14 Şubat 2013 Perşembe

GAMERSOS ETEKLERİNDE, YÖRÜKLER MEVKİİ'NDEN MANASTIR'A DOĞRU


13 Şubat 2013
Mehmet Yavuzcezzar

Bu gün de; son zamanlarda adet olduğu üzere,  biraz da Tireli dostumuz Hasan Hoca’ya yakın olsun diye Tire civarında dolaşmaya, özellikle Aydın Dağları’nı tavaf etmeye devam ettik. Bu vesile ile yönümüzü Gamersos’un meşhur kalesinin eteklerine, Dibekçiler Yaylası'ndan göçerek buralara gelen Yörüklerin dağa yayılmış meskenlerinin bulunduğu Yörükler Mevkii'ne çevirdik.

Yürüyüş rotamız 16.5 km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Yol boyunca geçtiğimiz tarım alanları, bu yıl yağan yağmurlardan nasibini çokça almış. Torbalı’dan sonra Belevi’ye doğru uzanan Cellat Gölü ile Belevi Gölü de neredeyse dolmuş durumdaydı.


Belevi Gölü

Saat 9 gibi Tire’de Hasan Hoca ve arkadaşı emekli öğretmen Ethem Bey ile kahvehanede buluştuk. Bugün Ethem Bey’in katılımıyla 4 kişi yürüyecektik.

Hasan Hoca bize yine sürpriz yapıp bu kez bir tencere dolusu “dalgan böreği” getirmiş. Dalgan böreği (fırın çöreği); dalgan(ısırgan)ların haykırdığı baharın habercisi bu aylarda; kadınların köyde fırın etrafında toplanıp haftalık ekmeklerini pişirirlerken, işleri bitmeye yakın yorulup acıkınca, artan hamurlarına, civardan topladıkları dalganları katarak, zeytinyağı ve acı biber ilavesiyle fırında bir güzel pişirip afiyetle yedikleri yerel bir börek.

Bu gün biz de bu lezzeti tattık. Tatmakla kalmayıp hep beraber zeytin, bal ve çay eşliğinde bir tencere böreği mideye indirdik.

Kahvaltımızı bitirdikten sonra Selçuk yönüne doğru, bir zamanlar Efes-Sardes geçişini sağlayan eski Kral Yolu’nu takip ederek Çayırlı Köyü yakınındaki Çavuş Çeşmesi’ne vardık. Aracımızı çeşmenin yanına bırakarak saat 10 gibi Yörükler Mevkii’ne doğru yürüyüşe geçtik. Geçtik geçmesine de; 5-10 dakika sonra Ethem Bey “tıkandı”, tabir yerindeyse “su kaynattı”. Ethem Bey, çeşme yanındaki kıl çadırdan yapılma çay evine geri döndü,  biz 3 kişi kıvrıla kıvrıla yükselen yolu takip edip, Akçaşehir Köyü'nü sağımızda bırakarak yolumuza devam ettik.

Yörükler Mevkii yolundan Akçaşehir

Yol boyunca yanımızdan akan dere; bir sağımızda bir solumuzda bitiveriyor, bazen de karşımızda küçük şelale şekline bürünüyordu.


Küçük şelale

Doğa uyanmaya başlamış, şeytan payamları (bademin atası) ve sandal ağaçları çiçeğe durmuş, zilcanlar coşmuş, körpe kuzu kulakları (ekşi kulak) ve çeşitli otlar yeşermişti. Tam da kuzu kulaklarını gördüğümüzde, dostumuz Hasan Hoca hemen yerel bir yemek tarifi verdi bize, şöyle ki: Taze kuzu kulakları ve yeşil soğan ince ince kıyılır, bir miktar bulgur ile birlikte karıştırılarak suyun içerisine atılır, üzerine biraz zeytin yağı, yeterince tuz ve acı biber eklenerek bir çorba elde edilir ve adına da “iç karması” denir.


Kuzu kulağı                                                        Anemon

Karışık iç karması” da denilen bu yemek ile ilgili bir başka tarif de şöyledir: Bir bağ kuzu kulağı, 5-6 yaprak marul, taze soğan ve maydanoz ince ince kıyılır, önceden haşlanan yarım kilo kadar bulgura zeytin yağı, salça ve biber eklenerek karıştırılıp afiyetle yenir.


Bizi gözetleyen atlar

Bizi gözetleyen bir çift atın bakışları arasında yürümeye devam ettik. Yürüdükçe yükseliyor, yükseldikçe de ayaklarımızın altında uzanıp giden aşağıdaki Kazovası'nda Karagöl'ün yağan yağmurlarla yeniden geri dönüşüne tanıklık ediyorduk.

Aşağıda Karagöl

Bir yanımızda, Batı yönünde Gallesion (Alaman) Dağı ve Keçi Kalesi, diğer yanda Doğu yönünde Pers Satrabı Gamersos’un kalesinin izlerinin yer aldığı “Fesat Tepesi”  ile Kartaltepe, aşağıda Küçük Menderes Ovası (Kazovası) ve ileride Bozdağ’ın zirvesi... Bu coğrafyada keyifli bir yürüyüş yaparak Dibekçi yörüklerinin mesken tuttukları Yörükler Mevkii’ne vardık.


Yörükler Mevkii'ne çıkarken karşıda Bozdağ

Civarda makiliklerin arasına gizlenmiş tonozlu mezar yapılarına rastladık. Çalılıklar arasında dolandığımız sırada yerde sabit kayaya oyulmuş ve kapağı yana açılmış İ.Ö. 5-4.yy.a tarihlenebilecek bir lahit mezar daha gördük. Bütün bu buluntular bize Gamersos’un eteğindeki bu yerin bir yerleşimin nekropolü izlenimini veriyordu.


Helenistik Dönem lahitleri

Dönüşe geçip Manastır Mevkii’ne yürümeden önce, daha önceki yıllarda tanıştığımız ve hasta olduğunu öğrendiğimiz Dibekçi yörüklerinden Hüseyin Ali’yi muhteşem coğrafyaya hakim tepedeki evinde ziyaret ettik.

Gezginler ve kayaya oyulmuş Helenistik Lahit

Geldiğimiz yoldan geri 1 saat kadar yürüyüp,  çeşme başından sağa orman yoluna saparak 2 km kadar oldukça dik bir yokuşta hayli zorlanarak Manastır Mevkii’ne ulaştık; ama az daha aşağıda sabırla bizi bekleyen Ethem Bey gibi su kaynatacaktık.


Manastır Mevkii'ne çıkarken

Asırlık çınarlarla çevrili Manastır Mevkii'nde, birçok eski yerleşim yerinde olduğu gibi; muhtemelen defineciler tarafından eşilmiş, kazılmış topraklar, bazı yapı kalıntıları, makiler arasında da eşilmiş alanlara rastladık.


Manastır Mevkii                                                      Kazılmış alan

Yemek molasını şırıl şırıl akan derenin kenarındaki çeşme başında; sucuklama yaparak geçirdik. Yemek ve dinlenme sonunda, bu yörenin baharda ne kadar güzel olacağının hayalini kurarak dönüşe geçtik.



Manastır Mevkii

Yürüyüşümüze başladığımız Çavuş çeşmesindeki çadır kafeye vardığımızda,  bizi bekleyen Ethem Bey’in  midesinde çay ağacı çıkmak üzereydi.
Dostlarımızı Tire’ye bırakıp evin yolunu tuttuğumuzda saat 5 civarıydı. Yol üstünde Belevi Gölü kenarındaki çay bahçesinde çaylarımızı yudumladıktan sonra, gün batmak üzereyken İzmir’e doğru yola koyulduk.

Yazan/Düzenleyen: M.YC
Edit: İ.F.









13 Şubat 2013 Çarşamba

TİRE BÜYÜKKALE KÖYÜ – KARTALTEPE YÜRÜYÜŞÜ

5 Şubat 2013
İbrahim Fidanoğlu

Eskilerin deyişiyle; Zemheri’nin çıkıp Hamsin’in girdiği günlerdeyiz bu aralar. Yani karakış sonrası kışın kalanını yaşayacağız önümüzdeki haftalarda. Tam bu günlerde bahar başını gösterdi ansızın aralıktan. Günün en yüksek sıcaklığı bugün 20 dereceye kadar yükseldi. Kısa kollarla yürüdük dağlarda. Güneş, gün boyu sürekli tepemizde göz kırptı durdu bize hınzırca. Ama elbette güven olmazdı bu Hamsin’in havalarına; bahar gireceğim derken kapıdan; kış hadi oradan deyip yapacak yine kışlığını, daha bir vakte kadar…

Cellat Gölü
Cellat Gölü; gölün ortasında höyük, en arkada ise Nif Dağı

Böyle bir atmosferde; sabahleyin İzmir’den Tire yönüne doğru hareket ettik. İzmir – Aydın otoyolunda Torbalı yakınlarından geçerken 19.yy.ın İzmir yakınlarındaki en önemli sulak alanlarından Cellât Gölü’nün durmaksızın yağan son yağışlarla ulaşmış olduğu cesamete tanıklık ettik. Gerçekten bu kış Ocak ve Şubat aylarındaki yoğun yağışlarla geçmişte bıraktığımız eski göllerin çoğu, birkaç yıldır olduğu gibi yine geri döndüler. Sel baskınına uğramış tarlaların yanından geçerken, kurita (sığ yerlerde kullanılan, altı düz kayıklar) teknelerle gölün içinde kürek çeken köylüleri gördük. Suyun içinde kalmış ağaçların durumuna bakıldığında, suyun derinliğinin bazı yerlerde 2 metreye ulaşmış olabileceğini tahmin ettik.

 Büyükkale
 Büyükkale

Belevi kavşağından, otoyolu arkamızda bırakarak Tire yoluna saptık. Güzergâhımız üzerindeki Belevi Gölü de aynı durumdaydı. 10 yılı geçkin bir zamandır geri dönmüş olan bu göl, artık tamamen koruma altında bir sulak alana dönüşmüştü. Gölden sazan ve tatlı su kefali çıkıyordu. Göl kıyısındaki Belevili kır kahvesinin işletmecisi, tuttuğu balıkları, gelene geçen tanesi 10 TL.dan satıyordu. Biz bugünkü konumuz olan ve Efes – Sardes geçişini sağlayan Kral Yolu üzerindeki Büyükkale Köyü’ne doğru devam ettik.

 Büyükkale köyünde bir evin duvarındaki mermer dibek 

Köyün kahvehanelerinin bulunduğu merkezine ulaştığımızda, Tireli dostumuz Hasan Hoca karşıladı bizi. Kahvaltı için yukarıdaki kahvehaneye girdik. Hasan Hoca, bugün de bize yine bir sürpriz yapmıştı. Değerli eşi Datçalı Sevcan Abla’nın sabah bizler için erkenden hazırladığı; Datça’da davetlerde geleneksel olarak yapılan “Küllürçe” adını verdikleri çöreklerden bir tencere dolusu getirmişti. Bu inanılmaz güzellikte bir sürprizdi hepimiz için. Sıcacıktı daha hepsi. Hep beraber çayların, Tire çamur peyniri ve Datça balının eşliğinde büyük bir iştahla çörekleri hallettik.

 Büyükkale

Hasan Hoca’nın anlatımına göre; Küllürçe, sütle birlikte hazırlanan mayalı hamurdan yapılıyor. “Küllürçe”nin en önemli ayırıcı özelliği hamurun içine süt katılması ve sütle birlikte yoğrulması. Kareye yakın formatta hazırlanan “küllürçe”lerin üstüne susam ve çörek otu konuluyor. Birçok yerde pişi yada çörek olarak da adlandırılan ve hayır yada şölen yiyeceği olarak bilinen hamur işine benzeyen “küllürçe”ler, kızdırılmış zeytinyağında kızartılarak pişiriliyor ve en sonunda yağ çekmesin diye kağıt peçetelerin üzerinde afiyetle yenilmek üzere sofraya servis ediliyor.

Güneyden Büyükkale
 Güneyden Büyükkale

Büyükkale Köyü, İlkçağ’ın Kral Yolu üzerinde bir ana kayanın üzerine konumlanmış ve köye ismini de veren Hellenistik dönemden kalma kalesi ile dikkat çekiyor. İsodomik duvar örgüsü ile öne çıkan sur duvarı parçalarının hala varlığını sürdürdüğü kale, M.Ö. 5-4.yy.larda İlkçağ’ın iki önemli kenti Efes ve Sardes arasındaki bu stratejik geçişi kontrol etmeye yönelik gözetleme ve savunma kalelerinden biriydi aslında. Küçük Menderes havzasında 25 civarında bu tür gözetleme kulesinin varlığı bilinen bir gerçektir. Bugün Ödemiş’e doğru Balabanlı Köyü’nün hemen üstünde yer alan Balabanlı Kalesi, Fata (Gökçen), Peşrefli, Hisarlık kaleleri, Fesattepe üstündeki Gamersos’un gözetleme kalesi, Küçükkale, bugün sadece sarnıcı ile seçilebilen Keçi Kalesi’nin altındaki Helenistik kale ve Tulum Köyü’nün üstündeki Tulum Kalesi’ne dek bu havzadaki bütün kaleler, birbirlerini görür konumda inşa edilmişler. Bu şekilde; herhangi bir tehlike anında birbirleriyle haberleşebilmek olanağını da elde etmişler. Daha sonraki tarihsel dönemlerde de benzer işlevi sürdüren bu gözetleme kuleleri, Bizans’ta yaklaşan Türkmen akınlarını haber almak ve onlara karşı savunma imkânlarını geliştirebilmek amacıyla kullanılmış. Bugün tepelerinde rüzgârla birlikte salınan ay yıldızlı al bayrağımızla varlığını hissettiren bu ıssız mekânların halinin pek de parlak olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Ama bu durum, genellikle Türkiye’deki bütün tarihsel mekânlar için kaçınılmaz bir ortak kaderi temsil etmektedir. Bu da ne yazık ki; insanımızın kendi tarihine ve içinde yaşadığı doğaya karşı verdiği değerin bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

 Yürüyüş güzergâhı 20  km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

12 Şubat 2013 Salı

PATRAS’DAN PARGA’YA



12-19 Eylül 2012
İbrahim Fidanoğlu

Patras’a doğru

Korint kanalı kıyısında yediğimiz öğle yemeği sonrası Patras’a doğru hareket ettik. Zaman zaman Korint Körfezi’nin güney kıyısı boyunca sıralanmış turistik kıyı kasabalarından geçtik. Yolda Kalavrita kasabasının sapak levhasına rastladık. Güneye, Peloponnes yarımadasının içlerine doğru inen yol, dağlar arasında yer alan bu kasabaya uzanıyordu. Kalavrita, Yunanistan’ın bağımsızlık savaşının başlangıcı kabul edilen 21 Mart 1821’de bu süreci tetikleyen olaylardan birisi olan Aya Lavra Manastırı’na Yunan bayrağının çekildiği gün ile ün salmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise Nazilerin gerçekleştirdiği büyük bir katliam ve bu manastırın yakılışı, bu kasabanın hafızasındaki en dramatik olaylardan biri olarak biliniyordu.

Patras Kalesi’den Patras’a bakarken
Patras Kalesi’den Patras’a bakarken

Panachaiko Dağı’nın eteklerinde kurulu Yunanistan’ın üçüncü büyük kenti Patras’a akşamüstü girdik. Yunanistan’ın Batı’ya açılan kapısı olarak da adlandırılan Patras, kendi adıyla anılan Ortaçağ’dan kalma kalenin eteklerinden limana doğru uzanan ızgara planlı; birbirine dik ve paralel caddelerden oluşan bir yeni şehir görünümünde. Aziz Nikola ve bağımsızlık savaşının liderlerinden Kolokotroni caddeleri limana dik olarak uzanıyor. Bu caddeleri dik olarak kesen ve limana paralel uzanan Mezonos Caddesi üzerinde ise, büyük bir Katolik Kilisesi bulunuyor. Bu caddeler ve onların kavuştuğu Liman’daki caddenin üstünde capcanlı bir hayat göze çarpıyor. Şehrin önemli buluşma mekânları da bu caddeler üzerinde yer alıyor.

Patras Kalesi’nin girişindeyiz
Patras Kalesi’nin girişindeyiz

Kolokotroni Caddesi’nin sonunda Ortaçağdan kalma Patras Kalesi’ne çıkan merdivenlere ulaşılır. Merdivenleri kullanmak istemeyenler, kaleye yönelen sokakları tırmanarak hedefe arabayla da ulaşabilirler. Depremde yıkılan kale, M.S. 6.yy.da Bizans İmparatoru Justinyanus tarafından yeniden yapılmış. Kale surlarının dibinden kentin limana doğru uzanan mahallelerine ve Patras Körfezi’ne doğru bakmak, hele gün batımı da varsa oldukça keyiflidir.

Patras; Kalenin iç surları
Patras; Kalenin iç surları

Limandan kaleye doğru çıkarken, kentin yukarı bölümünde M.S. 2.yy.dan kalma kırmızı tuğlalarıyla hemen dikkat çeken Roma dönemi Odeon yapısı yer alır. Restorasyon sonrası açık hava tiyatrosu şeklinde düzenlenen yapıda kentin önemli kültürel etkinlikleri gerçekleştiriliyormuş.

Kentin merkezi sayılabilecek, Apollon Tiyatrosu ve ortasında bir çeşmenin de yer aldığı Kral Yorgo (Georgiou) Meydanı, kentin en hareketli mekânlarından birisi olarak dikkat çekmektedir. Kentin koruyucusu kabul edilen Aziz Yorgo (St. George), her Şubat ayında bir yortuyla anılır.

Kentin en önemli kilisesi kendine ait (X) şeklinde bir haçın da bulunduğu Hz. İsa’nın on iki havarisinden biri olan Aziz Andreas’a adanmış 16 kubbeli Agios. Andreas Katedralidir. Kentin doğu yakasında, deniz kıyısına yakın bir konumda yer alan katedral, bugün Yunanistan’ın en büyük dini yapısı olarak biliniyor. Aynı anda 5000 kişinin bu kilisede düzenlenen dini törenlere katılması mümkünmüş. Esas ilginç olan ise; 1908 yılında yapımına başlanan kilisenin, 1974 yılında ibadete açılmış olması. Bu açıdan hikâyesi, biraz Barcelona’daki La Sagrada Familia Kilisesi’ni andırıyor. Atina’daki 1896 Yaz Olimpiyatları’nın açılış törenlerinin yapıldığı Panathinaiko Stadyumu’nun restorasyonunu gerçekleştiren Yunan Mimar Anastasio Metaxas bu yapının ilk mimarı olarak biliniyor. Ancak, mimarın ömrü vefa etmemiş ve katedral, daha sonraki yıllarda ardılları tarafından tamamlanmış.

Agios Andreas Katedrali
Agios Andreas Katedrali

Patras, yukarıda da belirttiğimiz gibi tarih boyunca Yunanistan’ın Batı Avrupa’ya açılan kapısı olarak tanınmış. Kent, aynı işlevi bugün de sürdürüyor. Hem İtalya’ya yönelik gemi trafiği, hem de kentin hemen yakınlarında bulunan Korint Körfezi’nin iki yakasını birleştiren, 2004 Atina Olimpiyatları öncesi Yunanistan’ın hayata geçirdiği en prestijli projelerinden birisi Rio-Antirio Köprüsü ile önemli bir kavşak noktasında yer alan Patras, bunun dezavantajlarını da yaşıyor.

Son yıllarda Patras, Avrupa’nın içlerine yönelik mülteci akınlarının mutlak uğrak noktası haline gelmiş. 2008’den beri dünyayı kasıp kavuran ekonomik krizin pençesinden bir türlü kurtulamayan Yunanistan’da, son yıllarda bu kitle aşırı sağcı politik güçlerin de hedefi olmuş. Özellikle son seçimlerde ciddi bir başarı elde ederek parlamentoda hatırı sayılır bir milletvekili sayısına ulaşan aşırı sağcı Altın Şafak Partisi’nin militanlarının, sokak gösterilerinde esmer derili bu mültecilere acımasızca saldırıp, Patras sokaklarından ayaklarını kestiğine dair hikâyeler dinledik. Her şeye rağmen, Patras’da ve özellikle Atina’da; sokak aralarında dolaşırken, mültecileri yere açtıkları tezgâhlarında bir şeyler satmaya çalışırken gördüğümüzü de söylemeliyiz. Atina’da mülteciler, genellikle kentin önemli meydanlarından biri olan Omonia Meydanı civarında üstlenmişler.

Agios Andreas Katedrali’nin kubbe altındayız.
Agios Andreas Katedrali’nin kubbe altındayız.

Yerel rehberimizin anlattığına göre; Altın Şafak militanlarının mültecilere yönelik saldırılarını yoğunlaştırmadan önceleri, Yunanlar için mültecilerin varlığı giderek rahatsız edici olmaya başlamış. Atina’da Omonia Meydanı gibi mültecilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde dolaşmak, yerli halk için giderek daha riskli hale gelmiş. Ne zaman ki; aşırı sağcı militanların mültecilere yönelik ölümlü toplu saldırıları yoğunlaşmış; o andan itibaren Asya’nın ve Afrika’nın sorunlu coğrafyalarından Avrupa’nın zengin çekirdeğine yönelik bu yasa dışı göçün mağdurları olan mülteciler, meydanlardan ve ana caddelerden çekilerek, daha kuytu köşelerde ve mülteci kamplarında hayatta kalma savaşını sürdürmeye başlamışlar.