Sayfalar

28 Haziran 2012 Perşembe

Kesikbaş ya da Sasa Bey’in Hazin Sonu(*)

İbrahim Fidanoğlu

Tire’ye Selçuk yönünden eski Kral Yolu’nu takiben ulaştığınızda, şehrin hemen girişinde sizi dört yanı kireç badanalı alçak bir duvarla çevrili bir mezar karşılar. Gösterişsiz, ancak iyi korunmuş bu mezar, ulu kara servilerin bulunduğu bir alan içindedir. Mezarın herhangi bir kitabesi bulunmamaktadır; sadece caddeye bakan yeşile boyalı giriş kapısı üzerinde “Kesikbaş’ın Kabri” yazan küçük bir levha yer almaktadır. Kimdir bu Kesikbaş? Ne olmuştur da yörede uğruna verdiği başla anılır olmuştur? Bu ismin arka planında Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri sürecinde verilen iktidar mücadelelerinin hazin öyküsü yatmaktadır.


Selçuk yönünden Tire’ye girişte Kesikbaş’ın Kabri

Kesikbaş diye anılan bu kişinin, anonim bilgilere göre aslında Tire’nin ve Batı Anadolu’nun Türkler tarafından fetih sürecinde çok önemli bir yer tutan Sasa Bey olması olasılığı kuvvetlidir. Yöremizde Tire ile ilgili yerel tarih araştırmaları ile tanınmış Tireli araştırmacı yazar Munis Armağan’a göre “uzun yıllardır üzerinde çalışma yaptığı bu mezar, büyük olasılıkla Tire’nin ilk fatihi Sasa Bey’e ait olmalıdır.” 1531 tarihli Defter-i Hakani kayıtlarındaki bir bilgiye göre bakımı vakıf bağışlarıyla yapılan “Vakfı mezarı merhum Uçbeyi” ifadesi yer almaktadır. Munis Armağan’a göre “Sasa Bey, Menteşe Uçbeyi olarak fetih hareketlerine katılmış ve Tire’nin ilk fatihi olarak tanınmaktadır.”(1)

Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu Devleti, 1243 yılındaki Kösedağ yenilgisi sonrası bir daha belini doğrultamadı. Onlarca yıl devam eden Moğol akınları ile giderek zayıflayan Devlet, bir yandan taht kavgaları, bir yandan iç karışıklıklar ve isyanlar neticesinde birliğini kaybetti ve dağılarak tarih sahnesinden çekildi. Bu süreçte, üzerlerindeki devlet otoritesinin giderek zayıflamasına koşut olarak uç beyleri güçlendiler ve yerel güç odakları haline gelerek çoğu Batı Anadolu’da olmak üzere 10’u aşkın Anadolu Beylikleri’ni kurdular.


Kesikbaş’ın Kabri

Batı Anadolu’da devam eden Bizans egemenliği, giderek artan Türk akınlarıyla zayıflamaktaydı. Bu süreçte, Bizans’ın gerileyen hükümranlığının yerine bölgedeki iktidar kavgası, üç beyliğin öne çıktığı bir eksene oturdu. Bunlar Germiyan ve Menteşe Beyliği ile Aydınoğulları idi.

Kesikbaş’ın Kabri başındaki tarihi serviler

13. yy. sonlarında Anadolu’nun en güçlü beyliklerinden biri haline gelen Germiyan Beyliği’nin, Denizli, Afyon ve Kütahya dolaylarından batıya doğru Bizans topraklarını fetih girişimi ile Aydınoğulları’nın da tarih sahnesine çıkması bir oldu. Çünkü Hz. Mevlana’nın hayat öyküsünü yazan Eflaki’nin (Ölümü 1360) bildirdiğine göre Aydınoğulları Beyliği’ni kuran ve Aydınoğlu Mehmet Bey diye anılan Mübarizüddin Mehmet Bey, Germiyani Alişir oğlu Yakup Bey’in emrinde Subaşılık yapmaktadır. (2)


Germiyanoğulları’nın bugünkü Balıkesir (Karesi), Manisa (Saruhan) ve Aydın ilinde seferlere girişmesi öncesinde, Batı Anadolu’nun güneyinde bir başka uç beyliği Bizans egemenliğine karşı ilerleyişini sürdürmektedir. Menteşe Beyliği’nin kurucusu Menteşe Bey, 1260’lı yılların başında eski Karya ile Büyük Menderes’in çevresinde yer alan toprakların bir kısmını ele geçirmiştir. 1280 – 1282 tarihlerinde Tralleis (Aydın) ve Nysa (Sultanhisarı) gibi tahkim edilmiş şehirler, Menteşe Bey tarafından zapt edilmiştir. Menteşe Bey’in 1291 yılında ölümünden sonra Orta Batı Anadolu’da tarih sahnesine Menteşe Bey’in damadı Sasa Bey çıkar. Sasa Bey; bugünkü Söke Ovası’nda yer alan Magnesia, Priene ve Ephesos (Ayasuluğ) kentlerini ele geçirir.


Tire Fatihi Sasa Bey (Seha Gidel’in Tablosu)

Diğer taraftan, Germiyan Hükümdarı Alişir oğlu Yakup Bey, Bizanslıların elindeki Alaşehir (Philadelphia) kentini kuşatır. Yine tarihi kaynaklara göre; bu kuşatmaya Sasa Bey ile birlikte Aydınoğlu Mehmet Bey de katılır. Bizans İmparatoru IX. Mihael, Batı Anadolu’daki son toprak parçasını koruyabilmek adına Moğollar’dan ve Katalan askerlerinden yardım ister. Katalan Komutan Roger de Flor bu çağrı üzerine Küçük Asya’ya kuvvetlerini gönderir. Dr. Himmet Akın’ın Paul Wittek’in Menteşe Beyliği adlı eserinden aktardığına göre olaylar şöyle gelişir:


Birgi’deki Aydınoğlu Mehmet Camisi’nin duvarındaki aslan heykeli; büyük olasılıkla yakındaki Lidya yerleşimi Hypaipa’den (Dabbey yada Günlüce) devşirilmiş.

“Katalanlar, Germiyan Beyi’nin Alaşehir’i kuşatması üzerine 1304 yılında Bandırma üzerinden güneye inerler; Alaşehir yolunda bir yerde Türk Kuvvetleri ile çarpışırlar ve onları yenilgiye uğratırlar. Katalanlar, bugünkü Kemalpaşa üzerinden Manisa’ya çekilirler. Bu sırada Tire Türkler tarafından baskı altındadır. Katalan askerler, bu vesile ile Tire’yi de emniyete alırlar. Birgi ve Ayasuluğ’a sefer düzenlerler. Ayasuluğ’da, Sakız adasından Ephesos’un güneyinde bulunan Ania isimli bir limana (Prof Dr. Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar isimli yapıtının 65. sayfasında Panionion isimli ilk çağ kentinin doğu yakınında Anaia isimli bir başka ilk çağ kentinin bulunduğunu, bu kentin isminin Türklerin ağzında Anya’ya dönüştüğünü, yakın zamanda bu ismin Soğucak olarak değiştirildiğini yazmaktadır. Soğucak, konum olarak kıyıdaki Kadıkalesi’nin hemen üstünde yer almaktadır.) yanaşan donanmadan çıkan kuvvetlerle buluşurlar. Bu civarda Aydın Alayı’nın bir hücumunu püskürtürler. Bu hareketlilik ve yer değiştirme esnasında Tire ve birkaç yere bırakılan muhafız taburları (Tire’de 20 süvari ve 100 kadar nefer piyade mevcuttur), Bizans İmparatoru’nun kuvvetleri Avrupa’da kullanma isteği nedeniyle bölgeden çekilir ve böylece; Katalan seferi sonuca ulaşmamış bir şekilde biter. Katalan askerlerin bölgeden çekilmesini takiben Sasa Bey, Tire, Ayasuluğ ve Birgi’yi ele geçirir. Katalanların seferleri sırasında yerli halka yapılan zulüm nedeniyle buraların ele geçirilişi nispeten kolay olur.” (3)

Tire’deki Aydınoğlu Mehmet Bey Camisi

Bütün bu mücadelelerde Bizans’a karşı Germiyan Beyi Yakup Bey, Menteşe Bey’in damadı Sasa Bey ve Aydınoğlu Mehmet Bey kuvvetleri dayanışma içinde hareket ederler.

Birgi’deki Aydınoğlu Mehmet Bey Camisi

Düsturname-i Enveri’de “Aydın İline önce Sasa Bey adlı bir gazi erin geldiği, Birgi’yi ilk defa Sasa Bey’in fethettiği, Aydınoğlu Mehmet Bey ile Sasa Bey’in bu fütuhat hareketinde dostane bir işbirliği içinde olduğu” belirtilmektedir:

“Sasa Bey derler idi bir Gazi er
Gelmiş Aydın İline evvel meğer
Evvela ol Birgi’yi feth eylemiş
Aydınoğlu’nu getürmüş toylamış
Aydınoğlu Ayasuluğ’a gelüb
Fetheder hem dairesini alub.” (4)
Sasa Bey’in, Tire’yi Katalanlar’ın bu toprakları terk etmesinden hemen sonra fethettiği anlaşılmaktadır. Bu da 1304 yılı Sonbaharına denk düşmektedir. (5)


Birgi’de Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından yaptırılan Ulu Cami’nin kündekari teknikle yapılmış minberinin evreni temsil eden yan panolarından biri

Yine Düsturname’ye göre bu işbirliği ilişkisi, çok geçmeden yerini düşmanca bir tutuma terk eder. Tire, Ayasuluğ ve Birgi’nin fethinde birlikte hareket eden bu iki komutan, bir süre sonra bölgenin egemenliği uğruna bir iktidar mücadelesine girişirler. Sasa Bey, bu mücadelelerde Hristiyanlarla ittifak içine girer.


Birgi sokaklarında…

Aydınoğlu Mehmet Bey, Germiyanoğulları’nın yanında Subaşı olarak görev yaptığından dolayı, ihtimaldir ki bu yakın ilişki o yıllarda da sürmektedir. Bu kez, ortak düşman Sasa Bey’e karşı Aydınoğlu Mehmet Bey, Germiyanoğulları’ndan aldığı destekle bölgede teşkilatlanarak avantaj sağlamaya çalışır. (Aydın’a bağlı bugünkü Germencik’in isminin Germiyancük’den geldiğini Dr. Himmet Akın referans olarak belirtmektedir.)

Sasa Bey; Aydınoğlu Mehmet Bey ve müttefiklerine karşı; bazı tarihi kaynaklara göre Suriye’den kovulup Rodos’a çıkan Hospitalier Şövalyeleriyle, bazı kaynaklara göre ise; Gelibolu Yarımadası’na doğru ilerleyen Türk Kuvvetleriyle çarpışan Bizans, Sırp ve Alanlar’dan(6) oluşan ordu ile işbirliği yapar. Büyük ihtimalle Germiyan Beyliği’ne bağlı uç beylerinin Balıkesir ötesine doğru bu seferlerindeki Sasa Bey’in düşmanın yanında yer alan tavrı, Aydınoğlu Mehmet Bey’le olan hasmane ilişkilerini iyice kötüleştirir. (7)

Düsturname’de Sasa Bey ile Aydınoğlu Mehmet Bey arasındaki ilişkilerin kötüleşmesi şu şekilde anlatılmaktadır:

“Çok kilise mescid etti ol Emir
Gazi Mehmet Beg sahada bi-nazır
Mancılığı ile Kilas’ı (bugünkü Kiraz) aldı ol
Çıkuban tekfuru hizmet kıldı bol
Çıktı deryadan ana bir gün firenk
Alanos u Rum u Sırb eyledi cenk
Geldi beş kardaş ile durdu çeri
Oğraşuban kırdı sıdı kâfiri
Hem hasedden fitne Sasa eyledi
Mü’min iken avn-ı tersa eyle
Ol gazada katl oldu ol dahi
Çok ganimet mal alur Mir-i Sahi.” (8)

Bizans, Sırp ve Alan kuvvetlerinin seferi bir sonuç alınmadan sona erer. Bu sefer sonrası Sasa Bey, Aydınoğlu Mehmet Bey karşısında yalnız kalır. Her iki beyin kuvvetleri Tire önlerinde yine bazı kaynaklara göre (Paul Wittek, Menteşe Beyliği) 1310 yılında, bazı kaynaklara göre ise (İrene Mélikoff) 1308 yılında karşı karşıya gelir. İki ordunun savaşından Aydınoğlu Mehmet Bey galip ayrılır. Savaş sonunda Sasa Bey, savaş meydanında kafası kesilerek etkisiz hale getirilir.


Eski ve Yeni Tire bir arada…

Sonuç olarak, Aydın İlinin Bizans elinden kesin olarak çıkışı Menteşe Bey’in kıyılardaki ve Büyük Menderes boylarındaki ilk fetih hareketleri ile başlar. Daha sonra damadı Sasa Bey’in çabası ile bu hareket daha kuzeye taşınarak Katalan seferleri sonrası Tire, Ayasuluğ ve Birgi’nin fetihleriyle devam eder. Bir süre Aydınoğlu Mehmet Bey ve Germiyanoğulları’nın desteği ile işbirliği içinde süren bu genişleme hareketi, iki grup arasındaki iktidar mücadelesi yüzünden bir iç hesaplaşmaya dönüşür. Sonunda Aydınoğlu Mehmet Bey, Sasa Bey’i Tire önlerinde mağlup ederek bölgenin tek hâkimi haline gelir.


Tire üstünde Hisarlık Kalesi; önce Pers sonra Bizans gözetleme kalesi olarak kullanılmış

Sasa Bey ile Aydınoğlu Mehmet Bey arasında bugüne kalan izler açısından da temel bir farklılık bulunmaktadır. Bugün Aydın vilayetinde gerek Aydınoğlu Mehmet Bey’den ve gerekse çocuklarından kalma çok sayıda bayındırlık eseri vardır. Bunlardan ikisi; kendi adını taşıyan camiler olup; biri Tire’de diğeri de beyliğin başşehri konumundaki Birgi’de bulunmaktadır. Ancak, Sasa Bey’den günümüze bu doğrultuda hiçbir iz kalmamıştır. Bu durum belki de, Sasa Bey’in fütuhatla geçen kısa sürmüş hayatına bağlanabilir.

Görüldüğü gibi haritada küçücük bir vilayet konumundaki Aydın İli uğruna verilen mücadelelerin hazin öyküsü, Tire girişindeki ulu servilerin altındaki kabirde sonlanmıştır. İşte bu gerçekten hareketle, bir kez daha söyleyebiliriz ki, Tire Orta Asya’dan başlayarak Batı Anadolu’ya dek sürdürülen büyük göçün dağlarda ve düzde bir anlamda kara kutusu olmaya devam etmektedir.

 (1)Devlet Arşivlerinde Tire, A. Munis Armağan, 2003, s. 314.
(2)Aydınoğulları Tarihi hakkında Bir Araştırma; Dr. Himmet Akın; Ankara Üniversitesi DTCF        
     Yayınları, 1968; s.15.
(3) a.g.e s.21
(5) a.g.e s.21; Paul Lemerle’den alıntı dipnotu. Bu nota göre; Sasa Bey’in Tire’yi fethi (1304 yılı 20 Ekim’den önce; Sasa Bey ile Aydınoğlu Mehmet Bey’lerin Efes’i almaları ise 1304 yılı 24 Ekim’den biraz sonra ifadesi ile verilmektedir.
(6)Hun baskısı ile Orta Asya’dan Batı’ya göç eden ve Kafkasya’da 13 yy.a kadar hüküm sürmüş bir krallık kuran kavime mensup paralı askerler.
(7) Birgi Tarihi, Tarihi Coğrafyası ve Türk Dönemi Anıtları, Yayına Hazırlayan: Rahmi Hüseyin ÜNAL, T.C. Kültür Bakanlığı Sanat Eserleri; 2001; ANKARA; s. 10–11)
(8) a.g.e. s. 10
(*)İbrahim Fidanoğlu’nun İzmir Tarih ve Toplum Dergisi’nin Mart 2009 sayısında yayınlanan yazısından alınmıştır.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC






22 Haziran 2012 Cuma

Tire’de Yemek Kültürü Üstüne Bir Kesit(*)


Tire, bir yandan Antik Çağa uzanan zengin tarihsel geçmişi, bir yandan da Akdeniz ikliminin getirdiği bitki örtüsü çeşitliliği ile çok boyutlu beslenme geleneğine sahip bir kasabamızdır. Bir dönem Lidyalıların yazlık sayfiyesi olarak da işlev gören Tire, tarih boyunca kültürlerin kesiştiği ve birbiriyle karışarak harman olduğu bir yer olmuştur. Bu kültürel yoğrulma, sonuçta Tire’nin bugünkü hayatına dek uzanan derin izler bırakmıştır.

Posalı Kavurma

Tire'nin tarihi Batı Anadolu’daki Lidya uygarlığı dönemine kadar uzanmaktadır. Tarihte, Lidya için Tire'nin önemi oldukça büyüktür. Çünkü bu kent, coğrafik konumu itibariyle o dönemin metropolleri sayılabilecek Ephesos ve Sardes kentlerinin tam ortasında yer almaktadır. Tire; o dönemde, Ephesos’dan, Bozdağ (Tmolos Dağları) üzerinden Sardes’e uzanan en önemli ticari yollarının stratejik bir noktasında yer almaktaydı. Bu ticari hareketlilik, farklı kültürlerin de buraya gelmesini sağlamış ve o günlerden başlayan bu çok kültürlülük, Türkler'in bölgeye hâkim olmasından sonra da devam etmiştir. II. Mahmut döneminde Bektaşiler, Aydınoğulları döneminde Efes halkının bir bölümü, Büyük İskender zamanında ise Filistin'den getirilen Yahudiler Tire'de iskân edilmiştir. Daha sonra II. Beyazıt döneminde Engizisyon’dan kaçan büyük Yahudi göçünden de Tire nasibini almış olmalıdır. Mübadele yıllarında ise Girit Adası'ndan gelen Türkler bölgeye yerleştirilmiştir. Yüzyıllar boyunca süren göçler ve ticaret yaşamı, Tire'nin zengin yeme içme kültürünün kaynağını oluşturmuştur.

Tire’nin bugünkü sebze ağırlıklı, Akdeniz mutfağına dayanan ve bağışıklık sistemimizi ayakta tutmaya yönelik beslenme alışkanlıklarının kökeninde coğrafik özellikleri ve tarihsel arka planı yatar. Yüzyıllar boyunca bu topraklarda yaşayan halklar bu yörede yetişen bitki örtüsünün onlara sunduğu zengin imkânlardan yararlanarak beslenme çeşitliliğini bugüne taşıdılar. Antik Helen uygarlığında zeytin, ceviz, üzüm, nar ve incir kutsal sayılan yiyeceklerdi. Batı Anadolu’da, İyonya’da yaşayan toplulukların günlük yiyecekleri arasında buğday ürünleri, zeytin, keçi peyniri, muhtelif sebzeler (pazı, lahana, marul, turp, salatalık v.b.) yer alıyordu. Et olarak ise tavşan, keklik ve geyik tüketip, yemeklerinde bol baharat (kekik gibi) kullanıyorlardı. Yemeklerden sonra mutlaka şarap içiliyordu. Özetle, Türkler öncesi dönemde de Tire’de buna benzer Akdeniz bölgesinin bitki örtüsüne dayanan ve onlardan üretilen yiyeceklerden oluşan bir beslenme kültürü mevcuttu.

Keşkek

Türkler Batı Anadolu’ya yerleştiklerinde yeme içme kültürü adına ne getirdiler? Aslında bunun yanıtı göçer Yörüklerin sosyo ekonomik hayatında gizlidir. “Türklerin hayvancılığı deyince yaylacılık akla gelmelidir. Yaylacılık Anadolu’ya Yörüklerle birlikte gelmiştir. Can ve mal emniyeti olmayan Anadolu’da o çağlarda kim yaylacılık yapabilirdi? Türkler ise her zaman, bir ordu düzeni ile hayvancılık yapmışlar, sürülerin ardından o yayladan bu bu kışlağa göçüp durmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi de bir koyuncu idi.” (1) Hayvancılığa dayanan ekonomi, göçerlerin beslenme alışkanlıklarını da belirledi. Yani Türklerin beslenme alışkanlıklarında et, süt, peynir v.b. diğer hayvansal gıda ürünlerine dayanan bir beslenme sistematiği temel oluşturmuştur. Türklerin ekonomik hayatında diğer bir temel unsur ise buğdaydır. Et ile buğdayın bir araya geldiği yegâne yemek ise keşkektir. Bu öyle bir yemektir ki tarihsel arka planı ile Türk beslenme geleneğinin en iyi temsilcilerinden biridir denilebilir. Bir diğer bilinen yöresel et yemeği posalı kavurmadır. Posalı Kavurma; kuşbaşı şeklinde doğranmış dana etini, kekik, kırmızıbiber, karadut kurusu ile birlikte terbiye ederek zeytinyağında kavurmak suretiyle elde edilen leziz bir yemektir. Hele de; yağlı suyuna tatlı maya Kahrat (Tire – Ödemiş arasında yer alan ve şimdilerde Gökçen ismi ile anılan beldenin sınırları içinde kalan bir eski yerleşim yerinin adıdır.) ekmeğini bandıra bandıra yemenin tadına doyum olmaz.

Keza, etli nohut ya da tas kebabı türü salçalı et yemekleri de Türk mutfağının beslenme alışkanlıklarına uygun günümüze taşınmış örneklerdir. Gerek keşkek, gerek muhtelif un (dutmaç çorbası) ya da şehriye çorbaları ve gerekse nohutlu ya da patatesli et yemekleri yörede giderek azalan ve göçerlik döneminin önderlerinin mezarları başında yılın belli günlerinde düzenlenen mahya şenliklerinin ve Yörük düğünlerinin vazgeçilmez yemeklerindendir.

Tire’de kuyu tandır kebabı sabahları yenir…

Tire’nin en özgün yemeklerinden bir diğeri de sabahleyin kuşluk vakti yenilen kuyu tandır kebabıdır. Bu yemeğin Tire için anlamı çok mühimdir ve belki de bu kadar erken sadece burada tüketilir. Genci yaşlısı, sabah erkenden çarşıdaki tandırcıların yolunu tutar; tandırcılar, sabah işine giden çarşı esnafının ilk uğradığı yerlerdir. Önden et suyuna salınmış salçalı pirinç çorbası gelir önünüze. Yanında çorbanın üstüne sıkmak için bir dilim limonu da vardır mutlaka. Sıcak sıcak içilen çorbanın ardından pidelerle tahkim edilmiş bir tabak dolusu tandır eti önünüze servis yapılır. Üstüne bolca kimyon, kekik ve karabiberden oluşan baharat çeşnisini de kattığınızda mükemmel bir damak tadına erişirsiniz. Peki, ama bu kadar erken bu et yeme geleneği nereden gelmektedir? Birincil olarak bunu Türklerin hayvansal gıdalarla beslenme alışkanlığına bağlamak belki yerinde olur. Ama bu yine de sabah yenme alışkanlığını yeterince açıklamaz. Bir rivayete göre sabahları yenen kuyu tandır, avcılık geleneğinden kalan bir mirastır. Padişah Avcı Mehmet’in (IV. Mehmet) Tire civarındaki dağlarda avlandığı, av öncesi de sabahleyin erkenden kafilenin törensel bir şekilde bir kuzu ya da oğlak çevirip tandır yediği ve bunu takiben ava çıktığı söylenmektedir. Acaba tandır geleneği o günlerden mi kalmadır? Bu tabii ki daha derin bir araştırmanın konusu olmalıdır.

Prof. Dr. Bahattin ÖGEL, yukarıda sözü geçen makalesinde, Türk mutfağına sonradan girmiş sebzelerle, bir dolmanın yapılmasını bir dürüm ya da sucuk yapma tekniğine benzetmektedir. (2) Gerçekten de her türlü sebzenin dolması ya da sarması Türk Mutfağında yapılmaktadır. Tire’de de kabak çiçeği dolması bu orjinal açıklamayı teyit eder tarzda bu yörede yapılan özgün bir dolma çeşididir. Kabak çiçeği dolmasının püf noktaları şunlardır: Kabak çiçeği gün doğmadan toplanmalıdır. İçlik hazırlanırken kıyma kesinlikle kullanılmaz. Kabak çiçeklerinin bıyıkları özenle ayıklanmalı, dolmalar kısık ateşte pişirilmelidir. Enginar, yaprak sarması, lahana sarması, patlıcan, kabak, biber dolmaları yine bu yörede sıkça yapılan dolma çeşitlerindendir.

Kabak çiçeği dolması

“Patlıcan, Türklere çok geç girmiş bir sebzedir. Avrupa’ya bizden önce girmiştir. Ancak Avrupa’da patlıcanın ne karnıyarığı, ne imam bayıldısı ve ne de hünkâr beğendisi vardır. Bu ayrılık bir pişirme tekniğinden ileri geliyordu. Yani kıymalı pide ve ona benzer yemekleri olan Türkler, aynı teknikle patlıcanı da pişirmiş ve böylece karnıyarık ile imam bayıldının doğmasına neden olmuşlardı.” (3)

Lalengi ya da Gıylangı, Tire’de yapılan bir patlıcan yemeğinin adıdır. Günümüzde Tire’de ona patlıcan balığı da denmektedir. Tarihin derinliklerinden gelen bu yemek, Lelegia ya da Lalagia adıyla Homeros’un destanlarında yer almaktadır. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir şiirinde ise “pareha-i nan, lalengü taam” ifadesi geçmektedir. Günümüz Türkçesi ile Mevlana, fakir halkın misafirlerine ikramı olan küçük ekmekler ve lalengiden oluşmuş yemeği anlatmaktadır. Lalengi, 15.yy. Osmanlı Saray Mutfağı’nın listesinde Beyza-i Yumurta Lalengede-i Hassa olarak geçmektedir. Lalanga olarak da bilinen bu yemek, Fatih Sultan Mehmed’in sofrasında yer almaktadır. Uzun patlıcanların çok ince bir şekilde dilimlenip tuzlu suya batırılması ile başlayan işlem, hamurun oldukça inceltilip hazırlanması ile devam eder. Kızgın bol yağda hamura batırılmış patlıcanlar kızartılır. Hamurun içine kuşbaşı et de konulabilir ya da sade yapılabilir. Üzerine peynir ufalanan lalengi, sıcak olarak yenilir. Tireli, patlıcan balığını yazın yemeğin sonunda genellikle karpuzla birlikte tüketmektedir.

Gıylangı ya da patlıcan balığı

Tire’nin beslenme alışkanlıklarından söz edip de Tire’nin eski meyhanelerindeki yeme alışkanlıklarından bahis açmamak olmaz. Cumhuriyet döneminde azınlıkların Tire’yi terk ettiği bir dönemde 1950’li yıllarda isim yapmış bir yemek ustasıdır Ratip Usta. Ratip Usta’nın meyhanesinde mezeler masaya müşterilere sormadan belli bir düzen içinde gelirdi. Her bir mezenin Akdeniz beslenme alışkanlıkları ve içkinin insan vücudunda ve özellikle karaciğerdeki zararını en aza indirgemeyi hedefleyen bir yaklaşımın yansıması olduğunu söylemek mümkündür. Rakının yanında gelen mezeler şunlardı:
  • Birincil öncelikle ve mutlaka salata,
  • Çökelek yağlaması,
  • Kuru börülce yağlaması, yanına 1 kaşık biber salçası,
  • Patlıcan ezme,
  • Patlıcan kızartması (kalın dilimlenmiş patlıcan ve biber, bol ve kızgın yağda kızartıldıktan sonra üzerine sarımsaklı kese yoğurdu ve taze domates sosu dökülecek ve mutlaka bir gece dolapta dinlendirilerek eskitilecek.)
Ratip Usta’nın meyhanesinde mezelerin yanında yegâne sıcak yemek, saçaklı köfteydi. Zamanında saçaklı köftede Ratip Usta’nın üstüne yoktu. Duruma göre ve gerekiyorsa ilaveye Ratip Usta’nın kendisi karar verirdi. İlave genellikle kuzu şiş ya da pirzola olurdu.

Ratip Aslansoy (Ratip Usta)

Köfteye neden saçaklı dendiğine gelince; bu sıfat, köftenin yoğrulması aşamasında köfte harcına en son eklenen iri kıyılmış soğan parçacıklarının kızarmış köftenin yüzeyinde yarattığı saçağa benzer görünümden kaynaklanmaktadır.

Köftenin öyküsü etin alımı ile başlar. Derler ki; Ratip Usta sepeti koluna takar, Salı ve Cuma günleri alışverişe kendi çıkar. Asla bir kasaba bağlı kalmaz. Saçaklı köftenin en önemli özelliklerinden birisi de içinde saklı suyudur. Izgarada köftenin pişmesinden sonra köfte ikiye bölündüğünde suyu akar; yerel tabirle faşıl faşıl eder köfte. İşte pişirme sonrası arzu edilen bu sonucun elde edilebilmesi için başlangıçta ona uygun et kompozisyonunu belirlemek çok önemlidir. Ratip Usta’nın kasaptan aldığı etin % 40’ı hayvanın kaburga bölgesinden, % 40’ı boyun bölgesinden, % 5’i böbrek yatağından ve % 15’i ise kuzu boşluğundan oluşur. Böbrek yatağı suyu tutar. Bu bileşime % 2 civarında tuz ilave edilir. Tuz da etin içindeki suyu tutar. Ratip Usta, dükkâna kadar et içindeki suyunu kaybetmesin diye tuzu kasapta kıymaya ilave ettirir.

Et, kıyma makinasının orta derecede gözenekli bölümünden 2 defa çekilir. Bundan sonra soğan rendelenip kıymanın içine soğanın suyu eklenir. Baharat olarak, kimyon ve karabiber; yine suyu tutmaya yardımcı olsun diye çok az un, kıymanın içine konur. Köftenin yapılışı sırasında harcı ne kadar çok yoğurursan ürün o kadar iyi olur. Yoğurma sonrası karışım, 1 gün dolapta bekletilir. Köfte yuvarlanacağı zaman, soğan en sonunda kıyılıp karışımın içine katılır ve yuvarlanıp şekil verilerek köfte ızgarada pişirilecek hale gelir.

Tire’de eski zaman meyhaneleri…(Saygın Kütahyalı arşivi)

Saçaklı köftenin pişirileceği ızgaranın kömürü ve pişirme süreci de özel bir ihtimam gerektirir. Kömürün kırmızı yüzünün görünmemesi, pişirme süresinin ise yaklaşık 20 dakika kadar sürmesi dikkat edilmesi gereken önemli noktalardır. Izgarada pişirilen saçaklı köfte, masaya geldiğinde köfteye bıçağı vurduğunuzda etin içindeki su ortaya çıkar; bu da içki ile birlikte uzun bir zaman dilimine yayılan demlenme prosesinde tabakta bekleyen köftenin kurumamasına ve tazeliğini yitirmemesine neden olur. 70 yaşlarında Tireli lezzet uzmanı Refik Amca’nın anlattığına göre; “saçaklı köftenin pişip pişmediği soğuduğunda anlaşılır.” Meyhane yenilen yemek uzun süreye yayıldığından köfte bu süre zarfında soğur, soğuduğu zaman da içi kırmızılaşır. Köfte kendisini soğuduğunda ele verir.

Ratip Usta’nın meyhanesinde temel terbiye şöyledir; Ratip Usta masaya ne getirirse yiyeceğiz? Ne getirirse içeceğiz? İlave bir şey istemeyeceğiz. Demlenmenin sonunda mutlaka ballı yoğurt olacak. Karaciğer dostu bal ve yoğurt içkinin yarattığı vücuttaki olumsuz etkiyi en aza indirecek.

Ratip Usta; rakı içmenin adabını bilen, insanı ağırlamaktan keyif alan, müşterisini tanıyan, çeşidi az ancak anlamlı mezelerle desteklenmiş bir meyhane kültürünün son temsilcilerinden çelebi ruhlu bir zat idi. Bütün bunların yanında içtikçe ayarı kaçıran ve giderek de çevresini rahatsız etmeye başlayan müşteriyi Ratip Usta nazikçe dışarıya davet ederdi. Ayrıca yediklerinin de ücretini almadan evine gönderirdi. Ayrıca; Ratip Usta’nın meyhanesine asla sarhoş olarak gelinemezdi. Bu da Ratip Usta’nın yazılı olmayan meyhane kurallarından birisiydi. Ratip Usta, en münasebetsiz vatandaşı dahi meyhanede hizaya sokup eğiterek meyhaneden gönderirdi. Ne yazık ki, bu güzel insan artık Tire’de yaşamamaktadır; çünkü Ratip Usta, yaklaşık 7–8 yıl kadar önce bu dünyadan göçüp gitmiştir. Şimdi bu yerel lezzet ustasının ismi Tire’nin en merkezi meydanında yer alan şiş köftecilerin arasındaki iki katlı bir binanın üstünde, revize edilmiş bir meyhanenin ön yüzündeki levhasında yaşamaktadır.

Ratip Usta’nın Meyhanesi’nden anılarda kalan bir an; en sağda ayakta Ratip Usta

Eski zaman Tire meyhanelerinin vazgeçilmez mezeleri muhtelif ot salataları ve yoğurt idi. Yoğurdun üstüne zeytinyağı gezdirilir, yoğurdun kenarlarına da siyah zeytin konurdu.

Tire meyhanelerinin bir diğer önemli unsuru yukarıda da anıldığı gibi patlıcandır. Patlıcan alkolün etkisini öldürür. Bu sonucu doğuran patlıcanın içerdiği nikotindir. Bu nedenle meyhanelerde yaygın olarak patlıcan kızartması ve patlıcan ezme sunulurdu.

Bugün artık Tire’de bir eski meyhanecinin ifadesiyle; “meyhanelerin sonu”na gelinmiş durumdadır. 1980’li yıllardan sonra, ülkede derinleşen ticari ilişkilerin sonucunda insanların çoğu birer araba edindi. Bu sayede insanlar, Tire’nin dışına çıkma olanağı buldular. Eskiden herkesin kendi yağıyla kavrulduğu dönemlerde, Tire’nin içinde hal edilen yaşamda kadın evde oturur; erkek ise Tire’nin merkezinde meyhaneye giderdi. O günkü sosyal hayata karşılık gelen davranış şekli bu idi. İnsanlar arabaları sayesinde kolayca ulaşabilecekleri, uzaklarda daha konforlu mekânların arayışına girdiler. Bu talep sonucunda, Tire’nin merkezinden uzakta, kır lokantaları açıldı. İnsanlar artan nispi refah sonucu biraz sayfiye, biraz doğa, biraz da yerel kültürün izlerini taşıyan bu mekânlara taşındılar ve talep yarattılar. Tire’nin merkezinde ise gençlerin devam ettiği izbe birahaneler meyhanelerin yerini aldı. 1980 sonrası toplumun alt üst oluşundan Tire de nasibini aldı; yerel kültürün geçmişten gelen ayak izleri bir bir sokaklardan silindi gitti. Bugün; Tire’de kır lokantaları ve birahaneler, meyhanelerin geçmişte sosyal hayatın içinde oynadıkları rolü ne ölçüde karşılıyorlar; buna en iyi her iki dönemi de yaşayan yörenin yaşlıları karar vereceklerdir.

(1)Prof. Dr. Bahattin ÖGEL; Türk Mutfağının Gelişmesi ve Türk Tarihi Gelenekleri; Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, 31 Ekim – 1 Kasım 1981, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını; sayfa 15
(2)a.g.e. sayfa 17
(3)a.g.e. sayfa 17

(*) İbrahim Fidanoğlu – Hasan Doğan’ın İzmir Tarih ve Toplum Dergisi’nin Ekim 2009 sayısında yayımlanan yazısından alınmıştır.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu – Hasan Doğan
Düzenleyen: M.YC






8 Haziran 2012 Cuma

BAYINDIR’IN YALNIZ VE HÜZÜNLÜ KÖYÜ ÇIPLAK – BİR ÇOCUKLUK HATIRASI


8 Haziran 2012
İbrahim Fidanoğlu

Bugün bir çocukluk dünyasında kalmış anıların peşinden gittik, Bayındır’a doğru. Orada şimdi Eski Çıplak diye terk edilmiş; dere yataklarında yalnız bülbüllerin ve uzaktan gelen guguk kuşlarının sesleri arasında kendi kaderini ve yalnızlığını yaşayan bir köy var. 1980’li yıllarda köylünün isteği doğrultusunda aşağıdaki ovaya; şimdiki Yeşilova adıyla anılan yeni köye taşınan köylüler, bütün yaşanmışlıkları ve hatıralarını yüzyıllarca kutsallık atfettikleri Dededağ’ın eteklerindeki o eski yerde bıraktılar ve ovada yeni bir yaşam kurdular. Bıraktıkları kerpiç ve taştan yapılmış, hatıraları süsleyen eski yaşam mekânlarının çoğu giderek zamanın ve doğanın aşındırmasına direnemeyerek yıkılıp gittiler. Hala nelerin kaldığını görmek ve o çocukluk hatıralarını yâd etmek üzere, bugün üç arkadaş Kemalpaşa – Armutlu – Çınardibi (Kavakalanı)- Osmanlar – Balcılar - Yakapınar (Uladı) rotası ile Eski Çıplak köyü civarında ovada ve küçük tepelerin üzerinde dolaştık; geçmişin izlerini aradık durduk.


Yürüyüş rotası 8600m
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Gezimizin ana fikri kendisi de bu köyden olan değerli dostumuz, Foça’dan bizlere katılan Coşkun Dilme ağabeyimizden geldi. Ne zamandır aramızda konuşup da bir türlü fırsat bulup yapamadığımız bir rotaydı. Bu köyde doğup, bu köyde ilkokulu okuyan, önündeki sekiden aşağıdaki ovaya bakan bahçesinde; envai çeşit meyve ve sebzenin yetiştirildiği taştan bir evde yaşayıp buraların havasını soluyan değerli ağabeyimizle o günlere gitmek ve çevredeki keşfedilecek güzellikleri görebilmek amacıyla sabah saat 7.30 civarı Karşıyaka’da buluşarak Bornova’ya hareket ettik. Bornova’dan son yolcumuzu da aldıktan sonra rotamızı Kemalpaşa yönüne çevirdik.

İzmir – Ankara asfaltından Armutlu sapağı yoluyla ayrılarak Armutlu Kasabası’nın kalbine, merkezdeki Belediye Parkı’na ulaştık. Parkın tam ortasında yer alan; Atatürk büstünün oturduğu ve üstünde 1932 tarihini taşıyan mermer kaidenin işçiliği ve estetiği dikkat çekiciydi. Alanda yer alan kahvehanelerden birinde; çayların ve Karşıyaka’dan aldığımız gevreklerin eşliğinde yaptığımız mükellef bir kahvaltı ile güne merhaba dedik. 


Armutlu parkı

Kahvaltı sonrasında Armutlu’dan Kızılcaova’ya kadar uzanan ve kanyon diyebileceğimiz derecede oldukça derin bir vadinin yamacından seyreden asfaltı takip ederek vadiye girdik. Bu yıl geçen haftaya kadar neredeyse durmaksızın yağan bereketli yağmurlarla coşan tabiatın yeşilliği içinden süzülerek, kısa bir süre sonra Pomak köyü Bayramlı’ya ulaştık. Köyün bulunduğu rakım ve Armutlu’dan içerilere doğru uzanan boğaz üstündeki konumu nedeniyle, kahve içmek için mola verdiğimiz köyün kahvehanesi oldukça serindi. Hani üşüdük desek yalan olmaz. Kısa bir dinlenme sonrası Çınardibi – Osmanlar rotası ile Yakapınar vadisine ulaştık. Yol boyunca içinden geçtiğimiz Kemalpaşa’nın dağ köylerinde kirazcılar, henüz tezgâhlarını açmamışlardı. Hareketlilik vardı; ancak sorduğumuzda kamyonların erik sarmaya geldiklerini öğrendik. Kiraz da eli kulağındaydı; ovada ise kiraz alımları neredeyse bitmek üzereydi. Ovada bundan sonraki parti şeftali olacaktı.

Çınardibi köyünden yaklaşık 700 metre yükseklikten başlayan ve Yakapınar’da 90 metrelere kadar inen derin bir vadinin dibine doğru sürekli indik. Bayramlı’da bıraktığımız o serin havayı giderek aratacak sıcak hava yüzümüze çarpmaya başladı. Yazın ilk yüzü ile Bayındır’a doğru Yakapınar’da karşılaştık. Sararmış otlar, biteviye öten cırcır böcekleri, sıcağa direnen sapsarı sığır kuyrukları ve mor çiçekleriyle kengerler giderek bastıran sıcağın içinde ilk dikkatimizi çekenlerdi.

 Pek dikkatimizi çekmez ama güzeldir: Sığır kuyruğu çiçeği

Vadiden ovaya doğru aşağıya inerken, Uladı deresinin içine kurulmuş son derece temiz ve düzenli bir alabalık kır lokantası ile karşılaştık. İşletmecisi Emin Bey ile kısa bir sohbet yaptık, tesisi dolaştık. Derenin iki yakasında çınar ağaçlarının gölgesi altına yerleştirilmiş çok sayıda masa ve kerevet yer alıyordu. Yazın bile şırıl şırıl akan derenin sesi eşliğinde, çınarların koyu gölgesi altında; burada bir dinlenme molası vermek herhalde güzel olsa diye düşündük ve yolumuza devam ettik. Dere Canlı Alabalık tesislerini geçince hemen solumuzda yükselen tepenin zirvesinde bir gözetleme kalesinin kalıntılarına takıldı gözlerimiz. Coşkun Bey’e göre bu kale, Selçuk – Belevi yolu üstünde yer alan Keçi Kalesi ile haberleşebilen bir konumdaydı. Ancak kaleden geriye çok fazla bir şey kalmamıştı. Aşağıda bulunduğumuz noktadan; kalenin kendi üstüne yıkılarak giderek bir moloz yığını görüntüsünü almış son halini fark edebildik. Yakapınar’a doğru yolumuza devam ettik.

Muhtemel gözetleme kalesi

Bayındır’ın Alevi köylerinden olan Yakapınar’ın eski ismi Uladı imiş. Daha sonra değiştirilip Yakapınar adı verilmiş. Neyse ki, hemen köyün ilerisinde ovaya doğru akan Uladı Deresi eski ismini hala korumaya devam ediyor. Yakapınar Köyü vadinin sonunda yer alan son derece bakımlı mezarlığı ile dikkat çekiyor. Mezarlık, aile mezarlıkları şeklinde odalar halinde düzenlenmiş. Haftanın belli günlerinde köyün insanlarının; yakınlarının mezarlarını ziyaret ederek, mezarların ve çevrenin temizlik ve bakımını yaptıkları, mezarlıkta yer alan çiçekleri ve diğer bitkileri sulayıp otlarını temizledikleri ve hatta burayı bir anlamda ölmüş yakınlarıyla birlikte zamanı paylaştıkları bir yaşam alanı haline getirdikleri anlaşılıyor. Bu insanların ölmüş yakınlarına karşı duydukları özlemi ve saygıyı bu şekilde pratiğe yansıtmış olmalarına gıpta ederek, ülkemizdeki diğer tüm bakımsız mezarlıkların da buna benzer bir hale gelmesini diledik ve kabirlerin yanından ayrıldık.

Uladı mezarlığından...

Yakapınar mezarlığının biraz ötesinde, Uladı dere yatağına bitişik konumda yer alan büyükbaş hayvan çiflikleri ve zeytinyağı – pirina fabrikalarına yakın bir yerde arabayı bıraktık ve yürüyüşe başladık. Vadinin yukarılarında çağıldayarak akan Uladı Deresi, Yakapınar yakınlarında bir anda gözden kayboldu ve biz çakıllarla kaplı bir dere yatağı ile baş başa kaldık. Belli ki dip suyundan beslenen zakkumlar bütün dere yatağını sarmıştı. 

Zakkumlar ve gezginler


Biraz ilerde ise sığır kuyruklarının sarı çiçekleri zakkumların pembesine arkadaşlık ediyorlardı. Bir süre dere yatağından yukarıya doğru yürüdük. Biraz ilerde Coşkun Bey’in küçücük bir çocukken ninesiyle birlikte tarlaya giderken üstünden geçtikleri Uladı köprüsünden bugüne kalan üç kemerli yıkıntısı ile karşılaştık. Köprünün kemerleri altındaki gölgeye sığınmış iki köpek bizden ürküp hızla uzaklaştılar. 

Uladı köprüsü kalıntısı

Köprünün yanından eski bir hamam yıkıklığının bulunduğu Eski Çıplak köyü yönündeki sırta doğru tırmandık. Dere yataklarını, patikaları ve yaşlı zeytin ağaçlarının diplerini çevreleyen eski zamanlara ait sekileri geçerek makilerin yoğun olduğu bir vadiye ulaştık. Coşkun Bey’in anlatımına göre bu alanda köylülerin Hamam Yıkıklığı dedikleri sıcak su kaynayan ve eski bir hamamın kalıntılarının bulunduğu bir bölge varmış. Yaklaşık zamanımızdan 50 yıl kadar önce köylüler bu sudan faydalanmak üzere hamamın bulunduğu yere gelip yıkanırlarmış. Ama bugün için çalılıklar içinde kaybolmuş birkaç duvar parçası dışında hiçbir ize rastlayamadık. Böğürtlenler etrafı öyle bir sarmışlardı ki; altlarında neyin olduğunu anlamak neredeyse imkânsızdı.

Hamam Yıkıklığı mevkiinden zeytinlikler arasında uzanıp giden toprak yolu takip ederek ayrıldık. Eski yıllarda Tire Müzesi tarafından küçük sondajlar şeklinde kazı yapılan ve yörede Nazardağ olarak bilinen, Canlı yönünde ovaya bir gemi pruvası gibi uzanan alçak tepeye doğru yürüdük. Biraz sonra Deli Hasan Pınarı’nın altından geçtik ve bizi Nazardağ’a ulaştıracak iki tepeyi birebirine bağlayan sırttan bir süre yürüdük. Nazardağ’ın zirvesine ulaştığımızda kazılardan kalan birkaç çukur ile karşılaştık. Başka da bir şey yoktu. Tepeden Bayındır yönüne baktığımızda aşağıdaki vadinin yukarısına doğru Eski Çıplak Köyü uzanıyordu. Nazardağ’dan; köyün yalnız ve hüzünlü halini fotoğraflayıp tepeden Eski Çıplak Köyü yönüne doğru inmeye başladık.

Eski Çıplak köyü

Köye yaşlı bir çitlembik ağacının altından geçerek girdik. Gölgesiyle yolu kaplayan bu mübarek ağacı selamlayıp geçtik. Kulaklarımızda dondurmacı Kara Veli’nin bir zamanlar çocukları çağıran sesi yankılandı sokaklarında yürürken. Ama kimse yoktu bizden başka terk edilmiş köyün sokaklarında. Köyün camisine doğru yürüdük. Cami de aynı sessizliğe bürünmüştü. Ancak; yıkanıp kurumaya bırakılmış caminin halılarından zaman zaman da olsa ibadete açık olduğu anlaşılıyordu. Caminin yan duvarının dışında dere yatağına doğru inen merdivenin başında çarkıfelek kabartmalı bir büyük mermer kesme taş, ayrıca devşirme malzemeden yapılmış caminin yekpare dev mermer basamakları dikkat çekiciydi. Caminin karşısında terk edilmiş köy kahvehanesinin yıkık dökük haline bakarak, hemen önündeki gölgelikte öğle yemeğimizi yedik. Sıcağın etkisi iyice artmıştı. Bir süre caminin çeşmesinin başında dinlendik ve kendimize geldik.

 Çarkıfelek deseni işlenmiş mermer taş 

Dinlenme esnasında Coşkun Bey, çocukluğunda köye gelen eski seyyar sinemacılardan söz etti. Köyün meydanına kurulan portatif perdelerde iki film birden oynatan köy sinemacıları dört beş gece köyde kalırlarmış. Bu geceler köyde bir panayır havasında karşılanırmış. Sinema, köy çocukları için anlatılmaz bir serüvene yolculuk anlamı taşırmış. Bal tadındaki çocukluk sinemaları bizi o günlere, çocukluk hatıralarımıza doğru alıp götürüverdi. Aşağıdan camiye doğru yaklaşan motosikletin sesi bizi bu rüyadan uyandırdı. Artık gitme zamanıydı.

Yemek molası sonrası köyün yukarısına doğru yürüdük. Hemen yolun sağ köşesinde köyün çamaşırhanelerinden biri vardı. Tarihi çeşmenin kitabesi yalağın içine düşmüştü. Köyde bu çamaşırhaneler için avlaka isminin kullanıldığını Coşkun Bey’den öğrendik. Avlaka ve çeşmesinin hazin hali hepimizi etkiledi. Köyde halen bazı evlerde yaşam belirtisi vardı. Sokaklarda yürürken bazen evlerin bahçelerinden gelen insan sesleri, bazen yukarı doğru caminin önünden geçip giden bir motosiklet sesi, yada karşımıza çıkan dinlenmedeki bir atın bizi gördüğündeki şaşkın bakışları bu yaşamın izleriydi sadece.

 Avlaka Çeşmesi

Çıplak Köyü’nün eski evleri çoğunlukla yıkılmış ve metruk durumdaydı. Ancak köyde yeni yapılmış bir kaç betonarme ev mevcuttu. Bunlar da köye dışarıdan gelen ve çoğunlukla da göçmenler olarak adlandırılan bir kesime mensuptu. Avlakanın yanından yukarıya dev çitlembik ağacının bulunduğu kavşağa doğru yürüdük. Çitlembik epey hırpalanmış, büyük ihtimalle toprak yolun düzenlenmesi esnasında köklerinin büyük bir bölümü dışarı çıkmıştı. Ama o hala bütün ihtişamı ile insanın ve zamanın büyük tahribatına karşı direniyordu. Altındaki gölgede biraz soluklandık, yaşamı savunmak adına çitlembiğin bu kutsal direnişini selamladık. 

Çitlembik kökü

Köyün dışına doğru giden yolu takip ederek, Dededağ yönüne doğru yürüyüşe geçtik. Rivayet odur ki; Çıplak Köyü’nün soğuk kış gecelerinde bu dağın tepesinde bir ateş yanar ve bir eren baba bu tepeden köyün üstüne doğru ziyaretler gerçekleştirirmiş. Bu dedenin yüzü suyu hürmetine dağın adı da günümüze dek Dededağ olarak anıla gelmiş. Dağın zirvesine yakın bir konumda da dedenin köylüler tarafından kabul gören ve ziyaret edilen bir makam mezarı da bulunmaktaymış.

Dededağ rampasına tırmanmaya başlamadan önce, köyün sonuna doğru sokaklar arasında yürürken, ikinci bir avlaka ve yeni onarılmış çeşmesi ile karşılaştık. Köyde gördüğümüz her iki avlaka da küçük birer dere yatağının üstüne kurulmuştu. Şimdi kurumuş olan dere yatağının üstü mika şist kayalardan elde edilmiş kayrak taşlarla örtülmüştü. Büyük ihtimalle dağdan gelen derenin temiz suyu ile hem çamaşırhane hem de çeşme besleniyordu.

Avlaka (Çamaşırhane) ve çeşmesi

Küçük dere yatağını atlayarak Dededağ’a tırmandık. Oldukça dik bir topoğrafyada yürüyüşümüzü zigzaglar çizerek sürdürdük. Sırta vardığımızda dağın öte yüzünde Elifli Köyü’nü gördük. Dededağ’ın zirvesinde yükseklik 232 metre idi. Dolaştığımız diğer tepelerde olduğu gibi burası da zeytin ağaçları ile kaplıydı. Tepeden aşağıya doğru baktığımızda, bütün Küçük Menderes Ovası ayaklarımızın altındaydı. Biraz ilerde Canlı Kasabası ve Yakapınar Çayırı uzanıyordu. Dağın zirvesinde defineciler tarafından açılmış üç büyük çukur tespit ettik. Çevrede büyük bir toprak küpün kazılar sırasında zarar verilerek kırılmış iri parçalarını bulduk. Bunları bir araya getirip fotoğrafladık. Büyük bir su yada zeytinyağı kabı olmalıydı. Tepeye tırmanırken de çevreye saçılmış kiremit ve çömlek parçaları dikkatimizi çekmişti. Sıcağın etkisi ile bir zeytin ağacının gölgesine sığınarak bir süre ovayı seyrettik ve dinlendik.

Muhtemel zeytinyağı küpü parçaları

Dinlenme sonrası Batı yönünde dağdan aşağı inerek Eski Çıplak Köyü’nü Bayındır – İzmir karayoluna bağlayan köy asfaltına vasıl olduk. Köye doğru biraz ilerledikten sonra, Batı yönünde tekrar zeytinlikler arasına daldık. Bu kez hedefimiz, Eski Çıplak Köyü’nün ovada yer alan tarihi mezarlığı idi. Şimdi körelmiş eski kervan yolunun yakınından geçen bir dere yatağını takip ederek, zeytinlikler arasındaki mezarlığa ulaştık. Mezarlık çok geniş bir alana yayılmıştı. Okuyabildiğimiz taşlardan birinde Hicri 1187 (Miladi 1773) tarihini tespit ettik. Bu da bize yaklaşık olarak 18 yy.da bu köyde yerleşik bir hayatın olduğunu göstermekteydi.

Eski mezar taşlarından

Uzun süre 32 derece sıcağın altında mezarlıkta dolaştık. Belli ki, buraya çok yakın bir antik yerleşime ait olması kuvvetle muhtemel antik malzemenin, bu mezarlıkta mezar taşı olarak kullanıldığını gördük. Bunların içinde üzerinde istiridye kabuğu ve yumurta desenlerinin işlendiği gri mermer alınlık parçası gördüklerimiz arasında en dikkate değer bir mimari parçayı oluşturuyordu. Ayrıca farklı çapta ve geometride (dairesel ve eliptik kesitli) muhtelif sütun parçaları da mezarlık alanına saçılmış vaziyette bulunmaktaydı. 

Tarihi Çıplak mezarlığında istiridye kabuğu ve yumurta desenleri işlenmiş mermer alınlık parçası

Gördüğümüz manzara, mezarlığın derbeder hali ve sahipsizliği; bu değerli mimari parçaların daha fazla zarar görmemesi açısından, Kültür Bakanlığı’nın yerel temsilcileri olan en yakındaki müze yetkililerinin ve diğer kamu görevlilerinin konuya acilen müdahil olmalarını gerektiriyordu. Gezi boyunca kırsalda dolaştığımız tüm alanlarda bu hazin manzaraya sürekli tanıklık ettik ve bir an önce bir nebze de olsa düzeltilmesi yönünde temennide bulunduk.

Bu toprağın geçmişinde saklı şifreleri bağrında taşıyan tarihi Eski Çıplak Köyü Mezarlığı’ndan hüzünle ayrıldık ve Yakapınar yönüne doğru, Uladı dere yatağına yürüdük. Bu gezinin tamamlandığı anlamına geliyordu. Arabaya ulaştığımızda sıcak bizi bitirmişti. Arabada bıraktığımız ateş gibi sularla elimizi yüzümüz yıkayıp yola çıktık. Kızgın güneş hala tepemizde bize göz kırpmaktaydı.

Yol yapım çalışmaları devam eden Bayındır – İzmir yolu toz toprak içindeydi. Yine geldiğimiz gibi Kemalpaşa yönüne döndük. Tozdan kurtulmak için, bu kez Çiftçi Gediği’nden Kızılcaova’ya doğru saptık. Kızılcaova’nın sağlı sollu dut ağaçları ile donatılmış ana girişindeki yolu kat ederek köyün bir konfor mekânı olarak düzenlenmiş havuzlu kahvesine uğradık. Kahvede dut ağaçlarının altındaki masalardan birine oturup, havuza dökülen dağdan gelen suyun serinliğinde; yerel İzmir gazozlarımızı ve arkasından çaylarımızı içerek hararetimizi gidermeye çalıştık. Kısa bir dinlenme anı sonrasında yeniden yola çıktık ve Kızılcaova – Dağtekke – Helvacı - Ormanköy – Karakızlar – Karaot köylerinin bulunduğu rotayı takip ederek Dağkızılca kavşağında Torbalı – Kemalpaşa asfaltına vasıl olduk. Karabel’i geçtikten sonra Kemalpaşa üzerinden İzmir – Ankara karayolu üzerinden İzmir’e doğru yöneldik.

Geride bıraktığımız; hatıralar ve yaşanmışlıklar üstüne kurguladığımız bir gündü sadece. Sıcağın tüm yıldırıcılığına rağmen, dönemin son yürüyüşü yine de doğayla ve tarihle birlikte geçirdiğimiz bir gün olarak yaşamdaki kazanç hanesine yazıldı en azından… Hoşçakal Çıplak Köyü; hoşçakalın hatıralar; atalarımızdan yadigâr…

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC