Sayfalar

29 Temmuz 2012 Pazar

Bergama’da Kanlı Fabrika Olayı(*)


İbrahim Fidanoğlu

Avrupa’da kapitalizmin gelişim evrelerinden birisi de 17.yy.dan başlayarak gelişen bilimsel icatların ve teknolojik devrimin eşlik ettiği sanayileşme sürecidir. 18.yy.da önce dokuma sanayinde, daha sonraları buhar ve elektrik enerjisinin keşfedilmesi ile giderek diğer sanayi kollarında önem kazanan bu sıçramalı gelişme, toplumların tüm ekonomik ve sosyal hayatlarını alt üst etti. Başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde, daha önceden el tezgâhlarındaki dokuma vb. üretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü küçük işletmeler, giderek makineleşmenin tehdidi altında kalarak zaman içinde bütün rekabet gücünü yitirdiler ve ekonomik yaşamlarını sonlandırmak zorunda kaldılar. Sonuç olarak bu durum, büyük fabrika sistemlerinin kurulmasına, iflas eden küçük tezgâh sahiplerinin ise bu fabrikalarda mülksüzleşerek işçi olarak çalışmasına yol açtı.

Söğütler arasında görünmeden akıp giden Bergama Çayı ve Yıkık Fabrika; arkada Serapion ve Akropol (**)

Bugün, kısa bir paragrafa sığdırabildiğimiz bu tarihsel gelişim, aslında tüm taraflar için oldukça sancılı bir süreç anlamına geliyordu. Rekabete dayanamayarak iflas eden ve işlerini kaybeden yığınların ilk tepkisi, bu gelişmenin yegâne nedeni olarak gördükleri makinelere saldırmak oldu. Tarihte makine kırıcılık olarak geçen dönem, 1758 yılında İngiliz işçilerinin mekanik yün biçme makinelerini tahrip etmeleriyle başladı.

18 ve 19.yy.larda; zaman zaman tekrar ortaya çıkan makine kırıcı hareketler, alınan çok sert önlemler ve yasal düzenlemelerle engellenmeye çalışıldı. Hareket esas olarak İngiltere’de yayıldıysa da Kıta Avrupa’sında da yansımaları görüldü. 1831 ve 1834’de Fransa’nın Lyon kentinde dokuma tezgâhlarına yönelik olarak görülen makine tahribatları bu türden olaylardı.

Ülkemizde de 18 ve 19.yy.larda ticari kapitalizmin gelişimine paralel olarak özellikle azınlıkların elinde belli oranda bir sermaye birikimi oluşmaya başladı. Ege Bölgesi’nde; incir, üzüm, zeytin, kestane ve ceviz gibi tarımsal zenginliklerimizin Avrupa’ya aktarımında azınlıkların oynadığı rol büyüktü. Sonuç olarak; bu ticari hareketlilik sayesinde, İzmir ve civarında ekonomik anlamda güçlenen azınlık tacirler eliyle, bölgemizde ilk sanayi hamleleri başladı. Doğaldır ki; bu sanayi tesislerinin kuruluşları sonrasında ortaya çıkan yeni rekabet koşulları, Avrupa’da olduğu gibi, geleneksel yöntemlerle el tezgâhlarında üretim faaliyetlerini sürdürmekte olan yöre halkının geniş bir kesimini derinden etkiledi.

Bergama Çayı kıyısındaki fabrikalardan…

Türkiye’de, gecikmiş de olsa 19.yy.da giderek hızlanan sanayileşme sürecinin toplum üzerindeki etkilerini gösterecek olaylardan birisi de 1875 yılında o zamanlar idari açıdan Balıkesir Vilayeti’ne bağlı olan Bergama’da meydana geldi. Tarihe Kanlı Fabrika Baskını olarak geçen bu olaylar, İzmirli Rum Tüccar Elmasoğlu’nun kurdurduğu çırçır fabrikasına yönelik olarak Bergamalı dokumacıların ve kadınlarının birlikte gerçekleştirdiği yerel bir makine kırıcılığı eylemi örneğiydi.

Bergama Çayı Boyunca
Bugün, Bergama’nın içinden Kozak yoluna doğru ilerlerken, sağa doğru Kınık yönüne dönüldüğünde, bizi bütün heybeti ile bir Roma Dönemi yapısı olan Serapion Tapınağı karşılar. Şimdi halk arasında Kızıl Avlu olarak da bilinen Serapion Tapınağı, Roma Dönemi’nde Mısır etkisi altında inşa edilmiş, ihtişamı ile halkı etkilemek ve şaşırtmak amacıyla tasarlanmış bir büyük yapıdır. Zamanında Mısırlı bir tanrı olan Serapis için dikilmiş olan tapınak alanı, Kozak Yaylası’ndan ovaya doğru akan Bergama Çayı üzerine Roma Dönemi’nde inşa edilen iki dev tünelin üstüne oturtulmuştur. Tapınağın o zamanki boyunun 260 metre olduğu söylenmektedir. Bu alanın üzerinde şimdi evlerle dolu bir yerleşim alanı yer almaktadır. Ayrıca Bergama - Kınık yolu da bu tünellerin üzerinden geçmektedir.

Bergama Çayı’nın şimdiki hali ve Tabak Köprüsü

Serapion’un altındaki yaklaşık 200 metre uzunluğundaki tünellerden geçen Bergama Çayı, tekrar açığa çıktığında kavaklıklarla ve at arabalarının bekleştiği bir kıyıyla karşılaşır. Bu mekân 19.yy.da Yahudi Mahallesi’dir. Yakın zamana kadar burada yer alan üç sinagogdan şimdi sadece dolmuş garajı yapılarak yok edilen birinin giriş kapısının söve ve alınlığı durmaktadır. Yahudi Mahallesi, bugün darmadağın olmuş, tanınmayacak durumdadır. Kalan tek şey, Kızıl Avlu’nun bahçesinde yer alan Yahudi mezar taşlarıdır.

Daha aşağıda Bergama Çayı üzerindeki son taş köprü; Üç Kemer Köprüsü yer almaktadır. Bu köprüye gelindiğinde, kentin ovaya doğru en aşağıdaki bu bölümünde farklı bir sosyolojik yapı ile karşılaşırız. Çayın iki kıyısı boyunca çırçır, zeytinyağı ve un fabrikalarının yıkıntıları uzanır. 19.yy.da bu bölgede; Bergama’daki, özellikle azınlık tacirlerin öncülük ettiği sanayileşme hamleleri dikkat çekmektedir. Bu sosyolojik değişim süreci, Bergama’nın yakın tarihine 1875 yılında meydana gelen Kanlı Fabrika Olayı ile geçmiştir.

Kanlı Fabrika Olayı
Kaynaklara göre 19.yy.a kadar Bergama’da üretilen pamuk, tohumundan evlerdeki küçük atölyelerde ayrılır, pamuk ipliğe yine buralarda dönüşürdü. 1865 yıllarında Bergama Çayı kıyısına ilk çırçır fabrikası kuruldu. Bundan 10 yıl sonra 1875 yılında; İzmirli Rum Tüccar Elmasoğlu’nun yurt dışından getirttiği buhar makineleriyle; adamı olan bir başka Rum’a kurduğu ikinci çırçır fabrikası, evlerde sürdürülen küçük ölçekli üretim faaliyetlerini olumsuz yönde etkiledi.

O zaman; her evde el tezgâhları işler, bütün dokumalar evlerde üretilirdi. Bergama Müze Müdürlerinden Araştırmacı Yazar Osman Bayatlı’ya göre “yalnız çarşıda yüzden fazla çulha vardı. Heybeler, çuvallar, kilimler, paldım kolanlar, bu çulhalar tarafından meydana getiriliyordu.” Ekmeklerini evlerindeki küçük atölyelerinden çıkaran Bergama Halkı, zaten birinci fabrikanın kurulmasından dolayı şikâyetçi idiler. Hükümete durumu anlatmış olsalar da idarenin “el çıkrıkları başka, fabrika başka” şeklindeki itirazları ile karşılamışlardı.

Üç Kemer Köprüsü ve Yıkık Fabrika

İzmirli Rum Tüccar Elmasoğlu’nun kurdurduğu ikinci çırçır fabrikası Bergama Halkı’nın sıkıntılarını bir kat daha artırdı. Halk arasında söylentiler kulaktan kulağa yayıldı; fabrikanın, kendi çektikleri sıkıntının yegâne kaynağı olduğu hepsinin zihninde bir sabit fikre dönüştü. Olaydan bir gün önce kadınlı erkekli yer yer toplanmalar oldu. Bir araya gelen halk, yine bu konuyu konuşmakta olan Hükümet temsilcilerinin ve kasabanın ileri gelenlerinden bazılarının toplandığı Hükümet Konağı’na doğru yürüyüşe geçtiler. “Trabzon Oteli denilen Maarif Hanı’nda bulunan Hükümet Konağı’nda, Kaymakam Mehmet Bey, Müftü Veliyiddin Efendi, Kasapoğlu Halil Ağa, Müderris Dericili Mehmet Efendi, Kulaksız Cami İmamı Müftüzade Hasan Efendi de bu sorun için toplanmış bulunuyorlardı.” (Kaynak: Osman BAYATLI; Bergama’da Yakın Tarih Olayları, 18. ve 19.yüzyıl, 2. Baskı;1957; s. 80–82)

Halkın büyük bir gürültüyle hükümete hücumu karşısında herkes bir tarafa sinmiştir. Dericili Hoca, arka duvardan atlayarak kaçsa da, Şadırvanlı Camisi yanında kadınların eline düşer. “Allah’tan korkmadan fabrika açtırıyorsun, biz kötü yol mu tutalım” diyerek kadınlar tarafından linç edilerek öldürülür.

Bir başka grup isyancı ise, fabrikalara doğru yürüyüşe geçer. Fabrika ateşe verilir. Fabrika duvarları, isyancılar tarafından kazma ve küreklerle yıkılmış, içindeki makine ve eşyalar tahrip edilerek darmadağın edilmiştir.

Fabrikanın giriş kapısından içeri bakış

Halkın galeyanını bastırmak için, o yıllarda Bergama’nın bağlı bulunduğu Balıkesir Vilayet Merkezi’nden yardım istenir. Balıkesir’den Bergama’ya Binbaşı Ethem Bey komutasında bir tabur asker gönderilir.

Bergama’da 10 gün kadar kalan Binbaşı Ethem Bey, yapılan takibat sonucunda 25–30 kadar zanlıyı Manisa üzerinden İzmir’e götürür. Burada yapılan yargılamalar sonucunda, ayaklanmanın elebaşısı konumundaki Şadırvanlı Camisi mütevellisinden Hacıoğlu Mustafa Ağa, Hacı İsmail Ağa, eşraftan Hacı Ömer Ağa ile Necip Ağa’nın oğlu Ali Bey’e on beşer yıl hapis cezası verilir. Bunların dışından ayaklanmaya katılan kadınlardan bazıları da çeşitli cezalara çarptırılır.

Üç Kemer Köprüsü

İsyanın bastırılıp suçluların cezalandırılması sonrasında Bergama, vilayet merkezine uzaklığı dikkate alınarak önce Manisa’ya, daha sonra da İzmir’e bağlanmıştır. Tahrip edilip yakılan fabrika, isyan sonrası yeni baştan yapılır, makineler yeniden konur ve işletmeye açılır; ancak halk hiçbir şekilde fabrikaya iş vermez ve fabrika bir süre sonra işsizlik nedeniyle kendiliğinden kapanır. “Bir müddet sonra da fabrika yanmıştır. Bergama’ya felaket getiren bu fabrikanın kırmızı tuğladan bacası bu kanlı olayın bir simgesi olarak sahibi tarafından 1943 yılında tuğlası için yıkılıncaya kadar bir abide gibi ayakta kalır.” (a.g.e)

Bugün bile Kozak Yaylası’ndan başlayarak Bergama’yı boydan boya kat eden ve her türlü kanalizasyon ve sanayi atığını ovaya taşıyan Bergama Çayı boyunca, 19.yy. sonlarında ortaya çıkan yerel sanayileşme hamlelerini ve arka planındaki mücadelelerin izlerini sürmek mümkündür. Bu ayaklanma, Avrupa’da sanayileşme sürecinde yaşanan makine kırıcı işçilerin isyanlarını hatırlattığı ve bu bölgede ilk bilinenlerden biri olduğu için tarihsel açıdan önem taşımaktadır.

19.yy. fabrikalar dünyasından hayalet binalar


(*) Bu yazı; İbrahim Fidanoğlu’nun İzmir Tarih ve Toplum Dergisi’nin Eylül 2008 sayısında yayınlanan yazısından alınmıştır.
(**) Fotoğraflar; 2008 yazında İbrahim Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC






4 Temmuz 2012 Çarşamba

Tire’de Çaldede Mahya Şenlikleri(*)



İbrahim Fidanoğlu

Tire'nin tarihi, Batı Anadolu’daki Lidya uygarlığı dönemine kadar uzanmaktadır. Kentin, tarihte Lidya için önemi oldukça büyüktür. Çünkü bu kent, coğrafik konumu itibariyle o dönemin metropolleri sayılabilecek Ephesos ve Sardes kentlerinin tam ortasında yer almaktadır. Tire; o dönemde, Ephesos’dan, Bozdağ (Tmolos Dağları) üzerinden Sardes’e uzanan, dönemin en önemli ticari yolunun stratejik bir noktasında yer almaktaydı. Bu ticari hareketlilik, farklı kültürlerin de buraya gelmesini sağlamış ve o günlerden başlayan bu çok kültürlülük, Türkler'in bölgeye hâkim olmasından sonra da devam etmiştir.

Çaldede’nin zirvesinde bir duman tüter

13.yy.da Batıya doğru ilerleyen Türklerin göçü Ege Denizi kıyılarında son buldu. Horasan’dan başlayıp Anadolu topraklarına kadar devam eden bu destansı yolculukta Türk boylarına Şaman dini önderler rehberlik ettiler, yol gösterdiler. İslami etkilerin başlangıç aşamasında bu topraklarda gelişen olayların kara kutusu durumundaki Tire’de, bu çileli göç hikâyelerinin günümüze taşındığı törensel anlar hâlâ halkın hafızasında yaşamaktadır. Yüzyıllar süren alt üst oluşlar sonrası; bir şekilde Aydın Dağları’nın doruklarına çekilmiş göçerlik dönemi ritüelleri, yılın belli dönemlerinde yöre insanları tarafından hatırlanmaktadır. Yörede düzenlenen bu anma törenlerine Mahya Şenlikleri adı verilmektedir. Yakın zamana kadar Tire’nin sırtını dayadığı Güme Dağı’nın yamaçlarında yer alan Cambazlı ve Büyükkemerdere köyündeki Sarı İsmail Dede Mahyaları bu türden şenliklerdi.

Bu Mahyalar; Aydın Dağları’nın, Batı’ya ilerleyen Türk boylarının denize doğru sürgit devam eden tarihsel yolculuğunda konakladıkları son zirvelerden biri olduğunun kanıtı gibidir. Ne yazık ki, ülkenin ekonomisi ve sosyal yaşamının değişime uğraması sonucu dağların zirvelerindeki Yörük gelenekleri giderek aşındı ve daha yükseklere çekildi.

 Dibekçiler yaylasında Çaldede Mahyası’nda; Eylül’ün ilk Pazar’ı; bir pınarın kaynadığı ulu çınarların dibinde mahya yemeklerinin yapıldığı mutfak

Yörükler, şimdi Batı’ya doğru gerçekleşen büyük tarihsel göçün sosyal ve dini önderlerini, ancak zirvelerin bulutlarla buluştuğu noktalarda anmakta ve Mahya şenliklerini artık oralarda düzenleyebilmektedirler. Bu mahyalardan biri de Aydın Dağları’nın yükseklerinde yer alan Dibekçiler yaylasında düzenlenen Çal Dede Mahyasıdır. Dibekçiler yaylasına ulaşmak için, önce Tire – İncirliova yolundan Büyükkemerdere Köyü istikametine sapmak, bu köye ayrılan sapağı da geçince dağa doğru tırmanan şose yolu takip etmek gerekir. Her yıl Eylül ayının ilk pazar günü Dibekçiler yaylasında Çal Dede’nin (büyük ihtimalle) makam mezarının bulunduğu tepenin eteklerinde yer alan su kaynağının etrafında, hayat bulmuş çınar ağaçlarının gölgesinde, iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık toplanır.

Çaldede Mahyası’nda mutfaktaki telaş


Yolu alabildiğine zorlu, binbir virajla kıvrılarak tırmanılan bu kutsal mekâna Aydın Dağları’nın iki yakasından; İncirliova’nın, Tire’nin köylerinden binlerce insan akın eder. Yüzyıllardır devam ede gelen bu geleneğin sırrı, Horasan Erenleri’nin Orta Asya bozkırlarından başlayıp Batı’da denizin kıyısında sonlandığı an’a kadar doğudan batıya doğru sürüp giden yüzlerce yıllık bir göç öyküsünün girdabındadır. Yakın geçmişe kadar Çaldede’ye yapılan bu yolculuk yaya olarak gerçekleştirilirmiş. Sanki antik çağda bölgedeki kentlerin kutsal tapınaklarına doğru kilometrelerce süren çileli hac yürüyüşleri gibi…



 Çaldede’nin zirvesinde; her yıl o ritüel yinelenir

Dağın zirvesinde tek bir ağaç ve doğru dürüst bir bitki örtüsü yoktur. Tırmanırken sürekli ayaklarınızın altından kayrak taşlar kayıp gidiverir aşağılara doğru. Dağın yamaçları oldukça dik ve tamamen irili ufaklı şist yapıda taşlarla doludur. Güneşte pırıl pırıl parlar dağ… Dağın eteğindeki çınar ağaçlarının dibinden kaynayan suyun başında, yine bu yörenin malzemesi olan kayrak taşlarla yapılan kulübeden mutfaklarda pişen yemek, imece usulü bir organizasyonla derme çatma masalar üzerinde, ayakta ya da çömelerek bulunmuş köşelerde çala kaşık yenir. Önce şehriye çorbası, arkasından nohutlu salçalı et yemeği, yanında salata, daha sonra keşkek ve en arkadan irmik helvası ile tamamlanan yemek sonrası genci yaşlısı dağa doğru tırmanışa geçer.

 Çorbada bizim de tuzumuz olsun…

İki büklüm 80’lik ihtiyar nineler, yüzyılların içinden süzülüp gelen bir inanç sistemine dayanarak dura kalka tırmanırlar dağa. Dağın tepesine yaklaştığınızı sandığınız an, aslında zirveye daha epey yolunuz vardır. Tırmanışta arkanıza dönüp baktığınızda kendinizi sanki bir anfi tiyatroda sanırsınız; hele bir de aşağıda Karakucak güreşleri başlamışsa. Tepeden seyrine doyum olmaz o mahşeri kalabalığın. İnsanlar; genci yaşlısı, biraz önce topluca yemek yenilen çınar ağaçlarının bulunduğu gölgelik alanın biraz ilerisindeki düzlükte birbirleri ile güreşe tutuşmuş çevre köylerin gençlerinin mücadelesini ve onları güreşe çağıran cazgırın manilerini izler. 2000 metreye yaklaşan bir rakımda tutulan güreş de bu ritüelin bir parçasıdır.

Tırmanış devam eder; zirveye ulaştığınızda; ilerde uçurumun kıyısında secdeye varan ninenin, Çaldede’nin mezarı başında dua edip dileklerini sunan genç yaşlı tüm insanların tasada ve kıvançta ortak bir duruşları vardır. Batıya doğru ilerlerken büyük ihtimalle halkına önderlik etmiş tüm isimsiz liderleri isminde taşır Çaldede… Bu Türkmen ulusu; geçmişte olduğu gibi bugün de yüzyılların ardından süzülerek gelen inancın gücüyle dağlardaki Yörüklerin yegâne umudu ve onların hayata tutundukları bir daldır.

Dedeler aracıdır; zenginlik dilenir; bir kolye şeklinde dizilmiştir taşlar.

Şamanist dönemden kalma Gök Tanrı’ya yakın olma, ona ulaşma isteği ulu dedelerin mezarlarını / makam mezarlarını dağların doruklarına taşımıştır. Çaldede’nin mezarının bulunduğu zirveden çevreye bakıldığında tüm topoğrafyaya hâkim bir noktada olduğunuzu hemen kavrarsınız. Karşıda Aydın’ın Paşa Yaylası ve Karlık Tepesi, Çaldede’nin karşısındaki doruklardır. Her birinde de ayrı bir eren hikâyesi saklıdır.

Canbazlı köylülerinden dinlediğimiz ve yüzlerce yıldır halk arasında anlatılan Çaldede ile ilgili söylenceye gelince… Çaldede, dağlardaki Yörüklerin koruyucusu ve önderidir. Onun mekânı dağların zirveleridir. Bir de Tire’de yaşayan Eskici Baba vardır. Zaman zaman bu iki eren birbirlerine birtakım hediyeler gönderirlermiş. Çaldede, Eskici Baba’ya sepetin içinde dağların şerbet suyunu, buna karşılık Eskici Baba da Tire’den pamuk içinde ateş gönderirmiş. Bir gün Çaldede, Eskici Baba’yı mekânında ziyaret etmek için Tire’ye inmiş. Büyük ihtimalle Eskici Baba, ticaretle uğraşan çarşı eşrafını temsil etmektedir. Çaldede de; davarlarının ardından bir türlü göçmekten vazgeçmeyen ve yerleşik hayata karşı direnen dağlı Yörükleri… Çaldede, Eskici Baba’nın dükkânına girdiğinde yanında götürdüğü su dolu sepeti duvara asmış. Hoş beş hasbıhalden sonra bir ara Çaldede başını çevirip dükkânın önünden geçen bir kadına doğru bakmış, tam o sırada duvardaki sepetten su damlamaya başlamış. Eskici Baba, kaldırmış kafasını işinden ve Çaldede’ye “kendine gel” diye seslenmiş…

Bu hikâye, dağların saf ve temiz Yörüklerine yerleşik şehirli hayatın ve onun bağrında yeşeren ve “rızkın onda dokuzu ticaretin” yarattığı zenginliği muhafaza etmeye yönelik şehirli kültürün eleştirel bir bakışıdır. Dağa karşı şehirliyi, göçerliğe karşı ticareti ve yerleşik hayatı, Horasan Erenlerinin doğadan beslenen naif inanç sistemine karşı dogmaları savunan bir inanç sistemi… Aslında bu söylence açıkça, Çaldede’ye karşı Eskici Baba’yı tutmakta, Çaldede’yi nefsine sahip olamayan ve Eskici Baba’nın yanında ondan laf yiyecek bir düzeye indirgeyen yanlı bir bakışa sahip bulunmaktadır. Bu da; Osmanlı’nın, özellikle beylikler dönemi sonrası Anadolu birliğini sağladıktan sonraki devlete giderek hâkim olan muhafazakâr bakışın yansımasından başka bir şey değildir.

Bu da bir evim olsun dileği; yerel malzeme olan kayrak taşlarla anlatılmış her şey…

Mezarın başında duasını, ibadetini tamamlayan köylüler; hayattan istek ve beklentilerini, naifçe doruktaki yegâne malzeme olan taşı kullanarak yansıtırlar. Hıdrellez’de Ege’de pek yaygın olan dileklerin ifade edilişine benzer tarzda Çaldede’nin mezarının hemen yanı başında taşları kullanarak duygularını ifade ederler. Bir masa, etrafında 4 kişiden oluşan mutlu bir aile düşlenmektedir. Ya da bir kolye gibi dizilmiş bir sıra taşla anlatılmak istenen mücevher ve zenginliktir. Üst üste dizilen taşlarla benzetilmeye çalışılmış iki katlı bir ev maketi ya da doğrudan toprağa saplanmış şu dünyada bir tek dikili taşım olsa şeklinde yorumlanabilecek muhtelif motifler mezarın etrafına düzensiz bir şekilde saçılmıştır.

Çaldede’nin mezarı başından ayrılan köylüler, tepeden aşağıya inerken büyük kayrak taşları bir bir kaldırıp altına bakarlar. Aradıkları aslında geleceğe dair bir öngörüdür. Eğer kaldırdıkları taşın altından karınca çıkarsa bu bereket, zenginlik demektir; yılan çıkarsa işin yolunda gideceğine yorulur, ya akrep çıkarsa taşın altından; işte o zaman her şeyin kötüye gideceğine dair bir işaret olarak kabul edilir.
Doruktan aşağıya doğru yavaş yavaş inerken aşağıdaki Karakucak güreşleri bitmek üzeredir. Güreş sonrası bir sonraki yılın şenlikleri için gerekli harcamaları karşılayabilmek için herkesin yanında getirip mutfağa bıraktığı muhtelif zahire açık artırmaya çıkarılır. Toplanan para, gelecek yılki Çaldede Mahyası’nın finansmanında kullanılır.

Dağın eteğinde, suyun başındaki çınarların altında mahşeri bir kalabalık vardı. (**)

Bu törenler, bir yandan Orta Asya’dan Anadolu topraklarına taşınan geleneğin, bir yandan da bu topraklarda yaşanmış Miletos, Ephesos gibi kentlerdeki kutsal tapınaklara doğru ilerleyen çileli hac yürüyüşlerinin (embolos) hafızalara kazınmış izlerini taşımaktadır. Her şeyin hızlı bir şekilde tüketildiği bugünün modern zamanlarında bu sosyal etkinlikler de giderek önemini yitirmekte, azalmakta ve dağların en yüksekteki doruklarına çekilmektedir. Bu hüzünlü tükeniş, bir Eylül akşamüstü tören bozgunlarının dağılışının üstüne batmakta olan güneş gibi yavaş yavaş ilerlemektedir.


(*) İbrahim Fidanoğlu’nun İzmir Tarih ve Toplum Dergisi’nin Haziran 2008 sayısında yayımlanan yazısından alınmıştır.
(**) Fotoğraflar İbrahim Fidanoğlu tarafından 3 Eylül 2006 tarihinde çekilmiştir.


Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen:M.YC