MAKEDONYA
3.Kısım
İbrahim Fidanoğlu
Makedonya’nın İncisi Ohri
Akşama doğru Ohri’ye girerken batmakta olan güneşin kızıllığı, Ohri Gölü’nün mavi sularını ele geçirmişti. Ohri’ye gelinceye kadar Makedonya’da bulunduğumuz iki gün boyunca her ne kadar ormanlarla kaplı yemyeşil vadilerin diplerinde akan akarsular boyunca gezinmiş olsak da önümüzde bir deniz gibi uzanıp giden o muhteşem Ohri Gölü ile karşılaşmak yine de heyecan vericiydi. Geç vakit ulaştığımız Ohri Gölü kıyısındaki Goriça Oteli’ne yerleştikten sonra, göle yakın bir azmak başında yer alan bir kır restoranına; bir gece önce Üsküp’de dinlediğimiz Makedon şarkıları eşliğinde yemeğe gittik.
Ohri Gölü’nde gün batımı
Sabah otelin iskelesinden bir tekne ile Sv. Naum Manastırı’na gitmek üzere göle açıldık. Teknede yine aynı Makedon şarkıları çalıyordu; “Ben seni seviram; çok seni seni seviram” yada “çifte çifte paytonları getirdim sana, okka okka lokumları yedirdim sana”… Bugünün bir başka özelliği de ölüm yıldönümünde Sv. Naum’u anmak üzere manastırda geleneksel olarak düzenlenen bir yortunun varlığıydı. Yani Manastır, bugün bizim için (!) bir panayır yeri gibi olacaktı. Masmavi ve bir akvaryum berraklığındaki suyu yara yara ilerleyen teknemiz, Galicica Dağı eteklerindeki Ohri Gölü’nün doğu sahili boyunca seyretti.
Ohri Gölü bizim Bafa Gölü’nden biraz daha büyük bir göl; Yaklaşık 350 km2 lik bir yüzölçümü var. Balkanlar’daki jeolojik oluşum tarihi açısından en eski ve en derin göl olarak biliniyor. Göl; temizliği, içinde ve çevresinde yer alan bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği ile Avrupa’nın en önemli biyolojik koruma alanlarından kabul ediliyor. Göl ve Ohri kenti, 1980 yılından beri UNESCO tarafından dünya doğal ve kültürel mirası listesinde yer almaktadır.
Ohri ve Çar Samuil Kalesi
Gölün doğusunda Galicica Dağı yükselir. Galiçica Dağı’nın öbür yakasında Prespa Gölü yer alır. Dağın 2000 metreleri aşan zirveleri, Galicica’nın Makedon dilindeki anlamına yakışır tarzda sanki iki yanında uzanıp giden mavilikleri usulca okşar. (2) Ohri Gölü’nün sularının yaklaşık %20’si kendinden daha yüksek bir konumda bulunan Prespa Gölü’nden gelir. Dağın içindeki karstik (kolay eriyebilen) tabakalardan süzülerek gelen sular, bir şekilde yer altından yüzeye çıkan kaynaklar aracılığıyla Ohri’ye kavuşur. Özellikle gölün doğu kıyısı boyunca kumulların arasından kaynayarak gölü besleyen çok sayıda kaynak bulunur. Karşı kıyıda yer alan Struga’ya doğru akan ve gölün içinden geçerek Kara Drim’e ulaşan su kaynakları da Ohri’nin güneydoğusunda yer alan ve yakınında Sv. Naum Manastırı’nın da bulunduğu azmaklar içinden kaynar. İlginç olan; Kara Drim’e bu suyun nasıl ulaştığıdır. Gölün güneydoğu sahilinin açıklarında, bir yere kadar kaynayarak azmaktan göle karışan bu suyun akışını takip etmek dahi mümkündür.
Gölün doğu yakasında yükselen Galicica Dağı’nın eteklerinde yer alan balıkçı köyleri ve yalnız kiliseler, suya yansıyan akisleri ile etkileyici bir görünüme sahiptirler. Bu kiliselerden birisi de Ohri Gölü kıyısında, hemen Kaneo sahilinde konumlanmış olan ve İlahiyatçı Yahya’ya adanmış bulunan St. John Kilisesi’dir. Kilisenin 13.yy.dan önce yapıldığı sanılmaktadır. Göl kıyısına hâkim bir sekide bulunan kilisenin uzaktan görünümü, bize Van Gölü’nün ortasındaki Akdamar adasında bulunan Ermeni kilisesi Akdamar’ı hatırlatır.
İki gölü okşayan dağ; Galicica
Kıyı boyunca, çok sayıda plaj da yer alır. Suyunun temizliği ve berraklığı ile ün salmış Ohri Gölü kıyıları, yaz aylarında özellikle Doğu Avrupalı turistlerin yoğun şekilde rağbet ettikleri bir sayfiye görünümündedir. Sv. Naum Manastırı’na doğru tahta kazıkların üstünde yükselen Su Müzesi dikkat çekicidir. Gölün içinde sazdan ve tahtadan oluşturulmuş bu evler, suyun üstüne kurulmuş bir küçük yerleşime benzer. Rehberin anlatımına göre; 2000’li yıllarda bölgede yürütülen arkeolojik araştırmalarda elde edilen bulgu ve buluntulardan yola çıkılarak tasarlanmış olan müzede, su altı arkeolojisi araştırmaları sırasında bulunan malzeme de sergileniyormuş. Su Müzesi, tarih öncesi çağlarda bu bölgede yaşadıkları tespit edilen toplulukların o günkü yaşam biçimini yansıtması açısından Ohri Gölü’nün ilgi çekici bir köşesini oluşturmakta.
Gölü bir dikdörtgen gibi düşünürsek, güney doğu köşesine doğru uzaktan alçak bir tepenin yamacına konumlanmış bir dizi yapılar kompleksi seçilir. Hemen hemen Arnavutluk sınırında; Kara Drim ırmağının doğduğu kaynakların da bulunduğu azmaklar bölgesinin hemen yakınında yer alan Sveti Naum Manastırı’nın iskelesine doğru usul usul yaklaşır teknemiz. Biraz ilerde yeşille mavinin buluştuğu Kara Drim’in başlangıcı ve ona doğru açılan azmak belirir. Bugünün ( 3 Temmuz 2012) Sveti Naum’u anma günü olması nedeniyle ortalık mahşer yeridir. Kara Drim’in kestiği plaj boyunca her türlü satıcı, yortuyu panayıra çevirmiş durumdadır. Bu kaotik görüntüye bir de manastır girişinde Makedonca ve hatta Türkçe bir şeyler söyleyerek dilenen dilenciler eklenir.
Ohri Gölü’nde Su Müzesi
Manastırın bahçe kapısından başlayan hafif eğimli bir yoldan; ziyaretçiler, manastırın iç avlusuna ulaşırlar. Avluya kemerli büyük bir kapıdan girilir. İçerisi kiliseye doğru ilerlemeye çalışan ve bu amaçla elerindeki mumlarla göğüs göğüse mücadele eden yüzlerce ziyaretçi ile doludur. Dumanı tüten buhurdanlıklarla kilisenin çevresinde dönüp duran papazlar, küçücük boynuzundan yakaladıkları bir kuzuyu bizim kurban bayramlarında karşılaştığımız manzaralara benzer tarzda sürükleyerek (kesmiyorlar; sadece dolaştırıyorlar) kilisenin etrafında tavaf ettirenler, kilisenin çatısında kanat çırparak bu kaotik manzaradan rahatsız; bir oraya bir buraya sıçrayan tavus kuşları bu kaotik manzaranın diğer unsurlarıdır. Bu sırada kilisenin çanı, içerideki koronun söylediği ilahilere karışarak durmaksızın çalmaktadır. Avludaki ziyaretçilerin bir kısmı da bu sırada; arkalarındaki emsalsiz göl manzarası eşliğinde manastırın avlusunun duvarı üstünde fotoğraf çektirmek için yer bulmaya çalışmaktadır. Bir diğer hareketli bölüm ise, hediyelik eşya ve kitap satışının yapıldığı çan kulesinin altındaki binanın girişindedir. Burada da satış mağazasına girmeye yada çıkmaya çalışan insan kalabalıkları vardır. Sv.Naum Kilisesi’nin giriş kapısının önünde ise bir dizi masa üzerinde kilise yararına bir kermes faaliyeti sürüp gitmektedir.
Ohri Gölü kıyısından bir kasaba
Çatıya tünemiş tavus kuşları, bu ruhani atmosferde aklımıza kadim toprakların insanları Yezidileri getirir. Yani bir anda aklımızda dinler parantezi açılır. Coğrafik bir geçiş bölgesi olan Balkanlar’da; bu dar alanda yüzyıllardır sürüp giden kavimlerin egemenlik savaşlarında bugün ortaya çıkan sonuç, kültürlerin birbirinin içine nüfuz ettiği bir girişim halidir. İnanç sistemlerinin karşı karşıya geldiği bu geniş cümlelerin arakesitlerinde bugün dahi katmanlar halinde benzeşik yapılar ortaya çıkmaktadır. Bunu en güzel örneği ile de biz bugün Ohri Gölü’nün kıyısında Sveti Naum Manastırı’nda karşılaşmaktayız.
Güney Slavları, M.S. 6.yy.dan itibaren Balkanlar’da görünmeye ve yerleşimler kurarak bu topraklarda tutunmaya başlarlar. Ohri merkezli yoğunlaşan Ortodoks Hristiyan yayılımı sırasında, daha sonra kentin koruyucusu olarak tanımlanacak Aziz Kliment ve onun öğrencisi Aziz Naum ön planda rol oynarlar. Bölgedeki dini hayatın merkezi haline gelen Ohri, 11.yy. başında bir başpiskoposluk merkezi haline gelir. Bizim ziyaret ettiğimiz kilise ve manastır kompleksi o günlere dayandırılmaktadır. Ama bir yandan da bu topraklarda başka bir katmanda başka bir hikâye anlatılmaktadır.
Orta Asya’dan Batı Anadolu ve daha sonra boğazlar üzerinden Balkanlar’a yönelen Türkmenlerin büyük göçünün önderleri; Ömer Lütfi Barkan’ın ilk kez adlandırdığı ifade ile kolonizatör dervişler, bir yandan beraberinde getirdikleri insan sevgisi ve tolerans temeline dayanan Alevi-Bektaşi düşüncesinin bu topraklarda tutunmasına ve henüz askeri ve siyasi bir güç olarak ortalıkta görünmeyen Osmanlı’nın buralara gelişinden önce bir anlamda yerel halkın yumuşatılarak bu yeni gücün egemenliğine hazırlanmasını sağlamışlardır.
Sveti Naum Manastırı’na yaklaşırken bir başka balıkçı köyü
Sarı Saltuk Baba da bu kolonizatör dervişlerin belki de Balkanlar’da en önde gelenlerindendir. Pir Hacı Bektaşi Veli’den “Sarı Saltuk, seni Rum’a saldık” deyişiyle bir anlamda el alan ve söylenceye göre de bir seccade ile Ohri Gölü’nü geçerek bugünkü Sv.Naum Manastırı’nın bulunduğu bölgeye ulaşan Sarı Saltuk Baba, 13.yy.da yaşamıştır. Bugün Balkanlar’da ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Sarı Saltuk Baba’nın makam mezarı bulunuyor. Bu gerçek bile Türkmenler göçü esnasında bu büyük önderin halkı nasıl ele geçirip etkilediğinin basit bir kanıtı olsa gerektir.
Sarı Saltuk, bir rivayete göre İstanbul, bir başka rivayete göre ise, Sinop üzerinden 1263’te 12 bin Türkmen ailesiyle birlikte, Romanya’da bulunan Dobruca bölgesine geçer ve öğretiyi yaymaya çalışır. Yine söylenceye göre; Dobruca Kralı’nın kızını ejderhanın elinden kurtaran Sarı Saltuk Baba’nın bu olağanüstü güç gösterisi karşısında Dobruca halkı, Müslümanlığı kabul eder. Bugün, Dobruca yakınlarında bu olayın anısını taşıyan Babadağ isimli bir dağ ve Sarı Saltuk Baba’nın türbesi bulunmaktadır.
Sveti Naum Manastırı
Benzer şekilde Ohri Gölü kıyısındaki Sv.Naum’un mezarı da yüzyıllardır Sarı Saltuk Baba’nın kabri niyetiyle çevrede yaşayan Müslüman ve Bektaşi kitleler tarafından sürekli ziyaret ediliyor. Burada ilginç olan, iki dini halka yaymaya çalışan önder isimlerin bu bölgede birbirinin içine karışmış olduğu. Söylence ile gerçek birbirinin içindedir. Ziyaretler, ritüeller ve buraya gelen insanlar gerçektir; gerisi ise katmanlaşmış söylencelerdir.
Dinlerin ve inanç sistemlerinin bu birbirinin içine girmesi ve katmanlar halinde bir kompozisyon oluşturmasına, farklı din, kültür ve düşünce ekollerinin birleşimine Senkretizm denilmektedir. Senkretik anlayışlar, her yeni dinin yayılmasında bir şekilde kendini gösterir. Her yeni inanç sistemi; bir paragidma olarak ilk kez ortaya çıktığında kimi yerde yayılma sürecinde bir şekilde eskinin izleriyle buluşur, bütünleşir ve onun bazı ritüellerini kendi içine alarak onunla yer yer kaynaşır. Bu süreçte de bir sürü söylence ortaya çıkar; işte Sv.Naum ve Sarı Saltuk Baba’nın Ohri Gölü’nün bu eşsiz köşesinde neredeyse tek bir bedende bütünleşmesi, aslında bu sürecin halkın gönlünde yer etmiş ifadesinden başka bir şey değildir.
Hıristiyanlık Roma’da yayılırken, aynı şeyler başına gelmiş; Roma tanrılarıyla Hıristiyan azizleri yer yer birbirinin yerini almıştır. Yine aynı şey, Anadolu’da ve Balkanlar’da Alevî - Bektaşî inançları karmasında da görülmektedir.
Kara Drim’in kaynağından Ohri Gölü’ne kavuşma
Alevi-Bektaşi düşüncesi üzerine araştırmaları bulunan İlahiyatçı ve tarihçi Ahmet Yaşar Ocak, Alevi Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri isimli kitabında şunları yazmaktadır:
“Eski Hind ve İran’daki ejderha ile savaş mücadeleleriyle menakıbnâmelerden naklettiklerimiz arasında dikkate değer benzerlikler olduğu görülmektedir. Bununla beraber, bu menkıbeleri tek menşee irca etmenin mümkün olmadığı aşikârdır. Bektaşî velilerine atfedilen bu menkıbelerde Eti efsanelerinin olduğu kadar, Hıristiyan aziz menkıbelerinin veya Çin’deki ejderha kültünün izlerini sezebilmek de imkân dâhilindedir. Meselâ; Sarı Saltuk’a yardım eden ve mızrakla ejderhayı delen Hızırla Saint Georges, Sarı Saltuk’ın kâfir halkı Müslüman etmesiyle bu beridekinin Hıristiyanlaştırması, ağzından çıkardığı ateşle ejderhayı yakıp kül eden Hacım Sultan’la aynı işi yapan Buda ve nihayet Balçıkhisarı’ndaki ejderi ortadan kaldıran Otman Baba ile yine bir kalede üslenen ejderhayı öldüren Indra arasında benzerlik görmemek biraz zordur.”
(Ahmet Yaşar OCAK; Alevî Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, s: 213, 214).
Yortu baskısı altında Sv.Naum Manastırı’nın çatısına sığınmış tavus kuşlarından çıktık; senkretik bir yolculukla İran-Hind ve hatta Tibet coğrafyasına kadar uzanan bir inanç sarmalına yuvarlandık. Ama aslında insanlığın o büyük serüveni de bu değil midir?
Sv. Naum Manastırı’nn iç avlusuna girerken
Manastır’dan azmağa doğru yürürken Kara Drim’in, kumullar içinden kaynayan su kaynaklarına doğru azmağın kollarında kayıkla bir gezinti yapmanın en doğru iş olacağına karar verdik. Kara Drim’in Ohri’ye karıştığı noktada bir köprüden geçtik. Çevrede çok sayıda kır lokantası bulunmaktaydı.
Kişi başına 2 Euro karşılığında; içilecek nitelikte tertemiz ve yemyeşil bir suyun üstünde, altımızda beyaz kumulların içinden kaynayan Kara Drim, etrafımızda bir batıp bir çıkan ama bizdekilere hiç de benzemeyen küçücük karabataklar, sadece doğanın ve küreğin suya her çarpışındaki çıkarttığı sesler dışındaki o büyük sessizlik ve hayatın kaynağı suya eğilerek sanki selam veren bir longoz ormanının vakur üyeleriyle bir ruhsal arınma anını paylaştık. Açıkçası ruhani atmosferin dalga dalga yükseldiği Sveti Naum’dan sonra burası hepimize iyi gelmişti.
Sv.Naum iskelesinden teknemize yeniden binerek dönüş yolculuğuna geçtik. İçimizde buraları çok sevip de ayrılamayanlar vardı; yeniden yanaşıp onları da aldık. Aklımıza o anda düştü Nazım’ın dizeleri;
Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler
Motorları maviliklere süreceğiz
Sveti Naum için mum dikenler
Mavilikleri yararak rotamızı Ohri’ye çevirdik. Göl kıyısındaki otelimizi geçtikten hemen sonra ağaçlar arasından kısmen seçilen, Eski Yugoslavya Cumhuriyeti döneminde Mareşal Tito’nun yazlık köşkü olarak kullanılan yapılar kompleksini gördük. Burası şimdilerde Makedonya Cumhurbaşkanı’nın yazlık konutu ve konuklarını ağırladığı misafirhanesi olarak kullanılmaktaymış.
Ohri, karşımızda bir tepenin etrafında eğilmiş dallarından aşağıya doğru sarkan bereketli üzüm salkımları gibiydi. Yaklaştıkça tepedeki Ortaçağdan kalma Çar Samuil Kalesi ve onun çevresinde aşağıya doğru öbeklenmiş bizim Safranbolu’yu andıran güzellikte sivil mimari örneği evleri belirginleşti. Teknemiz, Ohri iskelesine yanaştığında önümüzde uzanan parka saçılmış aziz heykelleri bizi bekliyordu; Sv. Kiril ve Metodius ile Sv. Kliment ve Sv.Naum; hepsi ordaydılar.
Ohri Gölü’nün kıyılarında Makedonya’ya ait Ohri ve Struga ile Arnavutluk’a ait Pogradec kentleri yer almakta. Ohri, Adriyatik kıyısındaki Arnavutluk’un Dıraç limanını Manastır ve Selanik üzerinden istanbul’a bağlayan Roma dönemi rotası Via Egnatia üzerinde bulunuyor.
Sveti Naum Kilisesi
Hellenistik çağda parıldayan ışıklı yer anlamına gelen Lychnidos ismiyle Ohri Gölü kıyısında büyük ihtimalle Çar Samuil Kalesi’nin yerinde küçük bir yerleşim olarak tarih sahnesine arzı endam eden kent, II. Philip döneminden itibaren Makedonya Krallığı yönetimine geçti. M.Ö. 148 yıllarında Makedonya’da gelişen Roma kolonizasyonu, İlliryalılar’ın etkinlik kazandığı bir dönemi başlattı. M.S. 3.yy.dan itibaren Güney Slavlarının bölgeye yavaş yavaş nüfuz ettiklerini ve küçük yerleşimler oluşturduklarını görmekteyiz. Bu dönem, Erazmo gibi azizlerin de bölgede Ortodoks Hristiyanlığı ilk yayma çabalarına giriştikleri zamanlardır. Doğu Roma’nın egemenliğinde yaşayan topraklar Bulgar Çarı Boris ile yeni egemenlerle tanışır. (M.S. 7.yy.)
Ohri Gölü ve Ohri kenti, Slav geleneğinde çok önemli bir yere sahiptir. Ohri’nin bugünkü ismi de Slav dilinde yer alan vo hrid (tepedeki yer) sözcüğünden gelmektedir. Kiril alfabesinin yaratıcıları Aziz Kiril ve Metodius kardeşler; Ohri’nin koruyucusu Sv. Kliment ve onun çömezi Sv. Naum, Ortodoks Slav geleneğinin kökleşmesinde büyük rol oynamışlardır. Bu anlamda özellikle Bulgar Krallığı döneminde; 8-10.yy.larda Ohri, Balkanlar’da Ortodoks Hristiyanlığın merkezi ve Çar Samuel döneminde Bulgar Krallığı’nın başkenti haline gelmiştir. 11.yy.dan sonra Bizans döneminde de bu önemini sürdüren ve bir Piskoposluk merkezi olarak işlev gören Ohri, Fatih Sultan Mehmet’in bu bölgeyi ele geçirmesinden sonra bir sancak merkezi haline gelmiştir. Fatih’in buraları terk ederek payitahta dönüşünü takiben Arnavut İskender Bey’in önderliğinde başlatılan ayaklanmalarda Ohri halkı da İskender Bey’in yanında yer almış ve Osmanlı’nın ayaklanmaları bastırma sürecinde şehrin önde gelen dini ve siyasi önderleri hapse atılmış, birçoğu hayatını bu uğurda kaybetmişlerdir.
Sveti Naum Kilisesi ve ziyaretçiler
Ohri’nin 19.yy.da Osmanlı yönetimindeyken, II. Meşrutiyet arifesinde oynadığı rol de ayrıca dikkate değerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bölgedeki teşkilatı giderek güç kazanmış; ordu mensupları, yörede görev yapan kimi kamu görevlileri ve yöre aydınları arasında dal budak sararak ciddi bir örgütlenme hüviyetine bürünmüştür. İstanbul’da Tıbbıyeliler arasında kurulan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin nüvesini oluşturan İttihat-ı Osmani Cemiyeti’nin (1) nolu üyesi Ohri Sancağı’na bağlı Strugalı İbrahim Temo’dur. Keza; 1908’de II.Meşrutiyet’in fitilini ateşleyen Resneli Niyazi Bey’in Manastır’dan çevresine topladığı 150 civarında çeteciyle dağa çıkarak II.Abdülhamit’e karşı başlatttığı ayaklanmanın bir bacağını da benzer tarzda Ohri’de Eyüp Sabri Bey’in yürüttüğü isyan oluşturur. Teşkilatın silahşörlerinden Mülazım Atıf Bey, Padişah tarafından kalkışmayı bastırması için gönderdiği yöreyi çok iyi bilen Şemsi Paşa’yı Manastır postanesinden çıkarken öldürür. Daha sonra 23 Temmuz 1908 tarihinde Kolağası Eyüp Sabri Bey de, kuvvetleri ile öldürülen Şemsi Paşa’nın yerine Manastır’a gönderilen Müşir Osman Paşa’nın Manastır’daki makamını basarak onu Ohri’ye kaçırır. Bütün bu olaylar, Ohri’deki teşkilatın sivil ve askeri kolları tarafından beslenmektedir. Silahlı kalkışmaların tümü, süreci çabuklaştıran bir katalizör rolü oynar. Ayrıca; milliyetçi rüzgârların estiği Balkan coğrafyasında o yıllarda yoğunlaşan faaliyetleriyle öne çıkan Sırp ve Bulgar-Makedon komitacıların da; Meşrutiyet ilanı öncesinde bu ayaklanmaya zımnen destek verdikleri yadsınamaz. Keza; Selanik ve Manastır’daki Mason ve Sabetayist çevrelerin de bu ayaklamayı arkaladıkları söylenebilir. Sonunda II. Meşrutiyet ilan edilir; herkes muradına erer. Ancak bir kere Pandora’nın kutusu açılmıştır. Bu kutudan 19.yy.dan 20.yy.a geçerken neler çıkar neler… Tarihin geri dönülmez çarkı artık Balkanlar’da dönmeye başlamıştır.
Kara Drim’in kaynaklarındayız
Notların Ohri ile ilgili bölümünün başlığı “Makedonya’nın İncisi; Ohri” idi. Evet; Ohri; masmavi gölü, yemyeşil doğası , tarihi ve kültürel zenginlikleri ile gerçekten bir inci kadar değerliydi. Ancak, inciye benzetmemizin bir diğer nedeni de Ohri incisi diye bilinen ve göldeki benekli alabalıkların pullarının beli bir prosesten geçirilmesi ile elde edilen buraya özgü bir tür incinin üretilmesiydi. İnciler, gölden çıkarılan alabalıkların pullarının kurutulup öğütülerek toz haline getirilmesi ve değerli taşların üzerine bir şekilde kaplanmasıyla elde ediliyormuş. 20.yy.ın başından beri sürdürülen ve prosesi bir sır gibi saklanan bu geleneksel el sanatını şehirde sadece iki aile yürütmekteymiş. Bu ustalık becerisi de bu iki ailenin sadece erkek çocuklarına öğretilerek kuşaktan kuşağa aktarılmaktaymış.
Ohri incisinden yapılan kolyeler, küpeler, yüzük, bileklik ve tespihler, kente gelen turistlerin tercih ettiği en önemli hediyelik eşyaların başında geliyor. İskeleden asırlık çınara doğru uzanan Ohri Çarşısı’ndaki Sveti Kliment Ohridski caddesindeki çok sayıda mağaza, Ohri incisinden yapılmış bu hediyelik takıları satıyorlar.
Azmaktayız; Kayıkta…
Ohri çarşısına dalıyoruz. Sıcağa rağmen çarşıda hareketlilik devam ediyor. İnci satan dükkânlar kalabalık. Yolun sonunda 1100 yaşında olduğu söylenen ve ana gövdesinin içi bir oda genişliğinde açılmış asırlık çınar ağacı yer alıyor. Ağacın ihtişamı görülmeye değer. Tam karşısında bir fıskiyeli havuz ve çevresine dağılmış kafeteryalar bulunuyor. Meydandan sola doğru ilerleyen yolu takip ettiğimizde biraz ilerde Zeynel Abidin Paşa Camisi ve Halveti Tekkesi’ne geliyoruz. Yakın zamanda Başbakanlığa bağlı Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)’nın katkılarıyla bir restorasyon geçirmiş olan tekkenin şadırvanının da bulunduğu bahçesinde Osmanlı’dan kalma mezarlar yer alıyor.
Tekkeden sonra biraz daha ilerleyince, yolun sağında rastladığımız bir esnaf lokantasında rehberimizin tavsiyesiyle Makedonya’nın en leziz Rumeli köftelerini, peynirli çoban salatası ve ayran eşliğinde yiyoruz. Garsonlar, büyük ihtimalle Arnavut; ama Türkçe anlıyorlar. Ohri’de yaklaşık 55.000 kişi yaşıyor. Bu nüfus içinde 3000 civarı Arnavut ve 2500 civarı da Türk yer alıyor. Lokantadan çıktıktan sonra tekrar çarşıya dönüyoruz. Bir kısmımız çarşıda Ohri incisi almakla meşgulken, ben ara sokaklardan tepeye doğru sarıyorum.
Aşağıda uzanan Ohri pazaryerinin hemen üstüne denk gelen düzlükte birer sütun gibi göğe yükselen zarif servilerin altında Sv. Bogorodica Kamensko Kilisesi’ne rastlıyorum. Sokaklar, sıcağın da etkisiyle sessiz. Kilisenin kemerli kapısından avlusuna giriyorum. Yakınlarda yeni bir restorasyon geçirdiği belli olan kilisenin 17.yy.dan kalma olduğuna dair bir bilgi var. Kilise, içinde yer alan sanatkârane ikonostasisi ile dikkat çekiyor. Ben kiliseden çıkarken giriş kapısından yaşlı bir rahibe içeri giriyor; selamlaşıyoruz. Avluda kilisenin apsisine yakın bir konumda son derece bakımlı Ortodoks papazların mezarları yer alıyor. Kiliseden ayrılıp biraz daha yukarılara tırmanıyorum. Tepeye doğru iki yanı ağaçlarla kaplı yol, yarımadanın öte yanına doğru dolaşıyor. Gruba katılmak için hızla aşağıya iniyorum.
Sveti Naum’un kuzuları
Ohri iskelesinden başlayarak kale içine yönelen yürüyüşümüzde Ohri’nin kalbine Eski Şehir’e doğru ilerliyoruz. Bizim Mardin’deki “abbara”lara benzeyen bir evin altından geçiyoruz. Karşımıza eski şehrin aşağıda yer alan giriş kapısı ve onun yanında bulunan bir kale burcu çıkıyor. Bu noktadan itibaren tepeye kadar bizim Safranbolu’nun; iki yada üç katlı, yüksek tavanlı, ikinci katından çıkmalarla sokağa doğru uzanarak diğer evlerle neredeyse birbirine kavuşacak şekilde yaklaşan, bembeyaz badanalı duvarları; koyu kahverengi boyalı ahşap dönmelerle nihayet bulan sivil mimari örneği evlerine benzer bir doku kaplıyor her yanı. Araya irili ufaklı birkaç kilise ile şapelin; bir de tepeye doğru; ortalardaki bir düzlükte yer alan bir Roma dönemi tiyatrosunun serpiştirildiği böyle bir doku düşünün. Evlerinin balkonlarından ve pencerelerinden sokağa doğru rengarenk çiçek salkımları; begonviller, portakal rengi patlar, pespembe petunyalar ve ortancalar sarksın. Orası Ohri’dir işte.
Ohri sahili
Dar sokaklarda tatlı bir eğimle yukarı çıkarken, Gutenberg’in matbaasının bir eşinin de yer aldığı ve ilk çağda bitki liflerinden elde edilen hamurla yapılan kâğıdın öyküsüne benzer bir prosesle çalışan bir tür papirus kağıdı imalathanesi ve matbaasının bulunduğu ilginç bir mekan yer alır. Biraz ilerde ise 19.yy.da Robev Kardeşler tarafından yaptırılan ve Ohri’nin en gösterişli konaklarından biri olan eve ulaşılır. Bu ev, üç katlıdır ve her bir katında sokağa doğru uzanan çıkmalarıyla, karşısında yer alan diğer yapılarla birlikte neredeyse daracık sokağın üstünü bir örtü gibi kaplar. Bugün bir müze görünümünde olan ve üst katlarında ceviz oyma işi tavanı, ahşap mobilya ve panolarıyla dikkat çeken konağın bir diğer özelliği, yakın zamanda Türk televizyonlarında gösterilen Elveda Rumeli dizisinde Kaymakam’ın Evi olarak kullanılmış olmasıdır. Burada bir ilginç ayrıntı daha verelim; kent dokusu olarak benzettiğimiz Safranbolu’da; en çok ziyaret edilen ve şehrin en dikkat çekici sivil mimari örneklerinden birisi olan konağın ismi de Kaymakamlar Evi olarak geçmektedir.
Sv. Sofia, yukarı tırmanırken ilk karşılaştığımız ve kentteki en büyük kilisedir. Bir katedral görünümünde olan yapının, 9.yy.da 1. Bulgar Krallığı döneminde Çar Boris tarafından yaptırıldığı söylenmektedir. Onu izleyen Çar Samuil döneminde ise bu mekân Ohri Başpiskoposluğu’nun merkezi haline gelmiştir. Kilise, Ortaçağın en değerli yapısal mimari izlerini taşımaktadır. Osmanlı döneminde camiye dönüştürülen yapı, 20.yy. da yeniden kiliseye dönüştürülmüştür. Bugün için konser v.b. etkinlikler için de kullanılmaktadır.
Tepeye doğru tırmanırken ortalarda bir yerde antik Roma dönemi tiyatrosu bulunmaktadır. Etrafında bugün için yerleşimlerin bulunduğu tiyatronun ilk kez Hellenistik dönemde yapıldığı, daha sonra Roma döneminde de yenilendiği bilinmektedir. Tiyatro yaklaşık 4000 civarında bir oturma yerine sahip olsa da bugünkü görünümü itibariyle Hristiyanlık dönemine geçişte uğradığı tahribat ve oturma sıralarının kısmen dönemin yeni yapılarında yapıtaşı olarak kullanılmasından ötürü daha mütevazi bir görünüme sahiptir.
Tepede hemen kaleye yakın bir konumda; Plaosnik yada Türklerin verdiği isimle İmaret olarak adlandırılan mevkide, Makedonlar için son derece kutsal sayılan Ohri’nin koruyucusu Pantheleimon yada Sv. Kliment Kilisesi yer alır. Osmanlı döneminde bir caminin bulunduğu bu alanda yürütülen arkeolojik kazılar esnasında, burada eski bir kilisenin varlığının tespit edilmesi nedeniyle cami yıkılmış ve yerine Sv. Kliment Kilisesi yaptırılmış. Rivayete göre Sv. Kliment, buraya bir kilise yaptırmış ve ölmeden önce de bu mekânda kendi mezarını kazmış. Şimdi kilise içinde, o günden kaldığı düşünülen temel izleri camdan zeminler altında korunmakta ve Sv. Kliment’in mezarı olduğu düşünülen bir mekân, Ortodoks Hristiyanların ziyaretine açık bulunmaktadır. Kilisenin yanında arkeolojik kazılar halen sürdürülüyor. Bu alanda Bizans döneminden kalma büyük bir yapının temelleri takip edilebiliyor. Bu temel izlerinin tam ortasında ise yakın zamanda yine TİKA tarafından restore edilen ve bu bölgeye Osmanlıların tutunmasında hizmetleri olmuş Sinan Çelebi’nin türbesi yer alıyor. Türbenin yenilenen kitabesinde Hicri 898, Miladi 1493 tarihi okunuyor.
Tiyatro yakınlarındaki Sveti Dimitrija Kilisesi
İmaret tepesinden ayaklarımızın altından aşağılara doğru uzanan kente ve masmavi Ohri Gölü’ne baktık. Seyrine doyulmayan bu manzaranın tadını çıkarabildiğimiz kadar çıkardık. Sv. Kliment’in sol aşağısında Sv. Dimitrija Kilisesi ve hemen onun ardında gösterişli mimarisiyle dikkat çeken Slav Arşivi Müzesi yer alıyordu. Aşağı inme vakti gelmişti. İskeledeki meydana indiğimizde devam etmekte olan Ohri Balkan Halk Dansları ve Şarkı Festivali kapsamında akşama sahne alacak folklor ekipleri için son hazırlıklar yapılmaktaydı. Arka planı zengin her turistik bölgede olduğu gibi, yaz ayları Ohri’de de festivaller mevsimiydi. Akşam bu gösterilerden birini; Litvanya’nın bir köyünden gelen halk dansları topluluğunun gerçekleştirdiği canlı performansı izleme fırsatını biz de yakaladık. Artık Ohri’de vakit tamamdı; şimdi başka limanlara açılma zamanıydı; örneğin Şairler Kenti Struga gibi…
Ohri’yi kucağında taşıyan şehrin koruyucusu Sveti Kliment
Ohri ve hatmiler
Şiire Sevdalı Şehir Struga
Şehirler vardır; bağrından çıkan etkinlikler, bir zaman gelir, adının önüne geçer. Şehir, artık o etkinlikle birlikte anılır hale gelir. Struga da böyle bir şehirdir işte. Ohri Gölü’nün kuzey kıyısında yer alan, Kara Drim’in tam ortasından ikiye böldüğü Struga’da 1961 yılından beri Struga Şiir Akşamları adı altında dünyanın dört bir yanından gelen şairler, şiirlerini kendi sesleriyle ve kendi dillerinde Şairler Parkı’nda ve şehrin farklı köşelerinde halkla paylaşırlar. Böyle bir etkinliğin düzenlemesi fikri Makedon kült şairler Strugalı Konstantin ve Dimitar Miladinov’un anısı çerçevesinde geliştirilmiş. Makedon dilinin ve milliyetçiliğinin sembol isimlerden olan her iki kardeş de Osmanlı’ya karşı mücadeleleri nedeniyle genç yaşta hapse düştükleri İstanbul’da 1862 yılında tifüsten ölmüşler. Şiir festivalinin açılışı da her yıl Makedonya’da bayraklaşmış olan Konstantin Miladinov’un Güneye Özlem şiirinin okunmasıyla başlıyormuş.
Şairler Köprüsü altında Kara Drim ile Ohri Gölü’nün kavuşması
Her yıl bir ülkenin şiirinin tanıtıldığı etkinliğin sonunda, katılımcı şairlerden biri Altın Çelenk ödülü ile ödüllendiriliyor ve festivalin açılışının ve bazı oturumlarının gerçekleştirildiği kentin Kültür Merkezi’nin yanındaki Şairler Parkı’nda yer alan ağaçlık alana Altın Çelenk ödülünü alan şairin anısına bir fidan dikiliyormuş. Fidanın dibindeki bir taşın üstüne de şairin ve ülkesinin adının yazılı olduğu bir bronz plaket çakılırmış. 1974 yılında bu prestijli ödülü Türk şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca almış ve adına aynı parkta bir fidan dikilmiş. 50 yıldır dünyanın dört bir yanından yaklaşık 4000 civarı şairin katılımıyla düzenlenen ve kültürler arası kurulan bir köprü niteliği taşıyan Struga Şiir Akşamları, şiirin dünya çapında en önde gelen etkinliklerinden biri olma kimliğini kazanmış bulunuyor.
Struga’dan Kara Drim akar
Sıcak bir günün akşamüstü Struga’ya (rakım: 695 metre) vardığımızda ilk gördüğümüz, iki yakayı birleştiren üzeri tahta ile kaplı Şairler Köprüsü’nün altındaki Ohri Gölü ile Kara Drim’in kavuşmasıydı. Aslında Sv. Naum Manastırı yakınlarında kumulların içinden kaynayan Kara Drim’i bu noktaya bir anlamda Ohri Gölü taşıyordu. O sırada köprünün demir korkuluklarına kendini halatla bağlamış Strugalı bir delikanlı ise, gölden çağlayarak Kara Drim’e karışan suya karşı bir meydan okuma hali içindeydi. Aslında bu garip durum bile Kara Drim’le ilgili çok şeyi anlatıyordu. Kara Drim, hemen yanındaki göle doğru değil de, daha kuzeyde yer alan Arnavutluk sınırındaki Debar’a (rakım: 476 metre) doğru akıyordu. Debar yakınlarında Makedonya topraklarını terk ederek Arnavutluk’a giren Kara Drim, Arnavutluk’un Kukes şehri yakınlarında kuzeyden gelen Beyaz Drim ile birleşerek Drin ırmağını oluşturuyordu. Bu noktaya kadar kuzey ve kuzey batıya devam eden uzun yolculuk, bundan sonra batıya yönelerek Adriyatik sahillerinde son buluyordu.
Şairler Parkı’nda şairlerin anısına dikilmiş ağaçların altında dolaşırken, onların adlarının çakılı olduğu plaketlerin çoğunun yerlerinden sökülmüş olduğunu gördük. Bu derbeder durum, bize kendi ülkemizdeki şehirlerde lağım kapaklarına yönelik saldırıları hatırlattı.
Struga’nın kasaba merkezindeki nüfusu yaklaşık 18.000 kişi kadar. Nüfusun çoğunluğunu Makedonlar ve Arnavutlar oluşturuyor. Kentte, yaklaşık 1000 civarında da Türk yaşıyor.
Struga Şairler Parkı
Şehrin içinden geniş bir yatakta kuzeye doğru akan Kara Drim’in iki yakasında çok sayıda restoran ve kafeterya yer alıyor. Irmağın iki yakasını birleştiren köprünün her iki ucuna doğru uzayıp giden cadde kentin en önemli arteridir. Irmak boyunda restoranların hemen üstünde şerit halinde uzanıp giden yeşil alanda Strugalı tarihte iz bırakmış önemli şahsiyetlerin büstleri bulunuyor. Bunların içinde; Bizim tarihimizde de önemli bir yer tutan en dikkat çekici olanı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (1) nolu üyesi ve Arnavut asıllı olan İbrahim Temo’ya ait büsttür. Arkası ırmağa dönük olarak canlandırılmış Tıbbıyeli Dr. İbrahim Temo, bir zamanlar yürüdüğü Kara Drim’in kıyısında başında fesi, yüzünde tipik sakallarıyla doğduğu kentin sokaklarına doğru bakmaktadır. Tüm kaynaklarda 1865 – 1939 yılları arasında yaşayan İbrahim Temo’nun büstte yer alan ölüm tarihinin neden 1945 olarak yazılmış olduğu tarafımızca anlaşılamamıştır.
Asıl adı İbrahim Ethem olan İbrahim Temo o yıllarda Manastır’a bağlı Struga’da 1865’de doğmuştur. 1888’de Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane’ye giren İbrahim Temo, 1 Mayıs 1889’da tıbbıyeli arkadaşları İshak Sukuti, Mehmed Reşid ve Abdullah Cevdet ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdeğini oluşturan İttihad-i Osmani Cemiyeti’nin kuruluşuna katılırlar. 1892’de Tıbbıye’den mezun olan İbrahim Temo, 1895’de yüzbaşı iken II. Abdülhamit’in baskı rejimi nedeniyle İstanbul’dan Romanya’ya kaçar ve Osmanlı’nın takibatından kurtulmak için Romen uyruğuna geçer. Burada, Hareket ve Sadayı Millet isimli gazeteleri çıkarır. 1906’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Köstence Şubesi’ni oluşturur. II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında İstanbul’a gelir, ancak aradığını bulamaz. Bir süre Darülaceze Müdürlüğü ve Beyoğlu Mutasarrıflığı Sıhhiye Müfettişliğinde bulunur. Daha sonraları İttihat ve Terakki’den ayrı düşen siyasi faaliyetlerinden bir sonuç alamayınca 1911’de tekrar Romanya’ya döner. 1.Dünya Savaşı sonrasında yürütülen barış görüşmelerinde Arnavutluk’un parçalanmaması ve toprak bütünlüğü için çalışır. 1920’de Romanya’da senatör olur. Ölene dek, Romanya’daki Türk ve Müslüman cemaatin çıkarları için çalışır. 1936 yılında İstanbul’da düzenlenen tıp ile ilgili bir kongreye Romen delegesi olarak katılır. 1939 yılında yaşadığı Köstence yakınlarında Mecidiye’de hayata veda eder. (3)
Struga Çarşısı
Gerek Ohri Çarşısı’nda tarihi çınarın önünde ve gerekse Struga çarşısında dolaşırken, evden yeni getirilmiş ve sokakta sıcak sıcak satılan bir tür krep ile karşılaştık. Bu hamur işi, bizim evimizde çocukluğumuzdan beri sıkça yapılıp yenen bir şeydi. Babamın bu topraklardan evimize getirdiği ve benim tekrar Makedonya sokaklarında karşılaştığım çocukluğumun “petelez”i, benim için bu günün en büyük sürprizi olmalıydı. Çocukluğumda kızgın tavaya dökülen sıvılaştırılmış un karışımının aniden katılaşarak küçük birer yağlı yufka haline gelişi beni pek heyecanlandırırdı. Tavadan alınan kreplerin; geniş bir tepsiye, aralarına beyaz peynir yada toz şeker konularak, katlar halinde dizilmesi sonucunda pişirme işlemi tamamlanırdı. İşin en güzel tarafı ise, bir tas ayran eşliğinde tepsideki sıcacık “petelez”leri mideye afiyetle indirmekti. Çarşıda krepleri satan satıcıyla karşılaştığımda, ilk işim hemen birer dilim; kat kat dizilmiş petelezden almak oldu. İki dilimi 50 Makedonya Dinarı’ydı. Ne mutlu bana… Çocukluğumun o basit lezzeti ile yeniden karşılaşmıştım.
Kara Drim kıyısında Strugalı İbrahim Temo
Ohri, sonrası akşama doğru günün daralan bir vaktinde ziyaret ettiğimiz Struga’da yine de iyi dolaştık. Araç trafiğine kapalı Struga Çarşısı’nda yürürken, bahçesinde çocukların oynadığı yemyeşil ceviz ve çınar ağaçlarının altında bir Ortodoks Kilisesi dikkatimizi çekti. 19.yy.da yapılmış olan kilisenin ismi Aziz George Kilisesi imiş ve şehir merkezindeki en büyük kiliselerden birisiymiş. Doğuya bakan apsisinin bulunduğu duvarın dibinde bir dizi bakımlı mezar yer alıyordu. Bahçe giriş kapısının yakınındaki ağaçların gövdeleri üstüne de bizim gazetelerde yayınlanan ölüm ilanlarına benzer A4 boyutunda ölenin fotoğrafının da bulunduğu duyurular asılmıştı. Bu durumu, tüm Balkanlar gezimiz boyunca dolaştığımız; gerek Hristiyan ve gerekse Müslüman toplulukların yaşadığı topraklarda hep gördük. Bu duyuru şekli bizim ülkemizde rastlamadığımız bir şeydi ve bu yönüyle bize ilginç geldi.
Struga Çarşısı’nda annemin “petelez” dilimleri (6)
Struga, Makedonya topraklarında ziyaret ettiğimiz son kentimizdi. Yaşadığımız bütün güzellikleri ve onların sayesinde geçmişe dair tüm anımsadıklarımızı kazanç hanemize yazarak ve doğanın bütün cömertliğini sunduğu bu güzel topraklara yeniden gelmeyi umarak bir gün boyunca içinde seyahat edeceğimiz komşu Arnavutluk’un topraklarına doğru yöneldik. Hedefimiz Makedonya – Arnavutluk sınır kapısı Kafasan’dı.
Dipnotlar:
(1) Ortodoks Hristiyan Slavlar, Aziz anlamında Sveti sözcüğünü kullanıyorlar. Kısaca Sv. İle temsil ediliyor. Saint yada Agios gibi…
(2) Galicica; yerel rehberin anlatımına göre Makedonca “iki gölü okşayan dağ” anlamına geliyormuş.
(3) İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları; ARBA Yayınları; arka kapaktaki tanıtım bilgilerinden yararlanılmıştır.
(4) Hayri Demirovski’nin fotoğrafı, http://alek-careca.blogspot.com/2009/10/in-memoriam-ajri-hayri-demirovski.html adresinden alınmıştır.
(5) Resneli Niyazi Bey’in fotoğrafı http://pinterest.com/peramuzesi/from-konstantiniyye-to-istanbul-konstantiniyye-den/ adresinden alınmıştır.
(6) Yukarıda adresleri verilen iki fotoğraf dışında kalanların tümü İ.Fidanoğlu tarafından 2012 Yazı’nda çekilmiştir.
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC
3.Kısım Sonu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder