Sayfalar

14 Kasım 2012 Çarşamba

KEMALPAŞA OVACIK YAYLASI – DEDEDAĞ YÜRÜYÜŞÜ; EREN BABALARIN İZİNDE-1


14 Kasım 2012
İbrahim Fidanoğlu

Geçen yıl da bir yürüyüşümüzü gerçekleştirdiğimiz; Kemalpaşa’nın geç eren kirazı ile meşhur, yaklaşık 750 metre yüksekliğindeki Ovacık Yaylası’nda bulunan Dededağ bugünkü hedefimizdi. Halkın Dededağ; bizim ise üstündeki eren mezarı nedeniyle Çaldede diye andığımız 1387 metre yüksekliğindeki zirveye çıkmak, Ovacık’a ne zaman uğrasak aklımıza takılan bir rotaydı.

Ovacık yaylası – Çaldede (Dededağ) zirve yürüyüş rotası

Sabah 8’de Kemalpaşa yönüne gitmek üzere Bornova’dan ayrıldık. Ören’de dış duvarları kalem işi süslemelerle kaplı tarihi Çarşı Camisi’nin arkasındaki kahvelerden birinde simit, peynir ve limitsiz çay eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Ören’den ekşi maya ekmeklerimizi de alarak kahvaltıdan sonra Ovacık yoluna koyulduk.

Ovacık yaylasına doğru döndüğümüzde kuzeyden; Manisa yönünden gelen sis, Ovacık’a bir kanyon şeklinde giren derin vadiyi esir almıştı. Bir anda bütün yolumuz sisle kaplandı. Usul usul ilerleyerek Ovacık yaylasının simgesi sayılabilecek İzmir Valisi Kazım Dirik zamanından kalma Paşa Çeşmesi’ne ulaştık. Arabamızı çeşmenin yanına bırakarak saat 10 gibi yürüyüşümüze başladık.

Ovacık, aslında bir yayla ve Haziran’ın ortasından sonra eren eşsiz lezzette kirazı, güz zamanı piyasaya giren nefis çekirdekli siyah üzümü, cevizi ve kestanesi ile pek meşhur. Tabii bir de şerbet gibi suyunu anmak gerek. Sıcak bir yaz günü Kemalpaşa Ovası cayır cayır yanarken, boğazdan gelen serinliğin eşliğinde çınar ağaçlarının altındaki Paşa Çeşmesi’ne ağzınızı dayayıp doya doya bu sudan içmenin keyfi doyumsuzdur. Ne diyelim, hala suyunu akıtanların elleri dert görmesin. Çünkü şimdilerde birçoğunun dilleri sustu bu çeşmelerin. Issız dağ geçitlerinde sessiz ve hüzün dolu yalnızlıklarını yaşamaktadırlar.

Bir 10 Kasım sonrasında; Ovacık Yaylası’nda, Paşa Çeşmesi yanındaki Atatürk Büstü'nde solan çiçekler
 Bir 10 Kasım sonrasında; Ovacık Yaylası’nda, Paşa Çeşmesi yanındaki Atatürk Büstü'nde solan çiçekler

Her gelişimizde suyundan kana kana içtiğimiz Paşa Çeşmesi’nden yol boyunca ihtiyacımız olan su ikmalimizi yaptık. 19 Kanunu Evvel (Aralık) 1932 tarihini taşıyan Paşa Çeşmesi’nin üzerinde aynen şöyle yazıyordu: “Cumhuriyet’in mübarek eserlerinden Sinancılar, Ovacık, Kızıloba, Bayındır, Tire, Aydın yolunun hatırası olarak İzmir Valisi Kazım Dirik tarafından yaptırılmışdır.” İzmir’in Gazi Mustafa Kemal Atatürk dönemindeki Valisi Kazım Dirik zamanında, İzmir civarında açılan dağları aşan bu yolların tümünde o kutlu çabanın hatırasını yâd eden çeşmeleri görmek bugün de mümkündür. Karaburun ve Foça yolunda; Kemalpaşa Karabel sapağında, Tire – İncirliova geçişinde, Ödemiş Bozdağ tırmanışında, Tire Başköy – Habibler – Germencik geçişinde ve hatta bugün Tire’nin Eğridere köyünden yukarıda Aydın’ın Paşa Yaylası’na giden bir dağ yolunda başkalaşıma uğramış olsa da; bir kısmının suyu akmasa da bu çeşmeler bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışmaktadır.

İzmir Valisi Kazım Dirik’in yaptırdığı Paşa Çeşmesi
İzmir Valisi Kazım Dirik’in yaptırdığı Paşa Çeşmesi

Yıllardır İzmir civarındaki gezilerimizde fark edip belleğimize kazıdığımız bu kutlu eserlerin halkımızın yüksek ilgisine bir türlü mazhar olamaması; bazen zamanın ve doğanın tahribatına, ama çoğu kez de bu eserleri ardında bırakıp giden o idealist kuşağın her zaman ümit bağladığı bu halka mensup insanların şiddetine ve vurdumduymazlığına maruz kalması elbette içimizi acıtmaktadır.

Ovacık Yaylası’nda bağların güz kırmızısı

Ancak; ülkenin bugün geldiği nokta itibariyle herkesin biraz da kendisini sorgulamasının zamanı geldi de geçmektedir. Bize ne oldu da o idealist nesilden geriye bunlar kaldı? Uzak ya da yakın geçmişine sahip çıkmayan/çıkamayan, kendi varlığını anlamlandıran o geçmişin ayakta kalmış kültür varlıklarına birer taş yığını gözüyle bakan bu Vandal yaklaşım, nasıl bu topraklarda hâkim yaşam biçimi haline geldi? Bunu salt dış dinamiklerle açıklamak artık yetersiz; biraz da içimize dönüp biz nerede hata yaptık diye sormalıyız kendimize? Çünkü sonuçta sürekli duvara toslayıp içine yuvarlandığımız bu talan düzeni, aynı hataları yapıp aynı çözümleri(!) hayata geçirdiğimiz sürece nihayet bulmayacaktır. İnsan aklının yaratıcılığı ve bilimin rehberliğinden ayrılmak, bizi bu noktaya getirdi en başta… Rehberini ve hedeflerini kaybeden ya da sapıtan bir topluluğun sonu felakettir. Biz de aklımızı kullanamaz ve “nakli” davranmaya devam edersek, gideceğimiz yer orası olacaktır. Ne diyelim; ustanın dediği gibi enseyi karartmayalım; biz yola devam edelim.

7 Kasım 2012 Çarşamba

BEREKETLİ MENDERES’İN ÇOCUKLARI; ATBURGAZI-DOMATİA(ESKİ DOĞANBEY)-KARİNA ve İLYAS BEY KÜLLİYESİ



07 Kasım 2012
Mehmet Yavuzcezzar

Hava bulutlu ve yağmur yağacak gibi görünüyordu, Yürüyüş güzergâhını belirlemede yağmur baskısı nedeniyle küçük bir kararsızlık yaşadıktan sonra; bugün “kültür” ağırlıklı bir gezi yapmaya karar verdiğimizde saat 9’u bulmuştu. Kuzeyden gelen yoğun yağmur bulutlarının aksi yönüne,  güneye gitmek için yola koyulduğumuzda saat 10 olmuştu.
Kara bulutları ve zaman zaman çiseleyen yağmuru geride bıraktığımızda kendimizi İzmir’den yaklaşık 130 km uzaklıktaki Büyük Menderes nehri havzasındaki Atburgazı’nda bulduk.

Atburgazı
Atburgazı

Atburgazı; Söke ilçesine 19 km uzaklıkta küçük bir belde, bizi buraya getiren ise beldedeki kale: Atburgazı (Asartepe) Kalesi.

Atburgazı (Asartepe) Kalesi
 Atburgazı (Asartepe) Kalesi

Kale yakınındaki yol dar olduğundan, aracımızı Kale'nin konuşlandığı tepenin yamacında bir evin bahçesine bıraktık. Sahibinin nazik jestinden haberi olmayan evin saldırgan köpeğine paçamızı kaptırmadan oradan uzaklaşarak, etrafında zeytin ağaçları olan oldukça dik bir traktör yolunu 300 metre kadar tırmandıktan sonra Kale'ye ulaştık. 

Kaledeki gezgin ve arkada  Atburgazı
Kale'deki gezgin ve arkada Atburgazı

Bizans dönemine ait, moloz taş kullanılarak yapılmış olan kale, Priene - Milet - Didim ekseninde yolu kontrol altında tutmak amacıyla bir gözetleme noktası olarak kullanılmış olmalı. Daha sonraki Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde de kalenin benzer amaçlarla kullanılmış olduğu kuvvetle muhtemel. Ayrıca yakındaki Karina yolunu da tutan kalenin bu amaçla kullanılması akla da yatkın görünüyor. Kale sahip olduğu konum itibariyle, Samson Dağı'na sırtını dayamış Büyük Menderes Deltası ve Söke Ovası'na hâkim durumda bulunuyor. Kalenin içinde dolaşırken rastladığımız sarı çiğdemler ve pespembe siklamenler, bu Sonbahar gününün bize sunduğu güzelliklerdendi.

Kaleden Yuvaca Köyü ve Priene
 Kale'den Yuvaca Köyü ve Priene

Kale'den dönüşte hafif bir yağmura yakalansak da fazla ıslanmadan aracımıza ulaşıp, bugünkü gezimizin ikinci durağı olan Domatia’ya doğru yola koyulduk. Yolda Menderes Deltası'nın sulak alanlarında; sazlıklarında dolaşıp, balıklar ve kuşları izledikten sonra Domatia'ya vardık.

Menderes'in sulak alanlarından
 Menderes'in sulak alanlarından

Domatia (Eski Doğanbey): Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı’ndaki Mykale(Samson) Dağı’nın güneyinde Şarlak Sırtları’nın yamacındaki vadide kurulan eski bir Rum köyü olarak biliniyor. 1924 yılına kadar Rumların yaşadığı bu köye, Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde yapılan “Mübadele Sözleşmesi” ile Selanik’ten gelen Türk Mübadiller yerleştirilmiş. Evlerin birbirinden ayrı, bir oda ve avludan oluşacak şekilde inşa edildiği eski tarihlerde bu evlere Rumlar “tek göz oda” anlamına gelen Domatia demişler, zamanla köy de bu adla anılır olmuş.

Domatia (Eski Doğanbey)
Domatia (Eski Doğanbey)

Çınar ve çam ağaçlarıyla yeşertilmiş,  begonvillerle sarmalanmış Rum mimarisinin karakteristik özelliklerinden; taş yapılar, şapel ve hastane ile Türk mimarisinin örneklerinden; dükkanlar ve Arnavut kaldırımı şeklinde taşlarla döşenmiş dar ve dik sokaklar köye eşsiz güzellikler katıyor.

Ancak, her ne kadar İstanbullu ve Ankaralı şehir kaçkınlarının abad ettikleri kimi binalarıyla ayağa kalkmış gibi gözükse de Mübadele yıllarından beri o terk edilmişlik bir şekilde hala köye sinmiş durumda. Tütünle uğraşan Selanik göçmenlerinin daha çok zeytin ve incir tarımının geçerli olduğu bu mekanlara iskan edilmesinden kaynaklanan bu topraklara bir türlü alışamama hali, köyün zaman içinde terk edilmişlik ve derbederlik manzarasına sürüklenmesine neden olmuş. Aynı durum Selçuk - Şirince ve Fethiye Kayaköy'de olduğu gibi tüm mübadil köylerinde yaşanmış denilebilir. Bu da o insanların ve bu toprakların kaderi olmuş bir yerde.


Domatia'nın sokakları
 Domatia'nın sokakları

Domatia'nın sokakları
Domatia'nın sokakları

İncir ve zeytin tarımına yabancı olan göçmenler, bu işi çözünceye kadar uzunca bir süre geçmiş gitmiş. Mübadillerin geldikleri yerlerde alışık oldukları tarımsal koşullara (tütün v.b.) uygun olmayan ve oldukça fazla rüzgâr alan bir vadide kurulu bu köy, 1985 yılında tamamen terkedilmiş, burada yaşayanlar daha aşağıdaki tarım alanlarına yakın yerde Yeni Doğanbey adında yeni bir yerleşim yeri kurarak yaşamlarını burada sürdürmüşler.

Zamana direnen Domatia evi
Zamana karşı direnen bir Domatia evi

Köye vardığımızda; köyün tam da tıpkı 85’deki gibi sessiz, kimsesiz, terkedilmiş bir görünümde olduğunu düşündüğümüz sırada, Kemal Amca’ya rastladık. Kemal Amca kendi ifadesiyle; tam 82 yaşında olduğunu ve Gazi Mustafa Kemal’in has hemşehrisi olduğunu övünerek anlattı.

Domatia'nın sokakları
Domatia'nın sokakları

Köy terkedildikten sonra özellikle İstanbul’dan gelenler; birçok evi bir şekilde sahiplenerek tamir ve tadil etmişler, bazılarını da yeniden inşa ederek burayı yeniden yaşanır hale getirmişler. Kemal Amca bu yeni yerleşiklerin bahar ve yaz aylarında köyde yaşadıklarını, kışın ise çoğunun köyü terk ederek geldikleri yere geri döndüklerini söyledi.

Köyün küçük meydanlarından birinde; yaşlı çınar, çeşme ve gezginler
 Köyün küçük meydanlarından birinde; yaşlı çınar, çeşme ve gezginler

Köyün taşlı sokaklarında ilerleyip, güzel evlerin, küçük meydanların, çeşmelerin fotoğraflarını çekerek turumuzu tamamladıktan sonra, köyde 1890 yılında hastane olarak kullanılmak amacıyla inşa edilen, bir süre okul ve karakol görevi üstlenen, şimdilerde ise restore edilerek Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi-Tanıtım Merkezi olarak kullanılan yapıya ulaştık.

Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi-Tanıtım Merkezi
Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi-Tanıtım Merkezi 

İki katlı taş yapıda görevli Mustafa’yla sohbet ettik, köyün gelişimi ile Milli Parkta yaşamakta olan hayvan ve bitkiler hakkında bilgiler aldık. En çarpıcı olanı da Mantolu Hasan’ın hikayesi idi.  Mantolu Hasan adındaki avcı; 1942 yılında diğer avcı arkadaşlarıyla, koyun sürüsüne daldığında 7-8 tanesini boğazlayıp sonuncusunu yiyen, sonraki günlerde de dönüp diğer öldürdüklerini sırayla mideye indiren son Anadolu Parsı’nı öldürmüş. Bina görevlisi Mustafa, Soyu tükenen bu hayvanın en son 1974 yılında Ankara Beypazarı yakınlarında görüldüğü rivayetini anlattı.

Domatia'dan
Domatia'dan

Tümünde; 4-5 insan, birkaç inek ve iki köpekle karşılaştığımız köyden ayrılarak, deniz havası almak amacıyla dalyana inerken, görüp konuşabildiğimiz iki kişinin adlarının Mustafa ve Kemal oluşları, ilginç bir ironiydi ve bize yol boyunca konuşacağımız güncele dair yeni bir gündem yaratmıştı.

Karina_Dil Gölü'nde balıkçı tekneleri
Karina_Dil Gölü'nde balıkçı tekneleri

Geçtiği her yerde efsaneler yaratan; binlerce yıl taşıdığı alüvyonlarla limanları doldurup, koyları göle, adaları tepeye çeviren Büyük Menderes’in (Meandros) denize kavuşurken oluşturduğu deltasını, tepeli pelikanların kuluçka alanı Karina_Dil Gölü’ndeki balıkçıları, barınakları, balıkçıl kuşlarını izleyip fotoğrafladık. 

Dalyanda balıkçıl ve tekneler
Dalyan'da balıkçıl ve tekneler

Daha sonra yönümüzü Karina’ya çevirdik. Karina; eskiden gümrük binalarının bulunduğu Milli Park içerisinde kalan küçük bir koy; burada bir balık restoranı, birkaç balıkçı kulübesi ile jandarma karakolu bulunmakta.

Karina
Karina

Karina’yı gezerken iyice acıktığımızı fark edip, saat 14.30 sularında deniz kenarında yemek molası verdik. Menümüz; sigara böreği, meyve suyu, gevrek, peynir, domates, salatalık ve çaydan oluşmaktaydı.

Yemek molası verdiğimiz yer

Yemeğimizi yiyip biraz da dinlendikten sonra, bugünkü son durağımız olan İlyas Bey Külliyesi’ne doğru yola koyulduk.

İlyas Bey Külliyesi: Söke’nin Balat Köyü ile Milet (Miletos) Antik Kenti arasında 1404 yılında Menteşeoğulları’ndan İlyas Bey tarafından yaptırılan İlyas Bey Camisi ile Medrese ve Hamam yapıları grubu, Milet arkeolojik alanı içerisinde yer alıyor. Cuma Camisi ismiyle de bilinen bu yapının inşasında Miletos antik kentinin mermer blok taşları da kullanılmış. 

İlyas Bey Camis
İlyas Bey Camisi

Kare planlı caminin mermer işçiliği bakımından çok değerli sivri kemerli kapısı, sekizgen bir kasnak üzerinde 14 metre çapındaki tuğladan yapılma kubbesi ve geometrik desenlerle bezenmiş mermer mihrabı görülmeye değer.  

İlyas Bey Camisi'nin kubbesi
İlyas Bey Camisi'nin kubbesi

İlyas Bey Camisi mihrabı
İlyas Bey Camisi'nin mihrabı

Caminin karşısındaki kubbeli türbe İlyas Bey’e ait... Asırlık çitlembik (menengiç) ağaçları ile çevrelenmiş Külliye’nin bulunduğu alanda, Bizans dönemine tarihlenen Hamamlı Villa ve çeşitli yapı kalıntıları ile birçok mezar ve mezar taşları bulunuyor. Bazı mimar ve arkeologlarca Ege'nin Taç Mahal'i diye betimlenen bu eşsiz yapının restorasyonu Ekim 2007 de başlamış ve 2011 de bitirilmiş.

İlyas Bey Camisi kapısı
İlyas Bey Camisi'nin kemerli mermer kapısı

Külliye'deki gezimizin sonunda; ülkemizde cami inşa edenlerin, mimari açıdan değersiz gelir-geçer yapılar yaparak günü kurtarma düşüncesinden biraz uzaklaşıp, bu tip eşsiz güzellikteki yapılardan feyiz almaları umuduyla, Balat Köyü’nü geçip Akköy meydanındaki köy kahvesinde çaylarımızı yudumladık. 
İzmir’e dönmek üzere yola koyulduğumuzda akşam olmak üzereydi.

Yazan/Düzenleyen: MYC
Edit: İF





1 Kasım 2012 Perşembe

KEMALPAŞA YUKARI KIZILCA–MAHMUT DAĞI ETEKLERİ-ARMUTLU-YUKARI KIZILCA YÜRÜYÜŞÜ



1 Kasım 2012
Aybey Çini

Merhaba.

Yeni bir yürüyüş sezonu başlarken bütün dostlara, izleyenlerimize merhaba...

Yaz sıcaklarının Sonbahar’da da devam etmesi, sezon açılışının biraz gecikmeli olarak başlamasına neden oldu. Dağa Kaçtım Ekibi olarak sizlerden ayrı kaldığımız zamanlarda, blogumuzun işlevini sürekli kılabilmek adına, meraklılarına ve daha geniş kesimlere ulaşması için, ekibimiz yazarlarından İbrahim Fidanoğlu'nun seyahat notlarından oluşan çalışmalarını aynı heyecanla yayımladık.

 Gezginler Haydaroluk’ a doğru yürürken

Bugünkü yürüyüş parkurunu Kemalpaşa Yukarı Kızılca - Mahmut Dağı’nın etekleri ve Armutlu’nun Mahmut Dağı’na bakan sırtları olarak belirledikten sonra, Yukarı Kızılca Kahveler’den hareketle saat 10 gibi yürüyüşümüze başladık. Haydaroluk mevkiine doğru yürüdük ve asfaltın bittiği noktadan soldaki orman yolunu takip ederek tırmanışa başladık. Tırmanış öncesi İZSU’nun gem vurduğu Haydaroluk sularından arta kalanlarla beslenen çeşmeden şişelerimizi doldurduk ve tırmanışa başladık.

Yukarı Kızılca sırtları, aşağıda Kemalpaşa Ovası ve Spil

Uzun süren idmansızlık performansımızı acaba etkiler mi diye düşünmeden edemedik. Fazla zorlanmamak adına sık sık birbirimizi ikaz ettik. Buna rağmen farkında olmadan mola yerine kadar 3 saatlik bir tırmanış gerçekleştirdiğimizi, dönüşün de bir o kadar zaman alacağını, masa ve tabure görevi gören kayrak taşların üstüne yorgun bedenlerimizi bırakınca anlayabildik.

Öğle yemeği molasında nispeten zayıf olan menümüzdeki yediğimiz birer parça palamut dilimi, dönüş yolunda her zorlanmamızda buram buram bize kendini hatırlattı. Bir daha balık ve helvadan oluşan menüyü yanımıza almamaya tövbe ettik. Hava, yürüyüş şartları için gayet mükemmeldi. Sıcaklık yaklaşık 24 derece civarında seyretti. Ara sıra yağan çok hafif yağmur ıslatmadı bile. Ekip tekrar bir arada ve doğada olmanın keyfini yaşarken, en önemlisi; sustuklarında ve sessizlikte, adımlarının her titreşiminde, yaşadıkları anın ve sağlıklarının değerini hissediyordu.

Orman yolunda kıvrıla, kıvrıla tırmanıp mesafe kaydettikçe Kızılca yerleşimleri ve Armutlu, kimi zaman gözden kayboluyor, hâkim bir tepeye varınca bütün Kemalpaşa Ovası’nı rahatça görebiliyorduk. Bir ara Armutlu’yu derin vadide yer alan Pomak köylerinden Bayramlı’ya bağlayan asfalt yolun yakınlarına kadar indik.

 Mahmut Dağı yolunda Sonbahar’ın renkleri

Yemek molası sonrası dönüşümüzü, geldiğimiz yoldan ayrılarak Armutlu’ya doğru ilerleyen bir dere yatağına paralel çınarlarla kaplı bir vadiden yaptık. Uzun süre bu yolu takip ettik. Dere yatağında su yoktu; fakat ilerde sağımızdaki vadinin dibinde birden küçük bir şelale ile ortaya çıkan su oldukça derin bir büvetin içini doldurarak vadinin aşağılarına doğru akıyordu. Büvetin derinliği vadinin dibine yukarıdan bakan bizi şaşırttı. Uzun süre yeraltından gizlice hareketini sürdüren su kütlesinin ansızın ve bu debide ortaya çıkışı hayret vericiydi.

Armutlu – Bayramlı asfaltı

Vadi iyice genişledi. İlerde çınarların altından ilerleyen dere yayılarak yolumuzu kesti. Arabayı bıraktığımız Yukarı Kızılca’dan fazla uzaklaşmamak için Armutlu’nun dış mahallelerine yaklaşırken Yukarı Kızılca yönüne döndüğünü yoldan geçen bir köylüden öğrendiğimiz orman yoluna saptık.

Büyük bir daire çizip nerdeyse Kemalpaşa Ovası’ndan tekrar yükseldik. Umduğumuzdan uzun süren bu dik çıkış ekibi oldukça zorladı. Bu yolda bizi bekleyen günün sürprizini görünce oldukça keyiflendik. Bu oldukça eski bir zamandan kalma; zeytin ağaçlarının altında, neredeyse toprak yola sıfır, kemerli, büyük kısmı toprak altında kalmış genişçe bir mezar odasıydı.

Nif Dağı çevresindeki ilk çağ yerleşimleri hakkında az çok malumat alınabilmiş olmasına rağmen bu yörede bilinen antik bir yerleşim bilgisine sahip olmamamız nedeniyle gördüklerimiz bizi düşündürdü. Bu tür mezar yapılarının benzerlerini Tire çevresinde Pers dönemi mezar odalarında görmüştük. Acaba aynı döneme mi dek düşer diye (M.Ö. 5. – 6. yy.lar) aklımızdan geçirdik. Mezar, çoğunlukla rastladığımız gibi bir defineci açmasıydı. Her yerde olduğu gibi defineciler, sondajı yapmış, girişi bir kaç basit dal parçasıyla kapamayı da ihmal etmemişlerdi. Ancak, içinde ne yazık ki, bir şey bırakmamışlardı. Resimlerini çekip belgeledikten sonra tekrar yola koyulduk.

Armutlu’ya inen yoldayız; Ah çınarlar, çınarlar…

Yürüyüşün başında sularımızı tazelediğimiz billur gibi akan çeşmeye ulaşmak, dönüş yolunda tek gayemiz oldu. Yaklaşık olarak 18 km.lik bir mesafeyi geçen yürüyüşü, Yukarı Kızılca’nın meşhur havuzlu kahvesindeki çaylarımızı içerken sonlandırdık.

Akşamın karanlığı etrafa çökerken, müezzinin okuduğu akşam ezanı, çevremizdeki telaşsız insanlara evlere gitme vaktinin geldiğini söyler gibiydi. Biz de bu çağrıya uyup telaşlı insanların “ülkesi”, yani şehrin keşmekeşine doğru yola koyulduk. Allahtan biz telaşlı olmadığımız için Bornova’ya yaklaşırken, yeni başlayan yağmurdan da etkilenerek önümüzde devrilme tehlikesi atlatan bir TIR’ın gerisinde kalmayı başarabildik. Biraz ilerde karşılaştığımız manzara ise daha ürkütücü idi. Karşı şeridi tamamen kapamış bir başka TIR yolda boylu boyunca yatıyordu. Bizim şeritte ise bir binek araba yolun bir şeridini kapamış durumdaydı,  bazı arabalar da bunlara çarpmıştı. Yani insanlar evlerine dönerken tam bir kaos hakimdi yollara. Dağlarda bıraktığımız sakinliğimiz, ispinozların karatavukların sesleri, üzerinde yürüdüğümüz kurumuş çınar yapraklarının çıkardığı melodik sesler, hepsi ama hepsi geride kalmıştı. Bize düşen ne yazık ki, bu kaostan  usulca sıyrılmaktı. Biz de öyle yaptık, çarpışan arabaların çevresindeki bir o kadar da meraklı kalabalığı arkamızda bırakıp evin yolunu tuttuk.
Bayramlı yönüne doğru vadinin gelişimi

 Armutlu’ya doğru bakarken

Doğanın kucağında

Çınara saygı

Armutlu yolunda kulübe, su ve ağaçlar

Armutlu yolunda birden yeryüzüne çıkan su ve onun oluşturduğu derin büvet

Yukarı Kızılca yolunda kemerli mezar

Yukarı Kızılca’ya dönerken Armutlu kasabasına bakış


Yemek molası verdiğimiz yerdeyiz

Dönüş yolunda Haydaroluk’a doğru…

Bir başka gezide, bir başka güzellikte buluşmak üzere sağlıcakla kalın.

Yazan: Aybey Çini
Düzenleyen: MYC