Sayfalar

26 Aralık 2012 Çarşamba

KOLOPHON, KLAROS ve NOTION'U SOLUMAK


26.12.2012
Mehmet Yavuzcezzar

2012 yılının bu son günlerinde sabah erkenden yola koyulduk; rotamız güney, hedefimiz Değirmendere, amacımız önce 12 büyük Ion kentinden biri olup deniz kenarında kurulmayan tek kent olan Kolophon’u, sonra da, kehanet merkezi Klaros ve kıyıdaki Kolophon olarak da bilinen Notion’u bir parça yaşamaktı.

Bornova-Karabağlar-Menderes yolundan geçerek Değirmendere Köyü’ne vardığımızda; hava bulutlu ve serin, sıcaklık 6 derece idi. 


Değirmendere; Köy Meydanı; Şehitler Anıtı; 1935; “Kara Gün” 27 Mayıs 1919’da Değirmendere Yunan işgali
Değirmendere; Köy Meydanı; Şehitler Anıtı; 1935; “Kara Gün” 27 Mayıs 1919’da Değirmendere Yunan işgali

Saat 10 gibi Köy meydanındaki kahvede kahvaltımızı bitirdik ve Şehit Murat Güvenç caddesini takip ederek 500 metre kadar güneye doğru yürüyerek Kolophon’un sırtını yasladığı; alanın başlangıcında yer alan tanıtım levhasından adının Akropol Tepesi olduğunu öğrendiğimiz tepeye vardık.



Gezginler ve Kolophon'dan Değirmendere'ye bakış
Gezginler ve Kolophon'dan Değirmendere'ye bakış

KOLOPHON

İzmir’in Menderes İlçesi köylerinden Değirmendere ve Çamönü arasında Smyrna’yı Ephesos’a bağlayan güzergâh üzerinde yer alan, üç tepe üstünde ve onları birbirlerinden ayıran vadiler arasında kurulmuş olan Kolophon antik kenti, İyonyalıların bölgeye geldikleri M.Ö. 9. veya 8. yy’da 12 Ion kentinden biri olarak kurulmuş. Akropol Tepesi kente ait yapıların yoğunlaştığı bölge. 

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Christine ÖZGAN; 1922 yılında yapılan kazılarda bölgenin yaşam alanı olarak kullanılışının Genç Tunç Çağı’na (M.Ö. 1500-1150) tarihlendiğini, bölgede Kalkolitik ve Tunç Çağ’a ait kalıntılar ile Prehistorik Dönem yerleşimlerinin izlerinin bulunduğunu belirtmekte. 



Kolophon kutsal alanı
Kolophon kutsal alanı

Biz de alanda dolaşırken; muhtemelen bir kısmını definecilerin, bir kısmını da arkeologların inceleme ve tespit amaçlı kazdığını sandığımız çukurların yanı sıra; galeri (stoa), pazar yeri (agora), Anadolulu ana tanrıça Meter’e ait kutsal alan (meteon), hamam, sokaklar ve konutların kalıntıları arasında gezinirken yaklaşık 3000 yıl önce burada yaşayan hemşerilerimizin soluduğu havayı soluduk.


Kolophon kutsal alanı
Kolophon kutsal alanı

Ören yerindeki gezimizi tamamlayıp, geldiğimiz yoldan köy merkezine geri dönerken, yolda yaşlıca bir teyze ile karşılaştık ve biraz lafladık. Bize tepedeki kalıntıların; altın, gümüş ve pırlantalarla dolu olduğunu, Çamönü Köyü’nden beyaz sakallı bir adamın sık sık buraya gelip, burada bulduğu ganimetleri alıp götürdüğünü anlattı. Daha çok hikâye anlatacaktı ama bizim zamanımız kısıtlıydı.


Kolophon'da hamam temelleri
Kolophon'da hamam temelleri

Kolophon ve Değirmendere’de yaklaşık 1,5 saat kaldıktan sonra yönümüzü güneye, yaklaşık 13 km ötedeki “Bilicilik (Kâhinlik) Merkezi” Klaros’a çevirdik.


KLAROS; APOLLON BİLİCİLİK MERKEZİ

Değirmendere’den güneye Çamönü’ne doğru yol alarak, Menderes-Gümüldür asfaltına ulaşarak Ahmetbeyli’ye doğru 12 km kadar yol aldıktan sonra, İzmir B.Ş.B. Eshot’un “Claros” otobüs durağının yanından sola döndük. Portakal ve mandalina bahçeleri arasındaki “Işıklı Klaros Caddesi”nden 700 m. ilerledikten sonra saat 12 gibi Apollon Bilicilik Merkezi; Klaros’a (Claros) ulaştık.

Katagogeion (konaklama) alanı
Katagogeion (konaklama) alanı

Ahmetbeyli vadisinin (Ales) düzlüğünde, deniz kıyısından yaklaşık 1600 metre kuzeyde yar alan gizli güçlere sahip kâhinleri ile dünyaca ünlü Klaros kutsal alanı; İ.Ö. 13. ile İ.S. 4. yüzyıllar arasında “Bilicilik (Kâhinlik) Merkezi” işlevi görmüş; bağımsız bir kent olmayıp, İ.Ö. 294 yılına dek kuzeydeki Kolophon’a, bu tarihten sonra güneydeki Notion’a (Sahil evleri) bağlı kalan alan, terkedildikten sonra Ahmetbeyli ve Kırmızıkayalar derelerinin getirdiği alüvyonlarla tamamen örtülmüş.


İ.Ö. 3000-2500'de Klaros'un Kıyı Çizgisi
İ.Ö. 3000-2500'de Klaros'un Kıyı Çizgisi (*)

Klaros'un  Bugünkü Kıyı Çizgisi
Klaros'un  Bugünkü Kıyı Çizgisi (*)

20 Aralık 2012 Perşembe

SELATİN’DEN HALKAPINAR’A; “AYDIN DAĞLARI’NI AYNI GÜNDE İKİ KEZ GEÇTİK”


13 Aralık 2012
İbrahim Fidanoğlu

Bu yıl, yüzünü İzmir’de oldukça geç gösteren kışın; hızlı başlayan ve aşağı yukarı iki haftadır sürekli yağan sağanak yağmurları nedeniyle, ara verdiğimiz yürüyüşlerimize yeniden başladık. Güneşli, ancak soğuk bir günün erken saatlerinde Bornova’dan yola çıktık. Bugünkü rotamız; Aydın Ortaklar’a 12km uzaklıktaki 800 yaşındaki tabii anıt çınar ağacının da bulunduğu, İzmir – Aydın otoyolunun hemen üstünde yer alan ve tünele adını vermiş Selatin Köyü idi.

Selatin köyü
 Selatin köyü

Kahvaltı molamızı Belevi Köyü’nün merkezindeki kahvehanelerden birinde; yeni yakılmış sobanın başında yaptık. Dışarıda hava sıcaklığı 80C civarındaydı. Güneşli olmasına rağmen dışarıda sabah ayazı vardı. Yaklaşık 1 saat kadar köy meydanında oyalandık; daha sonra Selçuk – Çamlık üzerinden Ortaklar’a doğru hareket ettik.

İsmini 600 yıllık “yârin yanağından gayrı her şeyde, her yerde hep beraber diyebilmek için(1) yapılmış bir kavganın hatırasından alan Ortaklar’a; oradan da 12 km uzaklıkta bulunan Selatin Köyü’ne saat 1o gibi ulaştık. Sabah sabah sırt çantalarıyla; 800 yıllık can çekişen yaşlı çınar ağacının da bulunduğu ıssız köy meydanında dolaşan yabancıları gören kahveci, şaşkın şaşkın bize baktı kaldı. Ona merhaba deyip, köy çıkışında yeni konulmuş “Tire 25 km” levhasına doğru yaklaşık 10.15’de yürüyüşe başladık.

Selatin-Halkapınar yürüyüş rotası 19 km
Selatin-Halkapınar yürüyüş rotası 19 km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Aydın Dağları’nın geçişleri ile ilgili Kurtuluş Savaşı’na ve daha önceki dönemlere ait buralarda çok öyküler anlatılmaktadır. Bunlardan biri de daha öncelerde köye uğramışlığımda, köylülerden dinlediğim Selatin’e ve onun isminin kökenine dair bir söylencedir.

Giderken...

Osmanlı döneminde Ayanlara kafa tutan eşkıyalık mekanizmasının geliştiği bu dağlarda, haksızlığa boyun eğmeyen ve erkek kılığında zeybeklik eden Zal Hatun isminde bir genç kız varmış. Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe öyküsündeki temayı andırır şekilde; hiç kimse ve hiçbir efe bu civarda onun bileğini bükemezmiş. Gel zaman git zaman, bu dağlarda namı yürümüş gitmiş. Ama ne yazık ki; eşkıyalar arasında onu çekemeyenler de varmış. Günün birinde; bir şekilde kadın olduğu ortaya çıkınca çalı kakıcı efelerden bazıları Zal Hatun’u yok etmeye karar vermişler. Bundan sonrası halkın vicdanında şekilden şekle bürünmüş. Kimine göre Zal Hatun bir şekilde erenlere karışıp bu dağlarda kaybolup gitmiş, kimisine göre de kahpece bir tuzakta “bizim aramızda kadına yer yok” diyen çalı kakıcılar tarafından öldürülmüş. Bu öykü her ne şekilde biterse bitsin; halkın dilinde anlatıla anlatıla böyle bir söylenceye dönüşmüş ve bu köyün ismi de Zal Hatun’dan bozunarak Selatin’e dönüşmüş. Ama doğru, ama yanlış; söylence bu… Bize de anlatması düşer.

16 Aralık 2012 Pazar

Dostluğun ve Düşmanlığın Adası; GİRİT



26-29 Ekim 2012
İbrahim Fidanoğlu


Girit, pek çoğumuzun geçmişinde yer alan öyküleriyle yüreğimizi titreten bir coğrafyadır aslında. En azından bir romanda ya da bir anı kitabında okuduklarımızla tanışmışızdır bu topraklarla. İki farklı halkın yüzlerce yıl birlikte yaşayıp daha sonraları kanlı bıçaklı düşman oluşudur aslında bu topraklardaki saklı öykülerde anlatılanlar.

Heraklion (Kandiye) Limanı
Heraklion (Kandiye) Limanı

Bir “Cihan” İmparatorluğu’nun çöküşü esnasında; Anadolu’da yaşanan Küçük Asya Felaketi ile derinleşen ve en sonunda mübadelede her iki yakadan insanların yurtlarından koparılmasına ve gittikleri topraklarda bir anlamda kendilerini “iki kere yabancı(1) hissetmelerine yol açacak bu süreç, her iki tarafın mağdurlarında nesiller boyu silinmeyecek izler bıraktı. Çekilen acılar, yapılan çileli yolculuklar öykü, roman ve anı oldu; kitaplara yansıdı. Savaşın çocuklarının çektiği acılar, böylece kendilerinden sonra gelecek nesillere ders niteliği taşıyacak bir boyuta ulaştı.
Politikanın girdabında olmayacak yerlere sürüklenen bu acılı kuşakların yaşadıklarından, her iki toplumun çocuklarının alacağı büyük dersler var. En az bin yıllık ortak tarihleri; birbirleri ile iç içe geçmiş kültürleri ve yemeklerine kadar uzanan sosyal yaşamlarındaki benzer alışkanlıklar, bu iki toplumu aslında dostluğa mahkûm etmiş bile denilebilir. Ama ne yazık ki; dünyanın ağa babalarının her zaman bu “büyük insanlığı” tuzağa düşürmek için kurnazca planları bulunuyor. Bize düşen ise; aklımızı ve tarih bilincimizi kullanarak, bu hinoğlu hin tuzaklara bir daha düşmemek olsa gerek.

Kostas’ın büyükannesinin Ayvalık’tan getirdiği Meryemana İkonası
Kostas’ın büyükannesinin Ayvalık’tan getirdiği Meryemana İkonası

Akdeniz’in ortasındaki Girit Adası’nın Batı ucundaki Hanya’ya geldiğimizde, biz de herkes gibi Eski Liman’a doğru yürüdük. Sofoklis Venizelos Meydanı’ndaki Kapalı Çarşı civarında bulunan bütün yollar, neredeyse rıhtıma çıkıyordu. Restorasyonu süren Roma – Bizans döneminden kalma surların hemen önünden limana paralel ilerleyen Karaoli Dimitriou Caddesi’nde meşhur Hanya bıçakçıları vardı. Biraz onlara bakalım dedik. Yoldan merdivenlerle ulaşılan ve ilk bakışta çıkmaz bir sokak izlenimi veren sokakta adamın biri, yerdeki yaprakları süpürüyordu. Dikkatimi çekti; sokağa girdim. Biraz ilerleyince adam beni fark etti ve gülümsedi; gayri ihtiyari adama Türkçe “Merhaba” dedim. Bunun üzerine adam da bana Türkçe yanıt verdi. İsmi Kostas’dı.

Kandiye Limanı’ndaki Venedik Kalesi “Kules” duvarlarında yer alan Venedik Aslanı
Kandiye Limanı’ndaki Venedik Kalesi “Kules” duvarlarında yer alan Venedik Aslanı

Kostas, eczacı idi ve yıllarca Danimarka’da çalışmıştı. Şimdi doğduğu topraklara Danimarkalı eşi ile birlikte geri dönmüş ve büyüklerinden yadigâr; sokak arasındaki iki katlı, bahçeli evinde pansiyonculuk yapıyordu. İzmir’den geldiğimizi öğrenince, heyecanla bizi içeri davet etti; eşiyle tanıştırdı ve ilk olarak hemen kapının girişindeki soldaki duvara asılı duran ve Ayvalıklı büyük annesinden kalma Meryemana ikonasını gösterdi. Anneannesi, mübadelede onu Ayvalık’tan getirmişti. Kostas’ın, Ayvalık dedikçe gözleri parlıyordu. Bize dostlukla; ilgimizi çekebilecek ya da hoşumuza gidebilecek bir şeyler gösterebilmek için, içi içine sığmıyordu. Evin arka bahçesine çıkardı bizleri ve Venedik döneminden kalma duvar parçalarını gösterdi. Sokağın biraz ilerisinde, yine kendi ailesinden kalma bir yıkıklığa götürdü ve Venedik döneminden kalma bir alınlık parçası ile Osmanlı ve Venedik döneminden kalma duvarları gösterdi. Orayı da restore ettirip pansiyon yapacağını anlattı. Kostas, bu sırada biraz Türkçe, biraz İngilizce arada bir de Yunanca; karmaşık bir dil kullanıyordu. Bu durum bizi de heyecanlandırmıştı. Dar zamanda anı paylaştık Kostas’la… Zamanımız kısıtlıydı; ancak belki de bizim için Girit’te geçirdiğimiz en ilginç, en dostça zamanlardı; o anlar. Bu, bizim sadece tesadüfen rastladığımız bir andı Hanya’da…

Hanya; Eski Liman; sanki İzmir’in 19.yy.daki hali
Hanya; Eski Liman; sanki İzmir’in 19.yy.daki hali

Ailesi Girit’ten göçen Ayvalıklı araştırmacı-yazar Ahmet Yorulmaz’ın “Savaşın Çocukları” isimli belgesel romanında ise Aynakis Hasan ya da Hasanaki mübadele sonrasında Ayvalık’tan Girit’e şu düşüncelerle bakmaktaydı:

“Şimdi anayurdumda oturduğum kıyı ilçesi Ayvalık’ın dar sokaklı, avlusuz, bahçesiz evlerine baktıkça, bir hüzün, bir gariplik çöker içime. Hele karanfil, papatya, adaçayı, ıhlamur yerine küf kokan karanlık yapılar sıla özlemimi depreştiriyor. Cetlerimin toprağındayken, bizden on beş kuşağın dünyaya geldiği Girit’i anımsamam, özlemem ne ola ki, diye çok düşünmüşümdür. Hâlbuki Girit’te, son olarak, “Türkler dışarı!” diye bağırıyordu Rumlar. Doğup büyüdüğümüz yerden atmak amacındaydılar bizi, attılar da. İstanbul’da, “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!” diye bağırırlarken, o tarihte yanında çalıştığım matbaacı Vladimiros, bir plak gibi şunu yineleyip duruyordu bana: “Hasanaki inanma sakın, Girit, gitti gider. Sizinkiler, bizim kiliseyle politikacılarımızı tanımıyorlar. Bunların ikisinin yapamayacağı yoktur; dünya âlemi kandıracaklar, sizi buradan çıkaracaklardır. Bak zamanı gelecek, Vladimiros Usta söylemişti diyeceksin.”

Hanya’da Ağa Camisi
Hanya’da Ağa Camisi

“Anayurt Anadolu’ya geldik. Bu kez buradakiler, ırkdaşlarımız, dindaşlarımız, “Yarım gâvur!”, “Gâvur tohumu” diyorlar bize. Beslenmemiz bol sebzeli, dağdan bayırdan toplanan otlarla olunca, bunu da hazmedemiyorlar, alay ediyorlar bizimle: “Eşeklerin hakkını yiyor bunlar,” diyorlar. Horluyorlar, ilişkilerini sınırlı tutuyorlar. Bir başka yere serpiyorlar sizi, gelişip boy atıyorsunuz, gelişme çağınızda kökünüzden söküp atıyorlar. Gerçi alınıp getirildiğiniz yer, çıkış yeriniz ama beslendiğiniz toprak su, hava başkaydı. İnsanın kaderi mi diyeceğiz buna, yoksa barış içinde yaşayanları birbirlerine düşürmekten çıkar umanların işleri mi?”(2)

Hanya’da Splantzia Meydanı’nda “zamane” kahvehaneleri
Hanya’da Splantzia Meydanı’nda “zamane” kahvehaneleri

Kökleri Girit’e dayanan bir başka yazar; Karşıyakalı ağabeyimiz Ertuğrul Erol Ergir de Giritli Mustafa isimli anı-roman kitabında kahramanı Giritli Mustafa’yı şöyle konuşturmaktadır:

“Evet, neticede biz Osmanlı Türkleri, Girit’i kan dökerek Venediklilerin elinden almıştık, yani bir zamanlar işgal etmiştik. Ama işgalciliğimizi bir yerde noktalamış ve zamanla tam birer Giritli’ye dönüşmüştük. Diğer işgalciler gibi kadınlarımızı dışarılardan beraberimizde getirememiştik. Halkla bütünleşmiş ve çoğalmıştık. Ada halkının tümüne dost gözüyle bakıyorduk. Türkler işgalden sonra da kültür, gelenek, dil ve dinlerini muhafaza etmeye muvaffak olmuşlardır ve Rumların da aynı haklarını korumalarına müsaade etmişlerdir. Belki uzun yıllar hâkimiyetin Osmanlılarda olması Rumlara eşit muamele yapılmasını biraz önlemiştir. Ama tarih akışı içinde olaylar geliştikçe ve hatta Fortezza’dan (Venedik döneminden kalma Resmo Kalesi) Osmanlı bayrağı indirilip Yunan bayrağı çekilince de yani Girit Yunan Krallığı’na bağlanınca da karışıklık ve kavgalar noktalanmamıştı.” (3)

Girit’ten göçmek zorunda bırakılarak anayurtlarına gelen Türklerin ruh halleri ve özlemleri işte böyleydi. Hanya’lı dostumuz Kostas’ın atalarının da bundan farklı olduğunu hiç düşünmedik biz. Çünkü doğduğu topraklardan insanları koparmak kadar daha kötü ne olabilir?

Aya Nikola; lagüne doğru
Aya Nikola; lagüne doğru

İşte bunu yanıtı; Dido Sotiriyu’dan; Matomena Hatome (Kanlı Topraklar) ya da bizim tanıdığımız adıyla “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” romanının son sayfasında:

“Gölgeler gidip geliyor gecenin içinde. Saldırmalar, bir vuruşta bir kelle uçuruyor. Ter içinde vücutlar, kudurgan bir hınçla aralıyor genç kız bacaklarını ve bu lanetli aşkı tamamlamak için de lekesiz göğüslere bir bıçak saplıyorlar… İnsanlar! Siz bu dünyadan değil misiniz? Hangi şeytan teslim alıp öldürdü ruhumuzu?

Karşıda… Küçük Asya kıyılarında… Minicik ışıklar yanıp sönüyor. Ve kocaman gözler var, yanıp sönen karşıda. Ve tertemiz evler var… Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor, ikonostazda gelin güvey taçları. Mezarlarda atalar yanıp sönüyor. Göz kırpıyorlar sırayla karşıdan. Küçük Asya kıyılarında evet, karşıda; çocuklar, akrabalar, dostlar bıraktık. Gömülmemiş ölüler, barınaksız diriler bıraktık ve şimdi hayaletler misali, oradan oraya savrulan düşler… Küçük Asya kıyılarında evet! Daha dün yurdumuz olan karşıda…

Dipsiz gecenin içinden, tanıdık gölgeler kayıp geliyor… Kirliceliler ve Şevket… İsmail Bey, Kerim Efendi, Şükrü Bey ve Ali Dayıyla kızı… Boşuna! Hiç biri imdada koşamaz artık… Yıkılıp gitti her şey!

Yeknesak çan sesleri işitiyorum. Devenin o yumuşak, o edalı yürüyüşüne işarettir bu çan sesleri! Hörgücünde üzüm küfeleri, kuru incir sandıkları ve zeytin çuvalları, pamuk ve ipek balyaları ve gül suyu küpleri ve şarap fıçıları taşıyıp gelen devenin!

Aya Nikola Kordonu
Aya Nikola Kordonu

Deveci heyy! Kulağında karanfil, nereye gidiyorsun? Beni de al yanına! Geliyorum işte, bekle! Ve boşu boşuna haykırıp durma o güzel türküyü: Yüreğini sımsıkı kapamış herkes, işitmiyorlar!

Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket? Ah Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!

Ve sen… Kör Mehmet’in damadı... Hele sen! Neye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş? Ve işte ağlıyorum… Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!

Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah! Ve yan yana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden! Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp yan yana eğlenmek üzere, şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!

Hanya yakınlarında Aya Triada Manastırı
Hanya yakınlarında Aya Triada Manastırı

Ana yurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını versin!”(4)

Resmo yada Rethymnon


Rimondi Çeşmesi; Resmo
Rimondi Çeşmesi; Resmo


Resmo yada Rethymnon

Bugün Pazar ve Girit’te bayram var. Giritliler, 1941’de Naziler tarafından işgale uğrayan adada başlatılan direnişin yıldönümünü kutluyorlar. Aslında bu tüm Yunanistan’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline karşı verilen mücadelenin ve faşizme karşı ulusça “hayır” denilişinin anısına kutlanan OHİ (Hayır) Bayramı… Biz de onlarla beraber “faşizme hayır” deyip, rotamızı Resmo ve Hanya’ya doğru çeviriyoruz.

Resmo'da OHİ Bayram'ında anti faşist gösteri

Bir bölük asker, bando eşliğinde sabahın erken saatlerinde otelimizin de yer aldığı Özgürlük Meydanı’na doğru uygun adım yürüyorlar. Belli ki bir resmigeçit var. Ama bizim onu bekleyecek vaktimiz yok ne yazık ki…
Bir miktar yolda geçecek günümüz bugün. Ya nasip; ne diyelim. 

Osmanlı yönetiminde Türk nüfusun yoğunlukla yaşadığı ve özellikle Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örneklerinin bulunduğu kenttir Resmo… Girit’in Türkler tarafından ele geçirilmesi sürecinde de Hanya ile birlikte Osmanlı kuvvetlerinin karada ilk tutunduğu noktalar olması açısından da ayrı bir önem taşır. Türk mübadillerin Girit üzerine anlatılan hazin hatıralarının pek çoğu bu kente aittir.

Resmo; Eski Liman’da lokantalar ve evler
Resmo; Eski Liman’da lokantalar ve evler

Kentte ve kırsalda; belki Marula’daki çiftliklerde zeytinlerin peşinde at sırtında çekilen çileler, Resmo’da zeytinyağına ve zenginliğe dönüşürdü bir zamanlar… Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesine paralel olarak, adada başlayan ayaklanmalar sırasında; iki toplum arasına saçılan düşmanlık tohumlarının beslediği Türklere yönelik katliamlar, Rum komitacıların kasabaya saldığı korkular, çiftliklerinden Resmo’ya doğru durmaksızın sürdükleri atlarının sırtında akşam vakti nefes nefese Megali Porta’dan içeriye süzülüşleri; ayrılığa ve kuşaklar boyu hiç silinmeyecek bir hüzne giden yolun taşlarını döşemiştir.

İşte Kandiye - Hanya yolunda Fortezza diye bilinen bir Venedik kalesinin hemen arkasına konumlanmış, herhalde savunma refleksi ile olsa gerek; önemli caddelerinin Kandiye ve Hanya’nın tersine denize paralel bir şekilde uzandığı ve kenti çeviren surların 20.yy.a doğru sıcak ve büyüme baskısı ile Megali Porta’dan öteye yarılıp yıkıldığı Resmo burasıdır.

Resmo’ya öğleye doğru kıyıdan Fortezza tarafından girdik. Tarihi Venedik Limanı’nın önünden başlayarak tüm kıyı boyunca Doğuya doğru uzanan Venizelos Caddesi’nden ilerlerken, şehir sanki uykudaydı. Neredeyse birkaç turist dışında, kıyıdaki bütün restoranlar ve kafeteryalar bomboştu. Kıyıdan el ayak çekilmiş gibiydi. Ama işin rengi biraz sonra anlaşıldı. Kıyıdan Venedik Loggia’sına doğru ilerleyen daracık sokaklara girip ilerledikçe, dağılmakta olan OHİ Bayramı’nın son kırıntılarına yetiştiğimizi fark ettik.

Resmo; Venedik Locası
Resmo; Venedik Locası

Surların dışına çıkmış şehrin büyük kilisesinin önünden itibaren kalabalığın arasına karıştık. Okul öğrencileri okullarını yansıtan renkler içinde; son derece tertipli ve tertemiz giysileriyle önümüzden geçip gittiler. Töreni izlemeye gelen aileler; çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden bir anlamda yediden yetmişe tüm Resmolular; onlar için son derece anlamlı olan bugünü kutlamak için, en güzel giysileri ve en bakımlı halleriyle tören alanındaydılar. Pırıl pırıl giysileri içinde; eşiyle kol kola, 80’nin üstü yaşlarda dede de vardı; elinde mavi beyaz Yunan bayraklarıyla babasının kucağında bebekler de… Bir kriz girdabının içine sürüklenmiş bir toplumun; 70 yıl önceki ulusal bir direnişin anısına düzenlenen bir bayrama, bu denli duyarlılık içinde ve bir kez daha belirtiyorum; en derli toplu halleriyle katılmaları son derece dikkat çekiciydi. Kendi ülkemde son yıllardaki ulusal bayramlarımızı kutlayış şeklimizi, ulusça katılımımızı ve o törenlerin nasıl sulandırılmaya çalışıldığını hatırladım; inanın Resmolulara gıpta ettim ve ne yalan söyleyeyim kıskandım onları.

Nasıl oldu anlamadık; bayramdan dağılan o büyük kalabalık bir anda kıyıdaki tüm kafeteryaları ve lokantaları dolduruverdi. Nerdeyse artık kıyıda oturacak yer kalmamıştı. Tam bu sırada, sahil boyunca uzanan Venizelos Caddesi’nde Fortezza’dan bize doğru mütevazı büyüklükte de olsa yaklaşık 500 -600 kişilik bir yürüyüş korteji belirdi. Taşıdıkları pankartlar, bayrak ve flamalardan antifaşist bir gösteri olduğu her halinden belliydi. Seçimlerde ikinci büyük parti konumuna yükselen sol blok Syriza ile siyah tişörtleri ve siyah bayraklarıyla anarşistleri seçebildim. Önümüzden bağıra çağıra geçip gittiler. Ortalıkta ne kalabalığı coplayacak bir polis vardı, ne de taş atan çocuklar… Yine bizim ülkeden çoook farklıydılar çok… Bir daha iç geçirdik; yemeğe devam ettik.

Resmo; 4 Şehitler Kilisesi, OHİ Bayramı’ndan dağılanlar
Resmo; 4 Şehitler Kilisesi, OHİ Bayramı’ndan dağılanlar

Gelelim Resmo’nun görebildiğimiz önemli yapılarına… Tabii ki bunların içinde, belki de şehrin bugüne dek uzanan yerleşim planını ve sivil hayatını etkileyecek ölçüde öneme sahip Fortezza adıyla da bilinen Venedik kalesi ve Venedik Limanı’nı ilk sıraya koymalıyız. Zaten şehir, kuruluşundan itibaren bu limanın çevresinden başlayarak içerlere doğru genişlemiş. Bizans egemenliği döneminden başlayarak Paleokastro adı verilen tepenin üstünde savunma amaçlı şekillenen kaleleşme eğilimleri, Venedik döneminde özellikle Akdeniz’de Türk donanmasının etkinliğinin artışı nedeniyle 1540 -.1570 yılları arasında ciddi boyutta tahkimat derecesine ulaşmış. Buna karşılık; 1571 yılında İtalyan asıllı, Osmanlı donanmasının Kaptan-ı Deryalığına kadar yükselmiş Uluç Ali yada Kılıç Ali Paşa’nın Resmo’yu 40 kadırga ile topa tutarak surları yerle bir etmesi sonucunda, Venedikliler yeni bir hamle ile Fortezza’nın bugünkü oluşumunu hazırlamışlar.

Hanya yada Chania


Resmo’dan Hanya’ya yaklaşık 2 saatte ulaştık. Hanya’nın Doğusunda uzanan Akrotiri yarımadasının öbür kıyısına sokulmuş, bir askeri deniz üssünün de bulunduğu Suda Körfezi’nin çevresini dolaşarak, yarımadanın tam ucunda yer alan ve Zorba filminin çekildiği Stavros köyünün kumsallarına gittik. Zorba filminin hatırası, köye damgasını vurmuştu. Uygun hava şartları nedeniyle, plaj hala hareketliydi. Zorba filminde; Anthony Quinn’in kumsalda Mikis Theodarakis’in film müziği eşliğinde, Alan Bates ile sirtaki oynayışı ve filmin diğer sahneleri bir bir gözlerimizin önünde canlandı. Bir süre köyde oyalandıktan sonra akşam vakti Hanya’ya girdik.

Hanya’da eski şehrin bir anlamda kalbi diyebileceğimiz ve 20.yy.ın başında yapılmış olan Kapalı Çarşı’nın da bulunduğu Sofoklis Venizelos Meydanı’nda (Baba Venizelos’un oğlu) bir otelde kaldık. Meydandan Kuzeye doğru ilerleyen yolların hepsi, aşağı yukarı denize ve Eski Liman’a çıkıyordu. Kesme taş döşeli daracık sokaklarından denize doğru akan insan kalabalıkları, akşam karanlığında geceye doğru limandaki ve sokak aralarındaki tavernalara ve lokantalara akın ettiler. Gecenin ilerleyen saatlerinde; iyice kalabalıklaşan limandaki mekânlardan sızan müzik sesleri, yazdan kalma bir havanın eşliğinde sokak aralarına süzülerek, soluk ışıklar altındaki masaların arasında kayboldu gitti.

Hanya Kapalı Çarşı’da sabah lokantaları; tandır, çorba vs…
Hanya Kapalı Çarşı’da sabah lokantaları; tandır, çorba vs…

Eski Liman; bize, fotoğraflarından tanıdığımız kentimiz İzmir’in Kordonboyu’nun 19.yy.daki halini hatırlattı. Sonradan öğrendik ki; İzmir’e dair çekilen birçok Yunan filmi için Hanya Limanı bir film platosu olarak işlev görmüş. Üç yada dört katlı, birbirine bitişik konumda ve rengarenk boyalı cepheleriyle göz alan Venedik ve Türk yapılarının, izleyende yaratmış olduğu kozmopolit etki anlatılamaz. Hele bir tanesi vardı ki; kirli sarı renkte sıvası, kapalı pencerelerinin bordo rengi kepenkleriyle hemen seçilen Venedik dönemi evinin ilk katına çıkılan, yarısı yıkılmış, yarısı sağlam merdiveninin altındaki Osmanlı dönemi çeşmesi, bu sentezin bir delili gibiydiler. Bunun gibi bir sürü örneğe, limanda ve ondan içeri doğru uzanan daracık sokaklarda rastlamak pek mümkündü.

Bir başka örnek de, Zambeliou Sokağı’ndaki çantadan mücevherata boy aynasından muhtelif ev eşyalarına kadar aşağı yukarı her şeyin satıldığı büyükçe bir dükkânın içindeki Osmanlı döneminden kalma bir caminin mihrabıydı. Yapı dışarıdan Venedik mimarisinin çizgilerini taşırken, içine girdiğinizde kemerli büyük bir salon, bir minare tabanı ve rozetler, iki tarafında iki Davut yıldızı ve birbirini tekrar eden eşsiz güzellikteki kenar desenleriyle süslenmiş bir mihrapla karşılaşıyordunuz. Yani özetle söylemek gerekirse, tarih ekseninde Hanya’da yaşayan kültürler bir şekilde birbirlerinin içine nüfuz etmişlerdi. İzlerini bugün dahi mimari yapıların üzerinden takip etmek mümkündü.

Hanya; Roma-Bizans Surları ve Venedik dönemi evlerin bütünleşmesi
Hanya; Roma-Bizans Surları ve Venedik dönemi evlerin bütünleşmesi

Hanya’da kaldığımız otelin karşısında yer alan ve 1913 yılında Hanya Belediyesi tarafından yaptırılan Kapalı Çarşı, haç planlı bir yapı… İçinde kasaplar, peynirciler, sabah çorbacıları ve tandırcılar, kuru bakliyat satıcıları, hediyelik eşya satan dükkânlar, balıkçı tezgâhları ve kahvehanelerin de yer aldığı Girit tarhanasından (ksinochondros) gravyer peynirlere, dakos peksimetlerinden her türlü şarküteri ürününe; ada tavşanı, sakatat ve muhtelif et ve balın satıldığı bizim Havra Sokağı benzeri ilginç bir mekândır burası. Uzun holünün deniz tarafındaki Batı ucundan merdivenlerle inilerek ulaşılan Tsouderon ve Skridlof sokaklarını takiben meşhur Halidon (Chalidon) Caddesi’ne çıkılır. Bu cadde, Metropolitlik merkezi ve Isodia Kadetrali’nin yer aldığı Patrik Athinagora Meydanı’nın, içinde şimdi Arkeoloji Müzesi’nin bulunduğu Katolik Aziz Francis Kilisesi, ayrıca geleneksel Girit çizmeleri, deri ve hediyelik eşya satan dükkânların da yer aldığı eski şehrin en canlı mekânlarındandır. Bu bölge aynı zamanda Stivanadika (Çizme Ustaları Çarşısı) ismiyle de anılıyormuş.

Karaoli Dimitriou Caddesi; bıçakçılar bu caddede; Hanya
Karaoli Dimitriou Caddesi; bıçakçılar bu caddede; Hanya

Venedik dönemi yapısı olan Aziz Francis Kilisesi, Türklerin adayı ele geçirmelerinden sonra Hanya’yı fetheden Yusuf Paşa’nın adıyla anılan bir camiye çevrilmiş. Ada Yunanistan’a bağlandıktan sonra 20.yy.da bina bir süre sinema ve depo olarak kullanılmış, son olarak ise, 1963 yılında Arkeoloji Müzesi olarak düzenlenmiş.

14 Kasım 2012 Çarşamba

KEMALPAŞA OVACIK YAYLASI – DEDEDAĞ YÜRÜYÜŞÜ; EREN BABALARIN İZİNDE-1


14 Kasım 2012
İbrahim Fidanoğlu

Geçen yıl da bir yürüyüşümüzü gerçekleştirdiğimiz; Kemalpaşa’nın geç eren kirazı ile meşhur, yaklaşık 750 metre yüksekliğindeki Ovacık Yaylası’nda bulunan Dededağ bugünkü hedefimizdi. Halkın Dededağ; bizim ise üstündeki eren mezarı nedeniyle Çaldede diye andığımız 1387 metre yüksekliğindeki zirveye çıkmak, Ovacık’a ne zaman uğrasak aklımıza takılan bir rotaydı.

Ovacık yaylası – Çaldede (Dededağ) zirve yürüyüş rotası

Sabah 8’de Kemalpaşa yönüne gitmek üzere Bornova’dan ayrıldık. Ören’de dış duvarları kalem işi süslemelerle kaplı tarihi Çarşı Camisi’nin arkasındaki kahvelerden birinde simit, peynir ve limitsiz çay eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Ören’den ekşi maya ekmeklerimizi de alarak kahvaltıdan sonra Ovacık yoluna koyulduk.

Ovacık yaylasına doğru döndüğümüzde kuzeyden; Manisa yönünden gelen sis, Ovacık’a bir kanyon şeklinde giren derin vadiyi esir almıştı. Bir anda bütün yolumuz sisle kaplandı. Usul usul ilerleyerek Ovacık yaylasının simgesi sayılabilecek İzmir Valisi Kazım Dirik zamanından kalma Paşa Çeşmesi’ne ulaştık. Arabamızı çeşmenin yanına bırakarak saat 10 gibi yürüyüşümüze başladık.

Ovacık, aslında bir yayla ve Haziran’ın ortasından sonra eren eşsiz lezzette kirazı, güz zamanı piyasaya giren nefis çekirdekli siyah üzümü, cevizi ve kestanesi ile pek meşhur. Tabii bir de şerbet gibi suyunu anmak gerek. Sıcak bir yaz günü Kemalpaşa Ovası cayır cayır yanarken, boğazdan gelen serinliğin eşliğinde çınar ağaçlarının altındaki Paşa Çeşmesi’ne ağzınızı dayayıp doya doya bu sudan içmenin keyfi doyumsuzdur. Ne diyelim, hala suyunu akıtanların elleri dert görmesin. Çünkü şimdilerde birçoğunun dilleri sustu bu çeşmelerin. Issız dağ geçitlerinde sessiz ve hüzün dolu yalnızlıklarını yaşamaktadırlar.

Bir 10 Kasım sonrasında; Ovacık Yaylası’nda, Paşa Çeşmesi yanındaki Atatürk Büstü'nde solan çiçekler
 Bir 10 Kasım sonrasında; Ovacık Yaylası’nda, Paşa Çeşmesi yanındaki Atatürk Büstü'nde solan çiçekler

Her gelişimizde suyundan kana kana içtiğimiz Paşa Çeşmesi’nden yol boyunca ihtiyacımız olan su ikmalimizi yaptık. 19 Kanunu Evvel (Aralık) 1932 tarihini taşıyan Paşa Çeşmesi’nin üzerinde aynen şöyle yazıyordu: “Cumhuriyet’in mübarek eserlerinden Sinancılar, Ovacık, Kızıloba, Bayındır, Tire, Aydın yolunun hatırası olarak İzmir Valisi Kazım Dirik tarafından yaptırılmışdır.” İzmir’in Gazi Mustafa Kemal Atatürk dönemindeki Valisi Kazım Dirik zamanında, İzmir civarında açılan dağları aşan bu yolların tümünde o kutlu çabanın hatırasını yâd eden çeşmeleri görmek bugün de mümkündür. Karaburun ve Foça yolunda; Kemalpaşa Karabel sapağında, Tire – İncirliova geçişinde, Ödemiş Bozdağ tırmanışında, Tire Başköy – Habibler – Germencik geçişinde ve hatta bugün Tire’nin Eğridere köyünden yukarıda Aydın’ın Paşa Yaylası’na giden bir dağ yolunda başkalaşıma uğramış olsa da; bir kısmının suyu akmasa da bu çeşmeler bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışmaktadır.

İzmir Valisi Kazım Dirik’in yaptırdığı Paşa Çeşmesi
İzmir Valisi Kazım Dirik’in yaptırdığı Paşa Çeşmesi

Yıllardır İzmir civarındaki gezilerimizde fark edip belleğimize kazıdığımız bu kutlu eserlerin halkımızın yüksek ilgisine bir türlü mazhar olamaması; bazen zamanın ve doğanın tahribatına, ama çoğu kez de bu eserleri ardında bırakıp giden o idealist kuşağın her zaman ümit bağladığı bu halka mensup insanların şiddetine ve vurdumduymazlığına maruz kalması elbette içimizi acıtmaktadır.

Ovacık Yaylası’nda bağların güz kırmızısı

Ancak; ülkenin bugün geldiği nokta itibariyle herkesin biraz da kendisini sorgulamasının zamanı geldi de geçmektedir. Bize ne oldu da o idealist nesilden geriye bunlar kaldı? Uzak ya da yakın geçmişine sahip çıkmayan/çıkamayan, kendi varlığını anlamlandıran o geçmişin ayakta kalmış kültür varlıklarına birer taş yığını gözüyle bakan bu Vandal yaklaşım, nasıl bu topraklarda hâkim yaşam biçimi haline geldi? Bunu salt dış dinamiklerle açıklamak artık yetersiz; biraz da içimize dönüp biz nerede hata yaptık diye sormalıyız kendimize? Çünkü sonuçta sürekli duvara toslayıp içine yuvarlandığımız bu talan düzeni, aynı hataları yapıp aynı çözümleri(!) hayata geçirdiğimiz sürece nihayet bulmayacaktır. İnsan aklının yaratıcılığı ve bilimin rehberliğinden ayrılmak, bizi bu noktaya getirdi en başta… Rehberini ve hedeflerini kaybeden ya da sapıtan bir topluluğun sonu felakettir. Biz de aklımızı kullanamaz ve “nakli” davranmaya devam edersek, gideceğimiz yer orası olacaktır. Ne diyelim; ustanın dediği gibi enseyi karartmayalım; biz yola devam edelim.

7 Kasım 2012 Çarşamba

BEREKETLİ MENDERES’İN ÇOCUKLARI; ATBURGAZI-DOMATİA(ESKİ DOĞANBEY)-KARİNA ve İLYAS BEY KÜLLİYESİ



07 Kasım 2012
Mehmet Yavuzcezzar

Hava bulutlu ve yağmur yağacak gibi görünüyordu, Yürüyüş güzergâhını belirlemede yağmur baskısı nedeniyle küçük bir kararsızlık yaşadıktan sonra; bugün “kültür” ağırlıklı bir gezi yapmaya karar verdiğimizde saat 9’u bulmuştu. Kuzeyden gelen yoğun yağmur bulutlarının aksi yönüne,  güneye gitmek için yola koyulduğumuzda saat 10 olmuştu.
Kara bulutları ve zaman zaman çiseleyen yağmuru geride bıraktığımızda kendimizi İzmir’den yaklaşık 130 km uzaklıktaki Büyük Menderes nehri havzasındaki Atburgazı’nda bulduk.

Atburgazı
Atburgazı

Atburgazı; Söke ilçesine 19 km uzaklıkta küçük bir belde, bizi buraya getiren ise beldedeki kale: Atburgazı (Asartepe) Kalesi.

Atburgazı (Asartepe) Kalesi
 Atburgazı (Asartepe) Kalesi

Kale yakınındaki yol dar olduğundan, aracımızı Kale'nin konuşlandığı tepenin yamacında bir evin bahçesine bıraktık. Sahibinin nazik jestinden haberi olmayan evin saldırgan köpeğine paçamızı kaptırmadan oradan uzaklaşarak, etrafında zeytin ağaçları olan oldukça dik bir traktör yolunu 300 metre kadar tırmandıktan sonra Kale'ye ulaştık. 

Kaledeki gezgin ve arkada  Atburgazı
Kale'deki gezgin ve arkada Atburgazı

Bizans dönemine ait, moloz taş kullanılarak yapılmış olan kale, Priene - Milet - Didim ekseninde yolu kontrol altında tutmak amacıyla bir gözetleme noktası olarak kullanılmış olmalı. Daha sonraki Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde de kalenin benzer amaçlarla kullanılmış olduğu kuvvetle muhtemel. Ayrıca yakındaki Karina yolunu da tutan kalenin bu amaçla kullanılması akla da yatkın görünüyor. Kale sahip olduğu konum itibariyle, Samson Dağı'na sırtını dayamış Büyük Menderes Deltası ve Söke Ovası'na hâkim durumda bulunuyor. Kalenin içinde dolaşırken rastladığımız sarı çiğdemler ve pespembe siklamenler, bu Sonbahar gününün bize sunduğu güzelliklerdendi.

Kaleden Yuvaca Köyü ve Priene
 Kale'den Yuvaca Köyü ve Priene

Kale'den dönüşte hafif bir yağmura yakalansak da fazla ıslanmadan aracımıza ulaşıp, bugünkü gezimizin ikinci durağı olan Domatia’ya doğru yola koyulduk. Yolda Menderes Deltası'nın sulak alanlarında; sazlıklarında dolaşıp, balıklar ve kuşları izledikten sonra Domatia'ya vardık.

Menderes'in sulak alanlarından
 Menderes'in sulak alanlarından

Domatia (Eski Doğanbey): Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı’ndaki Mykale(Samson) Dağı’nın güneyinde Şarlak Sırtları’nın yamacındaki vadide kurulan eski bir Rum köyü olarak biliniyor. 1924 yılına kadar Rumların yaşadığı bu köye, Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde yapılan “Mübadele Sözleşmesi” ile Selanik’ten gelen Türk Mübadiller yerleştirilmiş. Evlerin birbirinden ayrı, bir oda ve avludan oluşacak şekilde inşa edildiği eski tarihlerde bu evlere Rumlar “tek göz oda” anlamına gelen Domatia demişler, zamanla köy de bu adla anılır olmuş.

Domatia (Eski Doğanbey)
Domatia (Eski Doğanbey)

Çınar ve çam ağaçlarıyla yeşertilmiş,  begonvillerle sarmalanmış Rum mimarisinin karakteristik özelliklerinden; taş yapılar, şapel ve hastane ile Türk mimarisinin örneklerinden; dükkanlar ve Arnavut kaldırımı şeklinde taşlarla döşenmiş dar ve dik sokaklar köye eşsiz güzellikler katıyor.

Ancak, her ne kadar İstanbullu ve Ankaralı şehir kaçkınlarının abad ettikleri kimi binalarıyla ayağa kalkmış gibi gözükse de Mübadele yıllarından beri o terk edilmişlik bir şekilde hala köye sinmiş durumda. Tütünle uğraşan Selanik göçmenlerinin daha çok zeytin ve incir tarımının geçerli olduğu bu mekanlara iskan edilmesinden kaynaklanan bu topraklara bir türlü alışamama hali, köyün zaman içinde terk edilmişlik ve derbederlik manzarasına sürüklenmesine neden olmuş. Aynı durum Selçuk - Şirince ve Fethiye Kayaköy'de olduğu gibi tüm mübadil köylerinde yaşanmış denilebilir. Bu da o insanların ve bu toprakların kaderi olmuş bir yerde.


Domatia'nın sokakları
 Domatia'nın sokakları

Domatia'nın sokakları
Domatia'nın sokakları

İncir ve zeytin tarımına yabancı olan göçmenler, bu işi çözünceye kadar uzunca bir süre geçmiş gitmiş. Mübadillerin geldikleri yerlerde alışık oldukları tarımsal koşullara (tütün v.b.) uygun olmayan ve oldukça fazla rüzgâr alan bir vadide kurulu bu köy, 1985 yılında tamamen terkedilmiş, burada yaşayanlar daha aşağıdaki tarım alanlarına yakın yerde Yeni Doğanbey adında yeni bir yerleşim yeri kurarak yaşamlarını burada sürdürmüşler.

Zamana direnen Domatia evi
Zamana karşı direnen bir Domatia evi

Köye vardığımızda; köyün tam da tıpkı 85’deki gibi sessiz, kimsesiz, terkedilmiş bir görünümde olduğunu düşündüğümüz sırada, Kemal Amca’ya rastladık. Kemal Amca kendi ifadesiyle; tam 82 yaşında olduğunu ve Gazi Mustafa Kemal’in has hemşehrisi olduğunu övünerek anlattı.

Domatia'nın sokakları
Domatia'nın sokakları

Köy terkedildikten sonra özellikle İstanbul’dan gelenler; birçok evi bir şekilde sahiplenerek tamir ve tadil etmişler, bazılarını da yeniden inşa ederek burayı yeniden yaşanır hale getirmişler. Kemal Amca bu yeni yerleşiklerin bahar ve yaz aylarında köyde yaşadıklarını, kışın ise çoğunun köyü terk ederek geldikleri yere geri döndüklerini söyledi.

Köyün küçük meydanlarından birinde; yaşlı çınar, çeşme ve gezginler
 Köyün küçük meydanlarından birinde; yaşlı çınar, çeşme ve gezginler

Köyün taşlı sokaklarında ilerleyip, güzel evlerin, küçük meydanların, çeşmelerin fotoğraflarını çekerek turumuzu tamamladıktan sonra, köyde 1890 yılında hastane olarak kullanılmak amacıyla inşa edilen, bir süre okul ve karakol görevi üstlenen, şimdilerde ise restore edilerek Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi-Tanıtım Merkezi olarak kullanılan yapıya ulaştık.

Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi-Tanıtım Merkezi
Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi-Tanıtım Merkezi 

İki katlı taş yapıda görevli Mustafa’yla sohbet ettik, köyün gelişimi ile Milli Parkta yaşamakta olan hayvan ve bitkiler hakkında bilgiler aldık. En çarpıcı olanı da Mantolu Hasan’ın hikayesi idi.  Mantolu Hasan adındaki avcı; 1942 yılında diğer avcı arkadaşlarıyla, koyun sürüsüne daldığında 7-8 tanesini boğazlayıp sonuncusunu yiyen, sonraki günlerde de dönüp diğer öldürdüklerini sırayla mideye indiren son Anadolu Parsı’nı öldürmüş. Bina görevlisi Mustafa, Soyu tükenen bu hayvanın en son 1974 yılında Ankara Beypazarı yakınlarında görüldüğü rivayetini anlattı.

Domatia'dan
Domatia'dan

Tümünde; 4-5 insan, birkaç inek ve iki köpekle karşılaştığımız köyden ayrılarak, deniz havası almak amacıyla dalyana inerken, görüp konuşabildiğimiz iki kişinin adlarının Mustafa ve Kemal oluşları, ilginç bir ironiydi ve bize yol boyunca konuşacağımız güncele dair yeni bir gündem yaratmıştı.

Karina_Dil Gölü'nde balıkçı tekneleri
Karina_Dil Gölü'nde balıkçı tekneleri

Geçtiği her yerde efsaneler yaratan; binlerce yıl taşıdığı alüvyonlarla limanları doldurup, koyları göle, adaları tepeye çeviren Büyük Menderes’in (Meandros) denize kavuşurken oluşturduğu deltasını, tepeli pelikanların kuluçka alanı Karina_Dil Gölü’ndeki balıkçıları, barınakları, balıkçıl kuşlarını izleyip fotoğrafladık. 

Dalyanda balıkçıl ve tekneler
Dalyan'da balıkçıl ve tekneler

Daha sonra yönümüzü Karina’ya çevirdik. Karina; eskiden gümrük binalarının bulunduğu Milli Park içerisinde kalan küçük bir koy; burada bir balık restoranı, birkaç balıkçı kulübesi ile jandarma karakolu bulunmakta.

Karina
Karina

Karina’yı gezerken iyice acıktığımızı fark edip, saat 14.30 sularında deniz kenarında yemek molası verdik. Menümüz; sigara böreği, meyve suyu, gevrek, peynir, domates, salatalık ve çaydan oluşmaktaydı.

Yemek molası verdiğimiz yer

Yemeğimizi yiyip biraz da dinlendikten sonra, bugünkü son durağımız olan İlyas Bey Külliyesi’ne doğru yola koyulduk.

İlyas Bey Külliyesi: Söke’nin Balat Köyü ile Milet (Miletos) Antik Kenti arasında 1404 yılında Menteşeoğulları’ndan İlyas Bey tarafından yaptırılan İlyas Bey Camisi ile Medrese ve Hamam yapıları grubu, Milet arkeolojik alanı içerisinde yer alıyor. Cuma Camisi ismiyle de bilinen bu yapının inşasında Miletos antik kentinin mermer blok taşları da kullanılmış. 

İlyas Bey Camis
İlyas Bey Camisi

Kare planlı caminin mermer işçiliği bakımından çok değerli sivri kemerli kapısı, sekizgen bir kasnak üzerinde 14 metre çapındaki tuğladan yapılma kubbesi ve geometrik desenlerle bezenmiş mermer mihrabı görülmeye değer.  

İlyas Bey Camisi'nin kubbesi
İlyas Bey Camisi'nin kubbesi

İlyas Bey Camisi mihrabı
İlyas Bey Camisi'nin mihrabı

Caminin karşısındaki kubbeli türbe İlyas Bey’e ait... Asırlık çitlembik (menengiç) ağaçları ile çevrelenmiş Külliye’nin bulunduğu alanda, Bizans dönemine tarihlenen Hamamlı Villa ve çeşitli yapı kalıntıları ile birçok mezar ve mezar taşları bulunuyor. Bazı mimar ve arkeologlarca Ege'nin Taç Mahal'i diye betimlenen bu eşsiz yapının restorasyonu Ekim 2007 de başlamış ve 2011 de bitirilmiş.

İlyas Bey Camisi kapısı
İlyas Bey Camisi'nin kemerli mermer kapısı

Külliye'deki gezimizin sonunda; ülkemizde cami inşa edenlerin, mimari açıdan değersiz gelir-geçer yapılar yaparak günü kurtarma düşüncesinden biraz uzaklaşıp, bu tip eşsiz güzellikteki yapılardan feyiz almaları umuduyla, Balat Köyü’nü geçip Akköy meydanındaki köy kahvesinde çaylarımızı yudumladık. 
İzmir’e dönmek üzere yola koyulduğumuzda akşam olmak üzereydi.

Yazan/Düzenleyen: MYC
Edit: İF