30 Mayıs 2012 Çarşamba

TİRE’DE OVACIK VE KARAÇAMUR YAYLARINA YÜRÜDÜK

30 Mayıs 2012
İbrahim Fidanoğlu

Tire’nin sırtının dayadığı Aydın Dağları’nın üstünde yer alan Karaçamur Yaylası’nı, ilk kez Tireli dostum Hasan Doğan ile 2007 yılında bir kış günü Dallık’dan Dibekçiler’e giden asfalttan ayrılarak ulaştığımız Karasakal Yörüklerinden Eşref kardeşimizin dağ başındaki evini ziyaret ettiğimizde, yer ocağındaki közün içinde pişen kestanelerimizi yerken işitmiştim. Kayaların üstünden sekerek bir anda karşıki tepelere ulaşan Eşref’i mitolojide kırların ve çobanların tanrısı keçi ayaklı Pan’a benzetmiştim. Ayağındaki cızlavakla (kauçuktan yapılan, altı tamamen düz, mes gibi ayağa geçen bir tür ayakkabı) her tarafı keskin jilet gibi çentiklerle dolu mika şist kayaların üstünde bizim için imkânsız bir yolculuktaydı sanki. Orta Asya bozkırlarından Batı Anadolu’ya dek ulaşan bin yıllık bir göçün genetiğini taşıyan dağlardaki bu torunlar, son 50 yılda yerleşik hayata geçtiler ve Aydın Dağları’nın yüksek düzlüklerinde yada derin vadilerinde yaşamaya devam ettiler.

Yürüyüş rotası 15km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

İşte bu dağlardaki köylerden birisi de Dallık yoluyla ulaşılan Dibekçiler köyüdür. Dibekçiler, kuzeyden güneye doğru sürekli derinleşen bir vadi boyunca vadinin doğu yamacına saçılmış evleri ve yamaçlarda açılmış verimli bahçeleriyle çok geniş bir alana yayılmaktadır. Çevredeki diğer köylerin çıkış noktası; bir anlamda anası konumunda olan Dibekçiler köyünün, giderek derinleşen bu vadinin yamaçlarındaki görünümü eşsizdir.

 Karaçamur ve vadi

Horasan’dan sökün edip Anadolu’da soluklanan ve sonunda Ege Denizi’nin kıyısında sonlanan bu dramatik göçün son temsilcileri, büyük ihtimalle fikri ve askeri önderlerinden biri olan Çaldede’nin makam mezarının bulunduğu dağın eteklerinde konumlanmış bu köyde ve çevresinde yaşamaktadırlar. Mikaşist kayaçlardan oluşan yalçın dokusu ve 2000 metrelerdeki zirvesi ile çok uzaklardan görülebilen dağın zirvesine Aydın Dağları’nın iki yakasına saçılmış onlarca köyden kalkıp gelen Türkmenlerin torunları, her yıl Eylül ayının ilk Pazar günü büyük bir inat ve adanmışlıkla bir ritüeli gerçekleştirmek üzere tırmanırlar. Bu törensel olayın adı Çaldede Mahyası’dır ve ne yazık ki; göçle bu coğrafyaya ulaşan bu kültürün son temsilcisidir diyebiliriz.

Çaldede

“13.yy.da Batıya doğru ilerleyen Türklerin göçü Ege Denizi kıyılarında son buldu. Horasan’dan başlayıp Anadolu topraklarına kadar devam eden bu destansı yolculukta Türk boylarına Şaman dini önderler rehberlik ettiler, yol gösterdiler. İslami etkilerin başlangıç aşamasında bu topraklarda gelişen olayların kara kutusu durumundaki Tire’de, bu çileli göç hikâyelerinin günümüze taşındığı törensel anlar hâlâ halkın hafızasında yaşamaktadır. Yüzyıllar süren alt üst oluşlar sonrası; bir şekilde Aydın Dağları’nın doruklarına çekilmiş göçerlik dönemi ritüelleri, yılın belli dönemlerinde yöre insanları tarafından hatırlanmaktadır. Yörede düzenlenen bu anma törenlerine Mahya Şenlikleri adı verilmektedir. Yakın zamana kadar Tire’nin sırtını dayadığı Güme Dağı’nın yamaçlarında yer alan Cambazlı ve Büyükkemerdere köyündeki Sarı İsmail Dede Mahyaları bu türden şenliklerdi.

Bu Mahyalar; Aydın Dağları’nın, Batı’ya ilerleyen Türk boylarının denize doğru sürgit devam eden tarihsel yolculuğunda, konakladıkları son zirvelerden biri olduğunun kanıtı gibidir. Ne yazık ki, ülkenin ekonomisi ve sosyal yaşamının değişime uğraması sonucu, dağların zirvelerindeki Yörük gelenekleri giderek aşındı ve daha yükseklere çekildi.

Yörükler, şimdi Batı’ya doğru gerçekleşen büyük tarihsel göçün sosyal ve dini önderlerini ancak zirvelerin bulutlarla buluştuğu noktalarda anmakta ve Mahya şenliklerini artık oralarda düzenleyebilmektedirler. Bu mahyalardan biri de Aydın Dağları’nın yükseklerinde yer alan Dibekçiler yaylasında düzenlenen Çal Dede Mahyasıdır. Dibekçiler yaylasına ulaşmak için, önce Tire – İncirliova yolundan Büyükkemerdere Köyü istikametine sapmak, bu köye ayrılan sapağı da geçince dağa doğru tırmanan şose yolu takip etmek gerekir. Her yıl Eylül ayının ilk Pazar günü Dibekçiler yaylasında Çal Dede’nin (büyük ihtimalle) makam mezarının bulunduğu tepenin eteklerinde yer alan su kaynağının etrafında, hayat bulmuş çınar ağaçlarının gölgesinde, iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık toplanır. Yolu alabildiğine zorlu, binbir virajla kıvrılarak tırmanılan bu kutsal mekâna Aydın Dağları’nın iki yakasından; İncirliova’nın, Tire’nin köylerinden binlerce insan akın eder. Yüzyıllardır devam ede gelen bu geleneğin sırrı, Horasan Erenlerinin Orta Asya bozkırlarından başlayıp batıda denizin kıyısında sonlandığı an’a kadar doğudan batıya doğru sürüp giden yüzlerce yıllık bir göç öyküsünün girdabındadır. Yakın geçmişe kadar Çaldede’ye yapılan bu yolculuk yaya olarak gerçekleştirilirmiş. Sanki antik çağda bölgedeki kentlerin kutsal tapınaklarına doğru kilometrelerce süren çileli hac yürüyüşleri gibi…” İbrahim Fidanoğlu; Tire’de Çaldede Mahya Şenlikleri; İzmir Tarih ve Toplum Dergisi; Haziran 2008


Sabah saat 10’da Tire’deki dostlarımızla buluşup Dallık yoluyla Dibekçiler Yaylası’ndaki Söğüt Gediği mevkiinde arabamızı bıraktık. Rakım 1265 metre; hava sıcaklığı bu noktada 15 derece, hava kapalı ve yağmura gebeydi. Saat 10.15 gibi yürüyüşe başladık. Asfalttan ayrılarak sola doğru Ovacık Yaylası yönüne döndük ve toprak yoldan yürümeyi sürdürdük. Geriye dönüp baktığımızda; doğu batı ekseninde, geçen yıl Pers Satrapı Gamersos’un Kalesi’ni aradığımız Fesattepe, Aydın Dağları üzerinde bütün heybetiyle yükseliyordu. Yürüdüğümüz parkur beklentimizin tersine yeşillik değildi. Ormancıların teşvik ettiği, hatta çukurlarını kazdığı dağlara binlerce ceviz fidanı dikilmişti. Tapu verilmeyen bu arazilerin şimdi “2B” uygulaması doğrultusunda köylüye satılması gündemdeymiş. Ancak, köylünün anlattığı kadarıyla bunu alacak para da onlarda mevcut değilmiş. Dolayısıyla, parayı verenin düdüğü çalacağı bir sistemde bütün korkuları, yüzyıllardır yaşadıkları ve geçimlerini sağladıkları bu toprakları bir şekilde kaybetmek diyebiliriz. Bunları da akşamüstü evlerine konuk olduğumuz Dibekçi köylülerinden dinledik.



Veli amcanın kuzuları

Yürüyüş boyunca gevenler, sapsarı çiçeklerinden katırtırnakları ile akraba olduğunu düşündüğümüz çöğen otları, porutlar, limon kekikleri, böbreklere iyi geldiği söylenen ve yöresel ağızda kırk kilit adı verilen ve deniz börülcesini andıran otlar, mor çiçekleriyle adaçayları, yörede yarpuz yada narpuz da denen yaban naneleri ve cevizlikler bitki örtüsünün en sık rastlanan unsurlarıydı.

Karaçamur çöğeni

Bütün cevizlikler, tel yada beton çitlerle çevrilmişti. İlerde büyüyüp meyve vermeye başladığında; Aydın Dağları’nın zirvelerindeki bu mübarek ağaçlar, sahiplerine ve insanlığa bereket saçmaya başlayacaklardı. Ekonomik değeri son derece yüksek olan ceviz ağacından iki tanesi neredeyse ortalama bir emekli maaşı kadar getiriye sahipti. Yani işi tekerlemeye dökersek; “iki ağaç bir maaş” anlamına geliyordu. Biraz ilerde sağa doğru Çaldede yönünü gösteren levhayı geçtik.

Çaldede sapağı ve arkada Çaldede

Yaklaşık 1 saat yürüdükten sonra Ovacık Yaylası göründü. Oldukça sulak ve verimli bir yayla görünümündeki Ovacık’da belli ki, eski Yörük obalarından kalma bir de tarihi bir mezarlık vardı. Rakım burada 1343 metre idi. Mezarlıkta balbal türü mezar taşlarının yönlerine bakıldığında, bu topraklara ilk ayak basıldığı zamanlarda ölenlerin ve yaşayanların pek de kıble kaygısında olmadıkları anlaşılıyordu. Bu da henüz İslam’ın biçimsel davranışlarının bu topluluklar üstünde kesin bir hâkimiyet algısı oluşturamadığının bir göstergesi olsa diye düşündük. Buna benzer bir tabloyu; yıllar önce Çandarlı – Dikili karayolu üstünde yer alan Yalınayak Dede Türbesi’nin civarındaki mezarlarda da görmüştük. Hepsi farklı yönlere doğru bakıyordu.

Ovacık obasında tarih olmuş yörükler...

Ovacık mezarlığının içinde mor çiçekleriyle adaçayları ve kırk kilit otları dikkat çekiciydi. Yol arkadaşımız Ahmet Bey’in anlattığına göre; bu şifalı otları sadece mezarlık civarlarında bulabilmek mümkünmüş. Mezarlığı arkamızda bırakarak önümüzdeki tepeciğe tırmandık.

Adaçayları

Tepeyi aştığımızda Ovacık Yaylası’nın bir diğer bölümü ile karşılaştık. Aşağıda; sürülmüş bir tarladan traktör sesleri geliyordu ve biraz yukarıda sulama amaçlı bir gölet vardı. Her tarafı çitle çevrili bu geniş alanın her tarafı, ceviz ve diğer meyve ağaçlarıyla ve sebzelere hazırlanan sürülmüş alanlarla kaplıydı. Bu yaylanın barbun fasulyesi ve taze fasulyesi pek meşhurmuş; Tireli dostlardan öğrendik.

Ovacık yaylası

Dönüş yolunda karşılaştığımız İncirliova Karabağ köyünden; 09 plakalı bir Renault 12’yi kullanan köylüden öğrendiğimize göre bütün bu çevresi çitle çevrilmiş dönümlerce arazinin tümü kendilerine aitmiş ve onlara da dedelerinden kalmış. Kışı Karabağ’da geçiren bu Yörükler, yazın Ovacık Yaylası’ndaki dedelerinden kalan bu topraklara gelip tarımsal faaliyetlerini yaylada sürdürüyorlarmış. Yaz sonunda da ürünü kaldıran köylü, hasat sonrası incirden cevize her türlü kışlığını da yanına alarak tekrar İncirliova’ya, düze iniyormuş.

Ovacık yaylası

Arazi o kadar genişti ki; yarım saat kadar Ovacık’da bu çitli çevrili alanın çevresinde yürüdük. Hafif rampaya doğru sararken, limon kekikleri başladı. Dönüş yolunda bolca topladık. Bele geldiğimizde yüksekliği ölçtük; 1407 metrelere ulaşmıştık. Çaldede artık o kadar yükseklerde değildi. Vadinin ucunda; Aydın’a doğru en uzaklarda Paşa Yaylası’nın zirvesi seçiliyordu. Tepeyi aştığımızda, bir anda Karaçamur Yaylası ile karşılaştık. Sürekli inerek uçurumun kenarına kadar yürüdük. Tahmin ettiğimiz gibi, aşağıda Küçük Menderes Ovası’na doğru yemyeşil Eğridere Vadisi uzanıyordu.

Gezginler Ovacık'tan Karaçamur'a doğru, beli aşarken...

Burası oldukça serindi ve dut ağaçları daha yeni yapraklanıyordu. Biraz daha aşağıya inerek yemek yiyeceğimiz alanı seçtik. Karaçamur, hemen aşağıdaki düzlükte Eğridere Vadisi’ne doğru uzanıyordu. Burası o kadar sulak bir alan olmalıydı ki; aşağıdaki Eğridere’ye doğru akan küçük dereciklerin çoğu bu yayladaki kaynaklardan besleniyordu. 

Karaçamur'dan Eğridere üzerindeki bentler

Hepimize heyecan veren bu manzara eşliğinde yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri yedik. Yaklaşık 1 saatlik yemek ve dinlenme molası sonrası, giderek artan yağmur baskısı nedeniyle, dönüş için harekete geçtik. Dönüş yolunda karşılaştığımız; Karaçamur’a ağaçları ilaçlamak için Dallık köyünden gelen köylülerden öğrendiğimize göre, arabayı bıraktığımız Söğüt Gediği mevkiinden Karaçamur Yaylası’na kadar olan mesafe yaklaşık 8 km. civarındaydı.

Yemekteyiz

Aynı rotayı kullanarak, yaklaşık 2,5 saatlik bir yürüyüş sonrası arabayı bıraktığımız Söğüt Gediği mevkiine ulaştık. Arabayla Dibekçiler köyünde Hasan Hoca’nın tanıdığı; Dibekçiler köyünün yayıldığı vadinin kenarında yer alan Veli Fışkın’ın yayla evinin bulunduğu mevkiye gittik. Engin gönüllü insanlar bize evlerini açtılar. Bahçe soğuktu; dışarıda oturamadık; Veli Amca bizi içeriye davet etti. Hemen önümüze ceviz ve incir koydular. Veli Amca’nın cabbar eşi, o arada çayları demledi. İnanılmaz bir misafirperverlik içinde yaptığımız sohbetle vaktin nasıl geçtiğini anlamadık. Tire’deki programımızı aksatmamak üzere izin isteyerek yola çıktık. Yine o gönlü bol insanlar, biz gitmek için ayağa kalktığımızda, gözle kaş arasında hepimizin eline ceviz dolu birer torbayı sıkıştırarak bizleri mahcup ettiler.

Veli Fışkın'ın kazları

Dönüş yolunda Veli Amca’dan öğrendiğimiz; Söğüt Gediği mevkiinde bulunan ve Kurtuluş Savaşı’nda Yunan işgali sırasında Yunan askerleri tarafından şehit edilen Çakıcı’nın kızanlarından Halil Efe’nin definecilerce tahrip edilen kabrini aradık bulduk ve Vandalizm’in bu boyutuna bir kez hayret ederek Dallık yoluyla Tire’ye doğru inişe geçtik. 

Çakıcı kızanlarından Halil Efe'nin mezarı

Arkamızda; gün boyu tanıklık ettiğimiz binbir güzellik ve sevgi dolu Dibekçiler köylülerinin yüzlerinden eksik olmayan sevimli gülüşlerini bırakarak Dallık’ın yılan gibi kıvrıla kıvrıla ovaya inen yolundan Tire’ye vasıl olduk. Biz düze indiğimizde Tire’de çok şiddetli bir sağanakla karşılaştık. Nihayet gün boyu beklenen yağmura Tire’de merhaba demiştik. Hasan Hoca ise, bir sonraki yürüyüşün güzergâhını Yamandere üzerinden karalamaya başlamıştı bile… Hedef yine Dibekçiler; ancak bu kez ismini aldığı şimşir dibeklerin yapıldığı ve dev şimşir ağaçlarının bulunduğu yine efsanevi bir güzergâhtı. Eyvallah dedik ve Tire Belediye Gazinosu’nun bulunduğu Toptepe’de soluklandığımız bir Tire akşamında Tireli dostlarımıza veda ederek yönümüzü İzmir’e doğru çevirdik.

Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC




22 Mayıs 2012 Salı

TİRE EĞRİDERE VADİSİNDE MANASTIR MEVKİİ’NE DOĞRU

22 Mayıs 2012
İbrahim Fidanoğlu

Bu hafta Tire yakınlarında Eğridere Vadisi’nde yürüdük. Tireli dostlarımızla Tire’de buluşup Tire – Ödemiş asfaltını takiben Eğridere sapağından vadiye girdik. 

Yürüyüş rotası 19,6km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Eğridere, Tireli yerel tarih araştırmacısı Munis Armağan’a göre; Şeyh Bedrettin’in babası İsrail Bey’in Batı Anadolu’da ilk gelip yerleştiği ve bir zaviye kurduğu yer olmalı. Şeyh Bedrettin’in Mısır dönüşü, ailesinin bulunduğu Edirne’den önce Tire’ye uğramış olması da bu bölgeyle daha önceye dayanan bir ilişkisi olabileceğini aklına getiriyor. Bugün Eğridere’nin hemen yakınlarında bulunan Peşrefli’de bu aileye ait bir unvan olan “Beşe” sözcüğü ile birlikte anılan bir dedenin; Veli Beşe’nin kabri yörede çok önem taşıyor. Yağmur dualarında, şükür dualarında ve diğer etkinliklerde bu kabir başında yemekli anma törenleri gerçekleştiriliyor. Mezarın başında bulunan dev kara servi de aşağı yukarı bu olaylarla zamandaş bir yaşa sahip görünüyor. Peşrefli köyünde bir semtin Kanlıdere olarak da anılması, bu yöredeki kanlı çatışmaları hatırlatması açısından manidardır.

 Eğridere Vadisi’nden Koyuncular Yaylası’na bakış

Ayrıca; yine Eğridere’de; köyün yaşlılarından Kasım Amca’nın bize önceki yıllardaki ziyaretlerimizden birinde gösterdiği, otlar ve çalılar içinde kaybolmuş çok eski bir mezarlığın parçası olan bir kabirde de; Şeyh Bedrettin’in oğlu ve Menakıbname’nin yazarı Hafız Halil’in babası olabilecek Seyyit İsmail diye birinin yattığına dair nesiller boyu aktarılan bir söylence var. Bilindiği üzere Şeyh Bedrettin; İznik’de sürgünde iken oğlu Seyyit İsmail, Menderes katında (yani üstünde bir yerde) Tire civarında bir yerde vefat ediyor ve Börklüce Mustafa, Şeyh Bedrettin’in torunu Hafız Halil’i Tire yakınlarından İznik’e at sırtında götürüyor. Bu yolculuğu, Rus yazar Radi Fiş “Ben de Halimce Bedreddinem” isimli romanında ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Tabii ki; bu köyün Eğridere olduğu hakkında; Menakıbname’de Küçük Menderes katında diye ifade edilen belli belirsiz satırlar ve Eğridere’deki köylülerin gösterdiği mezar dışında doğru dürüst bir somut kanıt da ne yazık ki, yok. Menakıbname’de bu satırlar şöyle geçiyor:

Eğridere eski köy mezarlığı yakınlarında Seyyit İsmail’in çalılar içindeki mezarı

“Vefat itdü Şeyh’in ogulı dahi
İsmail Beg dirler ana iy sahi
Künyesin Seyyid Beşe dirler anın
Atamdır ben fakıyr Hafız Halil’in
Menderes Suyu katındadır mezar
Karye içindeki ismidir Nizar
Defnidüp anı Nizar’ın Hazreti”
Börklü Mustafa’yı gönderdi biti
Gelüben bizi aluban gitdiler
Girü Börklü Mustafa’ya iltdiler
İki kız kardaşıla olduk yetim”

(Menakıbname; Hafız Halil’den aktaran Munis Armağan; Tire’den Darağacına; Şeyh Bedrettin; sayfa:123-124)


Eğridere sokaklarında 2006 yılı kışında dolaşırken…

Fransız araştırmacı Michel Balivet, “Şeyh Bedrettin; Tasavvuf ve İsyan” isimli araştırmasında bu Nizar’ın Büyük Menderes’e yukarıdaki bir düzlükten bakan Nysa ve Hisar sözcüklerinin birlikte söylenişinden türemiş olabileceğini ve bu nedenle, Menakıbname’de sözü edilen Nizar’ın Nysa harabeleri civarında olması gerektiğini ileri sürüyor. Ama gerek Munis Armağan’ın ve gerekse bizim bu sav, pek aklımıza yatmıyor. Çünkü Karaburun’dan Aydın Dağları’nın kuzey eteklerine kadar uzanan ve Ortaklar ile sonlanan Şeyh Bedrettin müritlerinin ayaklandığı coğrafyanın bu kadar güneye ulaşmadığı kanaatindeyiz. Zaten, Osmanlı ordusunun bu ayaklanmayı bastırırken yine Tire – Ödemiş ekseninde, Küçük Menderes Ovası’nda Börklüce kuvvetleri ile karşı karşıya geldiği ihtimali, Küçük Menderes Ovası’na tarihte verilen Kaz Ovası isminin Menakıbname’de de anılması ile kuvvet kazanmaktadır. İfade aynen şöyledir;

“Ceng idübdür Kazovası’nda gelüb” (a.g.e)


Velhasıl; sözü çok uzattık ama bu soru işaretini hepimizin kafalarına koymak açısından bir hatırlatma idi yaptığımız. Bugün böyle bir coğrafyada ve tarihsel derinliği olan bir alanda dolaştık.

Köyün çıkışındaki evlerden biri

Aydın Dağları’ndan ovaya doğru akan onlarca dereciğin beslediği Eğridere’nin yatağı yakınlarda ıslah edilmişti. Çıktığımız en üst noktada; 900 metrelerde 9 adet bent; köyün hemen üstünde iki adet bent ve aşağıda devam eden diğer bentler, akan suya bir anlamda gem vurularak ovaya yönelik taşkınları ve erozyonu önlemek açısından çok büyük bir önem taşıyordu. Bu bayındırlık eylemi, aynı zamanda da suyun belli bir rejimde akarak tabiattaki tüm canlıların sudan daha fazla ve etkin bir şekilde faydalanmasına da yardımcı oluyor denilebilir.

Köyün çıkışında yer alan ahşap ve taşın birlikte kullanıldığı eski köy evlerinin en güzel örneklerinden ikisini ardımızda bırakarak Eğridere’nin üstündeki köprüden geçtik ve vadinin yukarılarına doğru, toprak yoldan yürümeye başladık. Saat 10’da başladığımız yürüyüşümüze uzun süre solumuzda bıraktığımız, çağıldayarak akan Eğridere eşlik ettik. Köylüler derenin kenarında yer alan bahçelerde çalışıyorlardı. Bahçelerin hemen kenarından akan suyun toprağa taşıdığı bereket, anlatılır gibi değildi. Zaten başımızı kaldırıp vadinin üstlerine doğru her bakışımızda; insanı neredeyse sarhoş eden, yeşil rengin her tonundan mürekkep bir yemyeşil deniz ile karşılaşmamak mümkün değildi. Her yerden su sesi geliyor; bahçelerin hemen kenarındaki kanaletlerden akan su, aşağı doğru yolculuğuna devam ediyordu. Kuşların ardı arkası kesilmeyen neşeli ötüşleri de bize yürüyüş anında arkadaşlık ediyordu.

Eğridere akarken…

Köyün çıkışından sonraki dere üstündeki ikinci bende geldiğimizde, bendin duvarı üstüne bir kuş gibi tünemiş Sezai karşıladı bizi. Bu engebeli coğrafyada biraz yukarıdaki küçücük kulübesinde tek başına yaşayan Sezai kardeşimiz, bizi mekânına buyur etti, çay demledi. Civardaki bütün ceviz ağaçlarını kendisinin tek tek diktiğini, şimdi hepsinin büyüyüp dev ağaçlar haline geldiğini anlattı. Yukarı doğru gelişen arazisi üzerinde oldukça çok sayıda elma, kiraz, nar gibi meyve ağaçları da vardı. Henüz ermekte olan sapı kısa kirazlardan birer avuç ikram etti. Gerçekten nefistiler.

Bendin üstünde Sezai kardeşimiz

Nar deyince özellikle belirtmek gerekir ki, Eğridere Vadisi’nde yetişen tatlı narın bir eşi benzeri bulunmamaktadır. Zaten nar hasadı zamanında, yöreden toplanan narlar hemen burada kamyonlara yüklenmekte; büyük şehirlere, İstanbul’a ve ihracata dek gönderilmektedir. Bu anlamda diğer meyvelerin üretimi yanında, nar tarımının Eğridere Vadisi’nde çok özel bir yeri olduğu söylenebilir. Sezai kardeşimiz, bize derin vadiden tekrar toprak yola nasıl çıkacağımızı bize bizzat rehberlik ederek gösterdi; mitolojik Pan gibi neredeyse düz duvara tırmanabilecek yetideki yöre insanlarının arkasından seyirtmenin ve onları izleyebilmenin ne kadar zor olduğunu burada bir kez daha tecrübe etmiş olduk.

Toprak yoldan yukarı doğru tırmanmaya devam ettik. Geçen haftaki Yenişehir üstündeki Koyuncular Yaylası’na yaptığımız yürüyüş güzergâhındaki bitki örtüsüne benzer bir ortam vardı çevremizde. Sapsarı katır tırnakları, meyveye durmuş melengeçler, enginarın kardeşi tomurcuktaki kenger dikenleri, çan çiçekleri, kekikler, çiçekte kaya kekikleri, henüz açmamış sığır kuyrukları, beyaz çiçekleri ve eşsiz geometrileriyle heraclius’lar, yaban güllerinin en güzelleri, yörede efek adı verilen mor çiçekleriyle dizi dizi koloniler halinde vadinin yamaçlarında uzanıp gidiyordu. Yol boyunca karşılaştığımız köylülerle yarenlik ettik. Kimi kestanenin “piç” dallarını buduyor, kimisi bahçesindeki ağaçları ilaçlıyor, kimisi de tarlasındaki yeni diktiği sebze fidanlarının arıklarına suyu çeviriyordu.

Eğridere Vadisi’nde, Aydın Dağları’na doğru

Yürüyüşün benim için en önemli sürprizlerinden birisi de Paşa Yaylası ve vadinin yukarısındaki bentlere giden yol ayrımında karşılaştığımız, Cumhuriyet’in ilk yıllarında İzmir’in cabbar Valisi Kazım Dirik zamanında; bu dağlarda açılan bütün yollara bırakılan bir hatıra nişanı, Paşa Çeşmesi idi.

Fata – Aydın Paşa Yaylası yolunda Paşa Çeşmesi

Fata (Gökçen’in o yıllardaki ismi) – Aydın Paşa Yaylası yolunun, köylünün el emeği ile açıldığını belirten çeşmenin kitabesinde şöyle yazıyordu:

Cumhuriyetin mübarek eserlerinden Vilayet Hususi İdaresi’nin ve köylünün yardımile FATA PAŞA YAYLASI AYDIN yolunun hatırası olmak üzre Vali Kazım Paşa zamanında yaptırılmıştır. 1933

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe yazın kurallarının henüz ülke genelinde daha tam oturmadığı, bu yazıttaki imla hatalarından da anlaşılmaktadır. Kazım Dirik Paşa’nın İzmir Valisi iken, İzmir’in birçok yerinde açılan dağ yollarındaki geçitlerde yer alan bu çeşmeler; her ne kadar büyük harabiyet içinde olsalar da, bugün Cumhuriyet’in çağdaşlaşma projesinin dağlardaki birer nazarlığı gibidirler. Bizim İzmir çevresinde rastladıklarımızdan bazıları şunlardır:

·         İzmir – Foça yolunda Ilıpınar’a gelmeden önce (yıkık vaziyette ve suyu akmamaktadır),
·         İzmir - Karaburun yolunda Kaynarpınar yakınlarında (restorasyon geçirmiş olup suyu akmaktadır),
·         Ödemiş – Bozdağ yolunda tırmanırken; aşağı yukarı yolun yarısında (birkaç yıl önce restorasyon geçirmesine rağmen harap durumdadır ve suyu akmamaktadır),
·         Tire – Kömürcü Gediği – İncirliova geçişinde (restorasyon geçirmiştir; iyi durumdadır ve suyu akmaktadır),
·         Tire – Habibler köyü – Hıdırbeyli – Germencik geçişinde Habibler mevkisinde (çok kötü durumda, otlar ve çalılar arasında kaybolmuş halde; restorasyon bekliyor, suyu yok),
·         Kemalpaşa – Karabel geçişinde; eski Turgutlu kavşağında (kötü bir restorasyon geçirmiştir),
·         Kemalpaşa – Ovacık Yaylası – Hisarlık – Bayındır geçişinde Ovacık köyünde; (kitabesi çatlamış, restorasyon bekliyor, suyu akıyor),

Geometrisi ile dikkat çeken Manastır yolundaki Heraclius’lar

Bir de bunlara Kemalpaşa – Karabel geçişinde, yine bu yolun ilk açıldığında hatırasına yapılmış, ancak yakın geçmişte yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılmış Karabel Hitit Baba kabartması mevkisindeki zafer takını da üzülerek eklemek gerek. Onun da tepesinde “Cumhuriyetin mübarek eserlerinden” diye başlayan bir yazıt vardı. Artık ne tak var, ne de üstündeki yazıt; ikisinin de yerinde yeller esiyor.

Manastır yolundaki Paşa Çeşmesi, yazıtı dışında tamamen değiştirilmiş, herhalde geçirdiği restorasyon sırasında yazıtın çevresi restorasyonu yaptıran Hacı Osman Erdal tarafından beyaz renkli fayans ile kaplanmıştı. Neyse ki suyu akıyordu; Bal gibi tatlı suyundan kana kana içtik. Yanımızdaki şişeleri de yenileyerek su ikmali yaptık. Çeşmeyi arkamızda bırakarak sağdaki yoldan devam ettik. Geçerken karşımızdaki ulu çınarı selamladık.

Eğridere üstündeki bentlerden birinin üzerinde yer alan gölet (Sezai’nin göleti)

Eğridere Vadisi, yukarı doğru tırmandıkça kendisine doğru açılan yan vadiler ve dere yataklarıyla daha gizemli ve karmaşık bir havza haline geliyor. Bu vadi koyaklarında, yüzyıllar boyunca sır dolu hayatlar yaşanmış. Bizans’da Hristiyan keşişlerin inzivaya çekildikleri manastırlar kurulmuş bu saklı topraklarda. Dev çınarlar, kestaneler, cevizler, farklı türden ince kıvrımlı yapraklarıyla palamut meşeleri, yıllardır budama görmemiş, keçilerin dahi uğramadığı bu topraklarda serpilip dev ağaçlar haline gelmiş pırnar meşeleri yüzyıllardır örtü olmuş; örtmüş bütün sırların üstünü.

İşte bu güzergâhta; tüm havaliyi besleyen su kaynaklarının yatağı, Karaçamur Yaylası’nın hemen altındayız artık. Yakın zamanda ıslah edilmiş dere yatağında arka arkaya 9 tane bendin bulunduğu alana ulaşıyoruz. Kimisinin üstünde göletler var, kimisinde kurbağalar konser halinde… Suyun içinden sıyrılıp çıkan hayat göğe yükseliyor. Binbir tür ot, sazlıklar suyun kenarında bir ormanı andırıyor. Yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri, hemen bentlerin altında akan suyun başında yiyoruz. İçtiğimiz suyun tadı şerbet mi şerbet… Kısa bir dinlenme sonrası, yukarı doğru kıvrıla kıvrıla tırmanmaya yeniden başlıyoruz.

Eğridere Köyü

Yolda rastladığımız bir köylüden Manastır mevkisinin güzergahımız üzerinde bulunan kuzey batı yönündeki düzlük alanda yer aldığını öğrendik. Tırmandığımız rotada buğdayların ekili olduğu bir alan, daha yukarıda da dev bir kiraz ağacının ortasında yer aldığı yamaçta büyük bir bahçe ile karşılaştık. Biraz yukarıdaki sekide ise bir yayla evi vardı. Rüzgarın şiddeti ile başaklar bir sola bir sağa salınıp duruyordu. Karşımızda uzanan uçurumun ötesinde büyük bir düzlük vardı. Manastır alanının burası olup olmadığı üzerinde fikir yürüttük. Ancak bu alanın daha güneyde olması nedeniyle Manastır mevkisinin daha üstümüzde bir düzlükte olması daha akla yakın geldi. Neredeyse, gelmiştik. Rakım 905 metre civarındaydı. Vakit epey ilerlemişti. İnişe geçmeye karar verdik. İniş yolunda sol yanımızda; vadiye doğru bakan bir yarın başında; dizi dizi odacıklar ve bu kompleksten ayrı vaziyette iki adet ev yıkıntısı ile karşılaştık. Buranın çok eski zamanlara gitmeyen bir dönemde kullanılmış ağıl benzeri bir yapı kompleksi olabileceğini düşündük. Ancak yine de bizim için ikna edici olmadı. Çünkü yan yana 4-5 oda ve diğer müştemilat dağ başında bir ahır görünümü ile bağdaşır nitelikte gelmedi bana…



Suyun başında yemek vakti

Akşam vakti inişe geçtik; yolda çürümüş kestane kütüklerinin içinde biriken gerçek kestane toprağına, keşke evdeki çiçek saksılarına götürebilseydik diye imrenerek baktık. Gövdenin içi, tam ortasından başlayarak çeperlere doğru çürümüştü. Fotoğrafını çekip inişe devam ettik. Yaklaşık 16.30’da başladığımız inişi, köy girişinde 18.30 civarı tamamladık. Toplamda 15 – 16 km. civarı yol yürümüştük. Ancak, köy girişinde bıraktığımız arabamızın yanına vardığımızda hepimizde günün ve vadinin hakkını vermenin huzuru ve yorgunluğu vardı. Arabaya bindik ve Eğridere köyünden Tire yönüne doğru hareket ettik.


Eğridere’yi besleyen dereciklerden biri


Yazan ve Fotoğraflayan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC



16 Mayıs 2012 Çarşamba

ÇATALKAYA’NIN KALBİNDE; KAVACIK ŞELALESİ’NE DOĞRU


15 Mayıs 2012
İbrahim Fidanoğlu

Bugün İzmir’deki yürüyüş etkinliğimize Tire’den kadim dostumuz Hasan Doğan da katıldı. Sabah Hasan Hoca ile Karşıyaka’da buluştuk. Daha sonra Bornova ekibini almak üzere Bornova’ya uğradık. Bornova’dan saat 10 gibi ayrıldık. Gaziemir – Balçova otoyol bağlantısını kullanarak Limontepe sapağından Tırazlı’ya doğru döndük. Kadifekale’deki kentsel dönüşüm faaliyetleri kapsamında evleri boşaltılan sakinlerin yerleştirilmeye çalışıldığı TOKİ konutlarının yanından geçtik. Birçoğu boştu; bazılarında “Satılık” levhaları asılmıştı bile. Sağ yanımızda bulunan körfeze hâkim; dev kireç taşı kütle Akçakaya üzerine Persler tarafından inşa edilmiş gözetleme kalesini ardımızda bırakarak yolumuza devam ettik. Daha önceki çıkışlarımızdan hatırladığımız kadarıyla tepede; kalenin giriş kapısının söveleri, bir sarnıç ve tepenin eteklerinde duvar parçaları vardı. Başka da bir şey kalmamıştı.


 Kavacık yolundan körfez

Tırazlı Köyü’nü geçtikten sonra Kavacık – Radar Mevzii yol ayrımında durup körfeze baktık. Hava puslu ve yağmura gebeydi. Havadaki nem nedeniyle görüntü kötüydü. Kavacık köyüne doğru devam etti. Kavacık’ın geç eren meşhur sofralık kara üzüm bağları yavaş yavaş uyanmıştı. Bütün yamaçlar ve vadilerin diplerine doğru her yer asma ile doluydu. Yeni yeşeren yemyeşil yapraklarıyla yamaçlardan aşağılara doğru uzanan bağların manzarası görülmeye değerdi.

Kavacık köy meydanı

Kavacık'ta bir ev

Kavacık köy meydanında arabamızı bıraktık. Sıra sıra dizilmiş köy kahvehanelerinden birinde oturup çay içtik ve kahveciye şelaleye giden yolu sorduk. Kahvehanedekiler de yardımcı oldular ve sonunda şöyle bir tarif ortaya çıktı: Köyün Efemçukuru altın madenine de giden servis yolu çıkışında bulunan aynadan sağa sapılacak; toprak yol takip edilecek. Ağaç kesimi yapılan alana gelinecek. Yol boyunca akmaya devam eden dereyi sürekli sağda bırakarak yola devam edilecek. Kesim alanını geçince yol çatallaşacak; önce sağa sonra da soldaki yola sapılacak. Vadinin dibine kadar yürünecek. Şelaleye bu şekilde ulaşılabilecek. Bu tarifi yol boyunca takip ederek ve sezgilerimizi de kullanıp şelaleyi sonunda elimizle koymuş gibi kolaylıkla bulduk. Bu arada suyun yüksekten döküldüğü daha küçük bir şelaleyle de karşılaştık.


Kavacık Şelalesi yürüyüş rotası
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Dere boyunca yaklaşık 4 km. kadar yürüdük. Dereyi, ağaç kesim alanını geçince solumuza aldık. Dağa doğru traşlanmış alanın eteklerinden yürüyerek vadinin içine girdik. Burada dev çınarların gölgesi altında akmaya devam eden derenin kayaların üstünden döküldüğü yaklaşık 10 metrelik küçük bir şelaleye geldik. 

Gezginler küçük şelale önünde

Kısa bir moladan sonra şelalenin üst düzlemine tırmandık. Bu alanda dere, nispeten düzlük bir alanda usul usul akıyordu. Suyun getirdiği bereketle bitki örtüsü bu düzlükte coşmuştu. Her tarafta eğrelti otları vardı. Karasuluk halini almış alandan tepenin eteklerine yaslanarak tekrar yola çıktık. Yol burada ikiye ayrıldı. Biz burada sola saptık. Bu esas büyük Kavacık Şelalesi için son sapaktı. Bize köyde yapılan tarifteki sağa sapağı derenin karşı kıyısına atladığımız için geçtiğimizi dönüş yolunda fark ettik. Sola saptıktan sonra giderek yakınlaşan bir motor sesi duymaya başladık. Motoru görünce dereden su çekmek ve yukarıdaki tarlalara yada madene pompalamak için kullanıldığını düşündük. Biraz daha ilerleyince yukarıda çınarlar arasından yaklaşık 25 - 30 metre yükseklikten dökülen Kavacık Şelalesi ile karşılaştık. Ne yazık ki, suyun başı daha önce gördüğümüz piknik alanlarından farksızdı. Buralarda piknik yapan insanların arkalarında bıraktıkları çöpler her tarafa saçılmıştı. Dağın başında dahi bu çirkin manzaralarla karşılaşmak bir kez daha içimizi acıttı. Ama yaşadığı yere sahip çıkmayan ve çocuklarına miras kalacak bu güzelim doğa harikasını acımadan pisleten, zarar veren ve kendine insan diyen bu garabet sürüsünü ilahlara havale ettik.

Kavacık şelalesi

Suyun başında bir kayanın üstünde kurduğumuz soframızdaki yiyecekleri keyif içinde yerken suyun, kuşların ve rüzgârın sesleri arkadaşlık etti bize. Bir saate yakın bir dinlenme sonrası yağmur baskısı nedeniyle köye dönüş yoluna vasıl olduk.

Dere boyunda çınar ağaçları

Dönüş yolunda hemen karşımıza bir üç yol ağzı çıktı. Bu bize köyde tarif edilen kavşaktı. Buradan köye doğru sola döndük. Sağa doğru giden yol Kanadalı şirket Tüprag’ın işlettiği altın madenine gidiyordu.

Şelale yolunda gelincikler

Yaklaşık iki yıl kadar önce Tırazlı – Efemçukuru yolunda arabayla giderken kendimizi birden bu altın madeninin içinde bulmuştuk. Kocaman tamburlar içinde dağdan çıkarılan maden öğütülüyordu. Bunların altından geçen toprak bir yolu son anda fark edip Kavacık’a bu vadiden ulaşan ve dere boyunca devam eden toprak yolu bulmuştuk. Yol boyunca o yıllarda dev hafriyat kamyonları ile karşılaşmıştık. Dediklerine göre rafinasyon işlemi Uşak – Eşme’deki tesislerinde yapılıyordu. Maden için oyulan iki dağın üstündeki tüm çam ağaçları kesilmişti. Oraya bir de göstermelik olarak bağ dikilmişti. Ne yazık ki, sivil toplum kuruluşlarının ve İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin direnişi bir sonuç vermedi ve adamlar istediklerinin tümünü merkezi hükümetten ne yazık ki kolaylıkla aldılar. Şimdi onlar, topoğrafyayı değiştirmek ve Çatalkaya’nın kalbine bir hançer saplamakla meşguller. Doğanın buna ileriki yüzyıllarda nasıl bir yanıt verebileceğini bizler ve doğayı bu hale getirenler ne yazık ki, göremeyecekler. Gelecek nesiller de bu adamları nasıl anacaklar? Onu da bugünden kestirmek pek olası değil.

Köyün girişine yaklaştığımızda küçük bir dere yatağına çöplerin atılmış olduğunu gördük. Oysaki köyün sokaklarında çöp konteynırları adım başında vardı ve Karabağlar Belediyesi’nin çöp toplayan kamyonları buraya da uğruyordu. Ancak, bu kültürü toplumca henüz inşa edemediğimiz için bir kez daha şu sözü hatırladık: “Vermeyince Mabud; ne eylesin Mahmut?” Yani sözün özü; bu işler ne yazık ki, zorla, tepeden inme tedbirlerle olmuyor da olmuyor. Her şeyin o insanın içinden gelmesi ve o kültürün o topluluklar tarafından içselleştirilmesi gerekiyor. Bu da yine ne yazık ki diyeceğiz, ama yüzyıllara baliğ oluyor.

Payamlı köyü

Köye aynı noktadan girdik. Meydanda bıraktığımız arabamıza binerek Payamlı yönüne gitmek üzere hareket ettik. Payamlı, hem Urla, hem de Seferihisar koylarını tepeden gören eşsiz bir manzaraya sahip, oldukça eski bir köy. Köyün bir sekiye oturtulmuş kahvehanesinden bu manzarayı seyretmeye insan doyamıyor. Köyün girişinde yer alan eski bir zeytinyağı işliği, işliğin içinde bir zeytin sıkma presinin hurdası, bir kır kahvesinin bahçesinde; köşede, denize doğru uzanan derin vadilere bakan anıtsal bir melengeç ağacı ve taş işçiliğinin güzel sivil örneklerini oluşturan eski köy evleri var. Payam, bilindiği üzere badem anlamına geliyor. Köye yaklaşırken de bizi badem ağaçları karşıladı. Ancak köyün kahvehanesinde kahveci ile yaptığımız kısa sohbet sırasında bademe pek de ilgi kalmadığı, bu değerli ağacın ve onun ekonomik değeri yüksek meyvesinin üzerine düşülmediği ve Datça’da olduğu gibi ıslahı konusunda ciddi bir çalışmanın da yürütülmediği kanısına vardık. Payamlı köyü çeşmesinin tatlı suyundan arabadaki şişelerimizi doldurup Güzelbahçe yönüne doğru yeniden hareket ettik.

Payamlı Köyü Sarnıç çeşmesi 

Güzelbahçe’ye ve İzmir Körfezi’ne tepeden baktık. İnişe geçtikten sonra, kıvrıla kıvrıla önce Güzelbahçe’nin sırtlarındaki eski köyün sokaklarına, daha sonra da kooperatifler ve sitelerle genişleyen Güzelbahçe’nin son on yılda inanılmaz bir şekilde gelişen geniş caddelerine ulaştık. 40 yıl öncenin Güzelbahçe köyünden eser yoktu. Burası şehrin göbeğiydi artık.

Urla İskelesi’nde deniz kıyısında verdiğimiz uzun soluklu bir dinlenme ve sohbet molası sonrası akşam 18 gibi İzmir’e dönüşe geçtik.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Fotoğraflayan: Hasan Doğan
Düzenleyen: MYC