakınında, sur dışındaki heykeli
Ortaçağın "mücevher" şehri Hiva, Eski Saray'ın terasından kentin bugünkü görünümü; soldaki büyük minare Cuma Mescidi'ne, sağdaki büyük minare ise İslam Hoca Mescidi'ne ait; hemen yanında turkuaz kubbeli büyük bina kentin manevi koruyucusu Pehlivan Mahmut'un Türbesi
Hiva; Doğu-Batı aksında yer alan Ortaçağ'ın benzersiz yapıları; sağda Divan Beyi Medresesi'nin yarım kalan dev minaresi; arkada Cuma Mescidi'nin 52 metrelik minaresi; soldaki sur gibi duvarlar Eski Saray'a ait.
Hiva surları, dayanımını güçlendiren belli bir eğimle zemine doğru
alçalırken, 5-6 metreden 10 metreye kadar değişen bir aralıktaki kalınlıklarıyla
yüzyıllar ötesinden bugüne ulaşabilmeyi başarmışlar. Eski şehrin çevresini
saran kilden duvarların uzunluğu neredeyse 10 km.yi buluyor. Sovyetler döneminde;
bir ara kenti korumak adına kentin sakinleri, surların dışına çıkarılmış ve Eski
Şehir sessizliğe bürünmüş. Ama bu sakinlik, tam tersine tarihi kentin daha çok
yıpranmasına ve ölü bir şehre dönüşmesine yol açmış. Daha sonra gözden
geçirilen bu karardan dönülerek, yeniden surlar içinde sivil halkın yerleşimine
izin verilmiş. Bugün sürüp giden restorasyon faaliyetleriyle kentin marka
değeri ve UNESCO’nun 1990 yılında verdiği unvanı korunmaya çalışılıyor. Ancak;
daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi hem birçok yapının
restorasyonunda izlenen “yıkıp baştan
yapma” diye özetleyebileceğimiz yöntem ve bu yapıların müze ya da kendi
işlevleri dışında bir alışveriş mekânı olarak kullanılması yapıları ruhsuzlaştırmış.
Bu anlamda örneğin dini nitelikli bir mimari yapının içine girdiğinizde binanın
kutsal köşelerinin (camide mihrap, türbede kabir önü v.b.) resmi görevliler
tarafından bile bir alışveriş mekânına dönüştürülmesi, kendisini “mustakillik”
sonrası İslam kimliği ile öne çıkaran (devlet başkanının ismi bile İslam; daha ne demeli) bir ülkede biraz
ironik oluyor.
Hiva; Batı yönünde uzanan İç Kale'nin duvarları
Hiva Medreseleri
Ata Kapı’dan itibaren Doğu’ya yönelen kentin ana aksı üzerinde El Harezmi heykelinin arka planında
19.yy. Hiva Hanlarından Muhammed Emin Han’ın
Medresesi, hemen ondan biraz ilerde aynı sırada ise, yarım kalmış turkuaz
kubbesi ile dikkati çeken Matniyaz Divan
Beyi Medresesi yer alıyor. Her iki medresenin duvarlarını bitki motifleri
ve geometrik desenlerle süslü seramikler kaplıyor. Bereketi simgeleyen nar
motifleri, güvercin kanadından geliştirildiği söylenen Rumi desenler, badem
motifleri dikkat çeken süslemelerden. Divan
Beyi Medresesi’nin 70 metre olarak planlanıp tamamlanamayan ve 24 metrede
kalan turkuaz kubbesinin üzerinde yer alan çiniler, 1997 yılında onarılmış.
Kubbenin üzerinde Harezmli şairlerin Arapça harflerle yazılmış şiirleri yer
alıyor.
Hiva; Muhammed Emin Han Medresesi; Ata Kapı yakınlarında...
Anadolu’nun kalbinde; Sivas’ta, Erzurum’da, Kayseri’de gördüğümüz
medrese mimarisinin Özbekistan ziyareti sonrasında bu topraklardan Anadolu’ya
yayıldığına bir kez daha tanıklık ediyoruz. Bu coğrafyada İslam’ın yayılması
sonrasında yaygınlaşan medreseler esas olarak; ön cephede büyük bir taç kapı ve
ortasında geniş bir avlusu olan; alt katta dersliklerin, üst katta ise
yatakhanelerin bulunduğu dikdörtgen formlu ana binadan oluşuyor. Taç kapılar,
kervansarayların aksine; avluya doğrudan açılmıyor; dikdörtgen formlu alt
koridorun uzun kenarları boyunca yer alan karşılıklı kapılardan avluya
çıkılıyor.
Hiva; Divan Beyi Medresesi; iç avlu
Hiva; Ota Darvoza; Ata Kapı, içerden görünüş
Hiva; Divan Beyi Medresesi kapı üstü detayı
Bugün Özbekistan’da birkaçı dışında medreselerin çoğu tamamen müze yada
hediyelik eşya ve el sanatları ürünlerinin satıldığı alışveriş mekanları olarak
kullanılıyor. Hiva’da da durum farklı değil. Kimisinde küçük müzeler, ama
çoğunlukla ellerinde suzani dokumaları, ahşap oymacılık örnekleri; 16 değişik
pozisyona kadar seçeneğe sahip ceviz ağacından portatif rahleler, Özbek
başlıkları “doppi”ler, yün patikler, atkı
ve fularlar v.b. Özbek el sanatları ürünlerini satmaya çalışan Özbek
kadınlarının merkezinde yer aldığı kenarda köşede kurulmuş alışveriş mekânları…
Bu mimari yapıları dolaşırken en sık karşılaşılan manzara bu.
İç Kale'de Hiva patikleri
Hiva; suzani dokumaları
Kale gibi Saray;
Kohna Ark-Eski Saray
Ata Kapı’ya yakın konumda; İç Kale’nin
içinde ikinci bir kale kadar korunaklı Kohna Ark yada Eski Saray, Hiva’nın en eski bölgesinde yer alıyor. Bu saray
kompleksi, kerpiç örgü duvarlardan oluşan surların arkasında; hanedanın
yaşadığı haremlik ve selamlık bölümleri; kışlık ve yazlık kabul salonları, cami,
mutfak ve diğer yaşam mekânları, muhafızların barındığı odalar, avludan
geçilerek ulaşılan bir merdivenle çıkılan ve Hiva Kenti manzarasına hâkim bir
teras ve diğer müştemilattan oluşuyor. Saray, 17.yy.da Arang Han tarafından yaptırılmış.
Eski Saray'ın yazlık kabul avlusu
Eski Saray; kabul avlusundaki duvarları geometrik ve bitki desenleriyle kaplı; ön cephenin ortasına denk gelecek şekilde, zemini tavana bağlayan ve üzeri oymacılık sanatının eşşiz örnekleriyle dolu, iki adet ahşap sütunuyla temsil edilen eyvan
Eyvan; duvar seramikleri ve ahşap sütun
Özbekistan’daki cami ve medreselerin revaklarında gördüğümüz; aşağıdan
yukarıya doğru giderek incelen kesitli ahşap sütunların üzerinde yükselen ve kalem
işi nakışlarla süslü tavanlarla kaplı eyvanlar, kabul salonlarının en
gösterişli bölümlerini oluşturuyor. Avlunun ortasında; yükseltilmiş dairesel bir
zemin üzerinde ise, hanın yazın konuklarını kabul ettiği kıldan örme çadır yer
alıyor.
Eyvanlardaki sütunların üzerinde yer alan; bitki desenleriyle süslü
ahşap oymacılık sanatının benzersiz örnekleri göz kamaştırıyor. Hele eyvanların
üç duvarını süsleyen; üzerinde bitki süslemeleri ve geometrik desenlerin
bulunduğu, mavinin egemenliğindeki seramiklerin her bir karesinin ayrı bir
anlamı ve hikayesi olmalı; belki bereket gibi, belki hayat ağacı; bugünkü hayat
yada öteki dünyaya dair mesajlar gibi.
Eyvanın arkasında yer alan hanın tahtı ve konuklarını kabul ettiği oda
Eski Saray; kabul odasının tavanı; sekiz köşeli yıldızlar iç içe
Kabul odasının bir duvarını süsleyen raflar; bir çok Özbek evinde benzer kabul odalarına ve bu raflara rastladık.
Eyvandaki ahşap kapılardan biri
Eyvan duvarlarındaki sekiz köşeli yıldız desenleriyle süslü lacivert seramikler
Kabul salonlarının bulunduğu selamlık bölümünden, dehlize benzer
labirent şeklindeki bir koridorla hareme ve hanın kadınlarının bulunduğu
odalara ulaşılıyor. Bu labirentler, sadece hanın hedefine ulaşabileceği
karmaşık bir planda düşünülmüş. Hanın o gece hangi gözdesi ile birlikte olacağı
konusunda hiç kimsenin bilgi sahibi olmaması fikri üzerine bina edilmiş bir
mimari tasarım olmalı. Harem, 19.yy.da II.
Muhammed Rahim Han zamanında bugünkü şeklini almış.
Eski Saray; mutfak ve tandır fırınları
Eski Saray; terastan Hiva'ya bakış
Eski Saray'ın terasından Hiva'nın bir başka görünümü
Avludan ayrılarak hanın tüm Hiva’yı temaşa eylediği o güzelim terasa
çıkıyoruz. Bir alt katta sarayı koruyan topların konuşlandığı bir askeri alan
söz konusu… Topların bulunduğu ikinci kata oldukça dar ve dehliz görünümlü bir
merdivenle içeriden; ikinci kattan terasa ise küçük bir merdivenle dışarıdan
çıkılıyor. Teras, bugün dahi, o muhteşem görünümüyle Hiva’yı; 360 derecelik bir
açı ile tarayabilme kabiliyetine sahip görünüyor.
Öteki Hiva; halkın Hiva'sı
Cuma Mescidi
Hiva - Eski Şehir içinde Ata Kapı’yı Pehlivan Kapı’ya bağlayan ana aks
üzerinde yer alan diğer önemli bir yapı da Cuma Mescidi olarak bilinen ve
insana ilk bakışta dikdörtgen formundaki yapıda yer alan 215 ahşap sütunuyla
İspanya’da Cordoba’daki (biz Kurtuba
diye öğrenmiştik) Endülüs Camisi’ni hatırlatan Cuma Camisi’dir. Cami, Cuma ve bayram namazları için bir önceki
yapının üzerine 18.yy.ın sonlarında inşa edilmiş. Tek holden oluşan ibadet mekânının
içine sığdırılmış 215 adet ahşap sütunu, atmosfere açık ve caminin tam
ortasında yer alan karlık havuzu, bayramlarda şerbet dağıtılan sebili ve 52
metre uzunluğundaki dev minaresi ile son derece dikkat çekici bir yapı.
Cuma Mescidi'nin 215 adet ahşap sütunla kaplı ana holü
Cuma Mescidi'nin şerbet sebili
Cuma Mescidi'nin tam ortasında yer alan karlık havuzu
Camideki en eski sütunlardan biri; ahşah oymacılığının en iyi örneklerinden...
Cuma Mescidi'nin ahşap sütunlarının tavanla birleşim detayı
Sonunda İslam Hoca Külliyesi'nin bulunduğu sokak; solda Pehlivan Mahmut Türbesi'nin giriş kapısı
Hiva’nın kahraman
önderi Pehlivan Mahmut Kompleksi
Kentin manevi koruyucusu olarak adlandırılan Pehlivan Mahmut’un
türbesinin de bulunduğu diğer bir yapılar kompleksi, güneydeki Taş Kapı yakınlarında; Cuma Mescidi’nin güney yönünde yer
alıyor. Daha alt düzlemde yer alan türbenin hemen birkaç basamakla ulaşılan üst
düzleminde ise, İsfendiyar Han’ın baş
veziri İslam Hoca’nın Medresesi ve
Hiva’nın her yanından görünen minaresi ile dikkat çeken camisi yer alıyor.
Hiva'nın kubbeleri; büyük turkuaz kubbe Pehlivan Mahmut Türbesi'ne ait
Pehlivan Mahmut Türbesi
Türbenin avlusunda yer alan Pehlivan Mahmut ile ilgili panolardan biri
Pehlivan Mahmut, 14.yy.da yaşamış, zamanının önemli dini ve askeri önderlerinden birisi
olarak biliniyor. Savaşçı ve şair özelliklerini aynı kimlikte buluşturmuş bu
saygın önder, tasavvuf üstüne yazdığı şiirleriyle bugün bile Özbek yurdunda tanınıyor.
Türbesindeki eyvanların duvarında da bu manzumelerden bazıları yer alıyor.
Türbenin bulunduğu kompleks, bayram nedeniyle bugün çok kalabalık. Çevre
kasaba ve köylerden gelen Özbekler, öncelikle Pehlivan Mahmut’un Türbesi’ni
ziyaret edip iyi bir hayat için dilekte bulunuyorlar; avludaki kutsal kabul
edilen çeşmeden su içiyorlar ve türbe girişindeki salonda, bir tür bağış
karşılığında Kuran-Kerim’den bölümler okuyan bir kişinin karşısında adaklarını
yerine getiriyorlar.
Türbenin içinde bağış karşılığında ziyaretçilerin adakları için dua okuyan görevli
Pehlivan Mahmut'un türbesinin giriş kapısı
Turkuaz seramiklerle kaplı dev kubbesiyle Hiva’nın en dikkat çeken
yapılarından olan Pehlivan Mahmut Türbesi 1701 yılında yapılmış. Başlangıçta
mütevazı bir mekân iken, kentin kahramanı ve manevi önderi kabul edilen bu kutsal
kişiye yakın olmak düşüncesiyle, bazı hanedan mensuplarının da takip eden
yıllarda Pehlivan Mehmut’a komşu başka türbelere gömülmesiyle burası giderek
bir hac mekânı işlevi görecek ölçüde büyük bir komplekse dönüşmüş.
İslam Hoca Külliyesi
Şimdi müze olarak kullanılan Muhammed Rahim Han Medresesi'nin avlusu
Muhammed Rahim Han II; müzeden
İslam Hoca Külliyesi
Bir üst düzlemde yer alan İslam Hoca Külliyesi’ne gelince; daracık
bir sokakla ulaşılan; Hiva ölçülerinde büyük sayılabilecek bir meydanın hemen yanında
yükselen 57 metre yüksekliğindeki minare, Cuma Mescidi ile birlikle Hiva’nın en
yüksek yapılarından birisi olarak dikkat çekiyor. Aşağıdan yukarıya doğru
daralan kesidi (taban çapı 10 metre civarında), aralıklarla etrafını çeviren
turkuaz seramik kuşakları ve en tepede bir şapka ile sonlanan görkemli minarenin
hemen arkasında 50’ye yakın hücresi ile büyük bir medrese ve cami yer alıyor.
İslam Hoca Mescidi ve 57 metre yüksekliğindeki minaresi
Muhammed Rahim Han'ın veziri İslam Hoca; müzeden
İslam Hoca, 19.yy.da Rusya’nın nüfuzu altındaki Hiva Hanlığı’nın son demlerinde
hüküm süren II. Muhammed Rahim Han’ın
vezirlerinden ve diplomat kişiliği ile zamanının önemli bir devlet adamı olarak
öne çıkıyor. Aynı zamanda Muhammed Rahim
Han’ın dünürü de olan İslam Hoca,
hanın bir Petersburg ziyareti sırasında aynı zamanda okuldan arkadaşı olan
çarın kabulündeki gaflarını örten ustaca manevraları ile de hatırlanıyor. İslam Hoca’nın devlet yönetiminde
giderek artan gücü ve şöhreti, damadı İsfendiyar
Han’ı zaman içinde rahatsız ediyor ve onu bir komployla yönetimden
uzaklaştırıp öldürtüyor. Ancak; hayırsever kimliği ve devlet yönetimindeki
etkinliğiyle halk tarafından sevilen İslam
Hoca’nın bu dramatik sonu, İsfendiyar
Han’ın da sur dışında katledilmesine ve gelenek üzere bu nedenle de;
atalarının yanına Eski Şehir’e gömülememesiyle sonuçlanıyor. Bir anlamda fitne
karşılığını buluyor.
Hiva Hanlarının
Yazlık Sarayı; Taş Avlu
Kentin en doğusunda; serin rüzgârlara açık, Pehlivan Kapı’nın (Polvon
Darvoza) hemen yakınında hanedanın yazlık sarayı Taş Avlu yer alıyor.
19.yy.ın ilk yarısında inşa edilen saray; kışlık eşdeğeri gibi yine kerpiçten
yapılmış surların arkasında; hanedanın en gösterişli yapılarından haremlik ve
selamlık bölümlerini de kapsayan bir kompleksi saklıyor.
Taş Avlu ve duvarları
Taş Avlu; Arz Avlu'nun konuk odaları
Taş Avlu; Arz Avlu'nun eyvanı
Arz Avlu; ışıkla gölgenin oyunu
Saray, esas olarak üç avlunun etrafında konumlanmış bir dizi yapıdan
oluşuyor. En güneydeki avlu; Arz Avlu
olarak biliniyor ve hanın konuklarını kabul ettiği ve günlük işlerin
yürütüldüğü hücreler ve eyvanlar bu bölümde yer alıyor. İkinci avluya eğlence
odaklı bir işlevi nedeniyle İşrat Avlusu
adı verilmiş. Üçüncü avlu ise hanın kadınlarının yaşadığı mekânları barındıran Harem Avlusu… Avluları binalara bağlayan
labirent şeklindeki karanlık koridorlar, bir anlamda hedefin
ulaşılabilirliğinin ne kadar zorlaştırıldığının göstergesi olmalı. Hele haremde
yer alan hücrelere ulaşan koridorlar tam bir labirent ve o akşam hanın, kimin
odasına yönleneceği bir bilmece gibi. Avlulara bakan eyvanların duvarları
diğerlerinde olduğu gibi yine son derece eşsiz seramikler ile kaplı. Eyvanlarda
yer alan karaağaçtan yapılma ahşap kolonlarının üstündeki ahşap işlemeciliğinin
en güzel örnekleri, diğer mekânlardaki gibi göz kamaştırıyor.
Odaların tavan detayı
Arz Avlu'da yer alan ahşap sütunun üzerindeki işlemlerin detayı
Harem Avlu
Üst kat balkonlarının tavan detayı; Gümüşhane Sarı Çiçek Köyü'nün köy odalarını ne kadar andırıyor!
Alt katta tek sütunlu eyvan; üst katta bir balkon ölçüsünde daha küçük
eyvanlar ve her ikisinin arkasında yer alan odalar, kabul avlusunun
karakteristik özelliği. Buna karşılık; Harem Avlusu’nda ise 5 adet birbirine
bitişik konumdaki eyvan, yakıcı çöl sıcağından korunmak için kuzey rüzgârlarına
açık konumda tasarlanmış.
Harem Avlu
Harem Avlu; harem odalarından birinin balkon tavanındaki sekiz köşe yıldızlar
Haremdeki odalardan biri
Ticaretin yoğunlaştığı bir kapı olarak öne çıkan Pehlivan Kapı, bir dönem esir ticaretinin yoğunluğu ile ün salmış.
İpek Yolu’nun üzerinde yer alan Hiva’daki bu ticari yoğunluk nedeniyle 19.yy.da
Alla Kuli Han tarafından bu kapıya ve
yazlık saraya komşu bir de kervansaray yapılmış. Tarihi kapı, bugün de;
hediyelik eşya satıcıları ile eski geleneksel işlevini bir nebze olsun
sürdürmeye devam ediyor.
Bütün tarihi yapıların duvarına kazınmış o esrarlı seramik işaret; yeşil yada turkuaz; kimi Zerdüştlük günlerine; kimi Şaman zamanlara bağladı; ama bir kesin bilgi yok.
Hiva’ya veda ederken
Akşam yaklaşmakta ve biz; olağanüstü güzellikteki süslemelerle bezenmiş açık
ve kapalı mekânları, ışığın ve gölgenin zıtlık teşkil edecek tarzda benzersiz
kullanımıyla ile unutulmaz yazlık saraydan ayrılıp, Eski Şehrin en doğusunda
yer alan Pehlivan Kapı’dan şehrin
dışına doğru ilerliyoruz. Vakit ikindi namazı vakti; ama yine ezan yok; az
sayıda da olsa cemaat, şehrin dışında halkın kullanımı için yapılmış bir küçük
mescide doğru hareketlenmekte. Caminin kapısının üstünde Said Niyoz Sholikorboy
Mescidi ve Minaresi yazıyor. 1842 yılında yaptırılmış. Üzerinde de küçük bir
detay; anlaşıldığı kadarıyla Özbekistan’da camiler “Madaniyat Vazirliği”ne bağlı; yani bizim dildeki Kültür
Bakanlığı’na…
Pehlivan Kapı
Pehlivan Kapı'nın giriş holü; Ortaçağın esir pazarı buradaydı.
Pehlivan Kapı’nın üstünden güneş yavaş yavaş devrilmekte artık; akşam üzeri sur dışındaki
otelimizin bahçesinde yenecek erken akşam yemeği bizi beklemekte. Sonrasında
ise tarihi İpek Yolu’nun üzerindeki kadim kentlerden bir diğeri Buhara’ya uçmak
üzere, yolumuz yine Ürgenç’e çıkacak gibi.
Hiva'ya veda zamanı; tarihi İpek Yolu'nun izinde Buhara'ya doğru...
DEVAM EDECEK
Yazan ve fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC
Düzenleyen: M.YC
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder