21 Ağustos 2012 Salı

BİR BALKAN YOLCULUĞU (BÖLÜM-1b)

MAKEDONYA
2.Kısım


İbrahim Fidanoğlu

“Bitola (Manastır); Benim Güzel Memleketim”

Babam; 1931 yılında 6 yaşındayken Makedonya’nın Debar kasabasına bağlı Kocacık nahiyesinin Novak köyünden Türkiye’ye gelmiş. Çocukluğumdan beri; bir daha dönülmemek üzere terk edilmiş o topraklara ait babamın belleğine kazınmış özlem dolu hikâyeler, kafamdaki Makedonya resmini sürekli besleyen temel kaynak oldu diyebilirim.


Gostivar – Manastır güzergahı

Babamın hikâyesi; Novak’ta başlar; Çocukluğunun efsanevi ırmağı Kara Drim’in çağıldayan suları boyunca Manastır’da tren garına ulaşan ve ağaçlıklı bir yolda ilerleyen fayton yolculuğu ile devam eder. En sonunda Türkiye’ye dönüş için tüm eşyalarını içine koydukları denklerin üstünde sırt üstü yatıp son kez baktığı göğün maviliğini seyrederek Manastır tren garında onları Türkiye’ye götürecek İstanbul trenini bekleyiş ile son bulur. “Ah Manastır; benim güzel memleketim”…

“Ben sende yürüdüm çıplak ve yalın ayak
Ben sende büyüdüm, misafirin değilim

Bitola, benim güzel memleketim
Seni bütün kalbimle seviyorum
Bitola, benim güzel memleketim

Tırnak içindeki sözlerin ve aynı adla anılan hüzünlü Manastır şarkısının sahibi; asıl ismi Hayri Demirovski; Türkiye’ye göçtüğü 50’li yıllardan sonra Hayrettin Önder olarak tanınan ve doğduğu kent Manastır’a karşı duyduğu derin özlem ve sevgiyi dile getiren o güzel şarkının yaratıcısı, bir anlamda İzmirli hemşehrimiz Hayri Amca’yı anmanın zamanıdır şimdi.

Hayri Demiroviç, Hayri Demirof, Hayri Demirovski ve Hayrettin Önder; Balkanlar’ın siyasi ve politik resmi değiştikçe Makedonyalı ünlü besteci; Manastırlı Hayri Amca, zaman içinde dört farklı isme sahip olmuş.

1926 yılında Manastır’da Demiroviç soyadıyla dünyaya gelen sanatçı, imam olan babasını genç yaşta kaybedince okula devam edemez ve bir berber dükkânında çalışmaya başlar. O yıllarda Sırpların egemenliği altında olan Manastır, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Balkanları işgal etmesiyle birlikte Hırvatların egemenliği altına girer. Demiroviç soyadı işgalin ardından yerini Demirof’a bırakır.

Savaş yıllarında Tito liderliğindeki Partizanlara katılan Hayri Demirof, örgütte kurye olarak görev alır. Bu yıllarda çalıştığı berber dükkânının Balkanlar’ın ilk sinemacıları olan Manakis Kardeşler’in atölyesinin yanında bulunması sebebiyle, bu önemli sinemacıların çalışmalarını yakından takip eder. Savaş süresince birçok kereler Nazi askerlerine yakalanma tehlikesi atlatan Demirof, Yahudilerle Partizanların gruplar halinde katledilmesine tanık olur.


1943 yılında Yugoslavya’nın kurulmasıyla birlikte Makedonya özerk bir cumhuriyet statüsünü alır. Bu süreçte soyadı Demirovski olarak değiştirilen ünlü besteci, Partizanlar içerisindeki başarılarından dolayı gönderildiği Zagreb Matbaacılık Okulu’nda matbaa ve grafikerlik eğitimi alır. Demirovski, eski Yugoslavya’nın muhtelif kentlerinde matbaacı olarak çalışır.


Hayri Demirovski Manastır’da; Manolya Meydanı’nda(4)

O dönemlerde doğduğu topraklara ve ailesine duyduğu özlemi şarkılara döken Demirovski, bir süre sonra döndüğü Manastır’da berberlik yapmaya başlar. Sesine ve kulağına çok güvenen Demirovski, 1950 yılında arkadaşlarıyla birlikte Manastır Radyosu’nda düzenlenen bir yarışmaya katılır. Sesini ve Makedon dilini kullanmakta gösterdiği başarıdan dolayı radyoya kabul edilir. Radyoda yayınlanan özel bir programda seslendirdiği “Bitola” şarkısı büyük beğeni toplar. Bu programdan sonra Hayri Demirovski, Manastır Radyosu’nun en çok aranan sanatçıları arasında yerini alır. Birkaç yıl sonra da saat kulesinin çanlarında bu şarkı çınlamaya başlar.

Manastır’ın ortasından geçen Dragor çayı

1954 yılında Demirovski kendisini uğurlamaya gelenlerle birlikte “Bitola” şarkısını söyleyerek bir trene biner. Ailesiyle birlikte yaptıkları bu uzun tren yolculuğunun son durağı İstanbul olur. Bu yeni topraklarda yeni bir adı vardır artık: Hayrettin Önder.

Eyüp’te bir berber dükkânında başladığı iş yaşamına Cağaloğlu’nda çeşitli dergilerin yayın yönetmeni olarak devam eder. Suavi Sualp ile birlikte Salata dergisini çıkarırlar. Cağaloğlu’nun yokuşlarını 45 yıl boyunca aşındıran sanatçı, bu yorucu yılların ardından İzmir’e taşınır. 2009 yılında da hayatının son yıllarını geçirdiği İzmir - Karşıyaka’da bu dünyaya ve sevgili Bitola’sına veda eder.

Serüven dolu böyle bir hayatın ardında bıraktığı o güzel şarkıyı dinlemediyseniz; bulun bir yerlerden dinleyin hemen; Manastır anıları tazeyken; o güzel kentin sokaklarında dolaşmışken hatırlayın Eleni’nin hüzün dolu aşkını; Mustafa Kemal’in ilk yapıtaşlarının oluştuğu güzelim Manastır’ın Şirok sokağında bir aşağı bir yukarı volta attığı zamanları…


Hayri Demirovski'nin şarkısını dinlemek için video okuna basınız.




Kalkandelen’den ayrıldıktan sonra, önce babamın doğduğu köy Novak’ın bağlı olduğu Debar kasabasına giden sapaktaki “Debar 56 km.” levhasını; daha sonra ise Makedonyalı bütün pastacıların ve börekçilerin memleketi, Arnavutların ve Türklerin yoğun olduğu kent Gostivar’ı ardımızda bırakarak; ormanlarla kaplı yemyeşil vadilerin içinden ilerleyerek Kicevo’ya (Kırçova) ulaştık.


Manastır’da Eski Çarşı

Kırçova kasabası, Arnavut ve Makedon nüfusun dengede olduğu kentlerden biri olarak dikkati çekiyor. Bu kasabada 2000 kadar Müslüman Makedon da yaşıyormuş. Bunlara Makedonya’da Torbej adı verilmekteymiş. Aynı Bulgaristan’daki Pomaklar gibi bunlar da Türkçe bilmiyorlarmış.

Demiryolunun da ulaştığı Kırçova kasabasından sonra Manastır yolunda ağırlıklı olarak Makedon köy ve kasabalarına rastladık. Kırçova’dan sonra Demirhisar yoluyla; 19.yy.da bir ara Osmanlı’ya karşı ayaklanan komitacı Makedonların, kısa ömürlü ilk bağımsız devlet girişimini gerçekleştirdikleri Krusevo şehrinin sapağını solumuzda bırakarak Bitola’ya (Manastır) yöneldik.

Manastır’a doğru Pelogonya vadisini aşarak düzlüğe indik. Şehrin girişinden itibaren yol boyunca polis devriyeleri yoğunlaşmıştı. Bunun nedeninin muhalefet partisi liderinin Bitola’yı ziyareti olduğunu yerel rehberimizden öğrendik. Şehrin kalbine doğru İshak Çelebi Camisi’nin, Yeni Cami’nin ve onun önündeki bir başka Manastır şarkısında sözü geçen havuzla çeşmenin de bulunduğu Manolya Meydanı’na doğru ilerledik.

Manastır’da İshak Çelebi Camisi

Manastır; Makedonya’nın Üsküp’den sonra ikinci büyük kenti. Baba Dağı eteklerinde deniz seviyesinden yaklaşık 600 metre yükseklikte kurulmuş olan kent, Yunanistan sınırına oldukça yakın konumda ve 14 km. uzaklıkta bulunuyor. Baba Dağı’nın 2600 metrelik Perister zirvesi şimdi Yunanistan toprakları içinde kalmış bir başka Makedonya kenti Florina’yı selamlıyor. Ataları o kentten Anadolu’ya göçen Necati Cumalı, Makedonya topraklarını; Perister Dağını ve babasının doğduğu kent Florina’yı bakın nasıl anlatıyor; Viran Dağlar adlı romanında.


Kuytu köşelerde ah o çeşmeler

“Peristeri Dağı’nın kuzeybatı tepeleri, dalga dalga kabararak Florina’nın batısında düze iner. Florina, aralarında derin bir koyak oluşturarak adeta at başı birlikte düze inen iki tepenin eteklerinde, uçsuz bucaksız bereketli bir ovaya karıştıkları yerde kurulmuştur. Florina’nın içinden geçen çay, Peristeri Dağı’nın kar sularıyla kabarmıştı o günlerde. Florina’nın bir yakasından öbür yakasına her yüz adımda bir tahta köprülerle geçilirdi.”
(Viran Dağlar; Makedonya 1900; 2.Kitap; Necati Cumalı; Çağdaş Yayınları)

Manastır’ın içinden de birçok diğer Makedon kentinde olduğu gibi Dragor (Drahor) çayı akar. Islah edilmiş yatağı ile uslu bir dereciği andıran Dragor’un iki yakası dev çınar ağaçları ile kaplıdır. Dragor’un üstündeki köprüler bizi Eski Çarşı’nın sokaklarına götürür. Sıcaktan bezmiş çarşı esnafı, bizdeki gibi gelene geçene sarmaktadır. Çarşıda her köşe başında küçük bir çeşme, bu sıcakta siz bir konfor alanı sunar. Çeşmenin başında uzayıp gitmiş yaşlı çınarın gölgesinde Makedon yaşlılar, azıcık serinleyip miskinlik yapmaktadırlar. Sokaklar birbirine çıkar; bazen de üçgen bir adanın iki yanından birbirine kavuşur sokaklar. Yemeniciler, antikacılar, hediyelik eşya satanlar, küçük butikler, bunların arasında kendilerine yer bulan kahvehaneler ve küçücük barlar; mekâna hepsi ayrı bir renk katarlar. Kendi içinde çarşı bir bütündür; dönüp dönüp bir köşeye; o köşede de şırıl şırıl akan buz gibi suyuyla basit bir çeşmeye çıkar yollar. Dolaştıkça sanki çarşının bir parçası haline gelir insan.

Çatıların üstünden Sveti Dimitrija Kilisesi; arkada Baba Dağı

Manastır’da Osmanlı’dan miras kalan en önemli eserlerden birisi olan İshak Çelebi Camisi, Dragor çayı kıyısında; Yeni Cami ve Saat Kulesi’nin karşısında bulunuyor. 1506 yılında Manastır Kadısı İshak Çelebi tarafından inşa ettirilen cami, bugün ibadete açık olmakla birlikte oldukça harap durumda görünüyor. Söylenildiğine göre yakın zamanda başlayacak bir restorasyon gündemdeymiş. Cami, tek kubbeli ve kare planlı olup, kapı girişinin üstünde kitabesi yer alıyor. Caminin iç duvarlarında ağırlıklı olarak vazolar içinde çiçek desenleri, giriş kapısının üstünde ise Makedonya’nın üstüne doğmakta olan güneş ve pastoral bir Makedonya manzarası bulunuyor. Oval formlu ve üzerinde mukarnas alçı süslemelerin yer aldığı mihrabın iki yanında iki duvar saati; caminin son cemaat yerinde ise üç ahşap ve bir mermer sütun; onların hemen altında avluya doğru kenar çizgisi boyunca zemin döşemesi olarak kullanılmış, üzeri Osmanlı dönemine ait desenlerle süslü mermer panolar yer alıyor. Caminin bahçesinde bulunan mermer mezarda ise Rumeli müşiri Reşit Paşa yatıyor.


Şirok Sokak’tan İshak Çelebi Camisi’ne bakış

İshak Çelebi Camisi’nin önünden geçen caddeyi atlayarak hemen karşıda Saat Kulesi ve Yeni Cami’nin bulunduğu meydana doğru ilerliyoruz. II. Abdülhamit döneminde yapılmış olan Saat Kulesi’nin tepesine sonradan bir Ortodoks haçı monte edilmiş. Bir meydan okuma hali, Manastır’ın ortasında sürüp gitmekte hala. Yeni Cami’nin tam önünde; “Manastır’ın ortasında var bir havuz”; hemen biraz ötede “Manastır’ın ortasında var bir çeşme”; akmakta buz gibi suyu, şırıl şırıl; dayayıp ağzımızı çeşmeye içmekteyiz suyu; Manastır’ın kavurucu sıcağının ortasında kana kana…

19.yy. Manastır’dan bir kesit; Necati Cumalı’dan; yine Viran Dağlar’dan; yani Makedonya 1900

“Manastır’a “Küçük Paris”, bazen de “Balkanlar’ın Paris’i” derlerdi o dönemde. Tiyatrolarının, gazinolarının, lunaparkının ışıkları geç saatlere kadar aydınlatırdı göklerini. Drahor boyunda, Sultan Aziz’in yaptırdığı ünlü tiyatrosunun bulunduğu ana caddesinde yüksek yapılı çift atların koşulduğu landonlar, faytonlar sabahlara kadar tırısla gider gelir, kadınlı erkekli gülüşmelerin yaşama sevinci taşan yankıları kalırdı arkalarında. Böylesine coşkulu yaşam tutkunu bir kentin, siyasal atılımlarda da en önde yer alması olağandı. Nitekim eğlence yaşamının odağı olduğu kadar, tıpkı, Avrupa’nın Paris’i gibi Manastır da Balkanlar’ın özgürlük düşüncelerinin odağı oldu. 1890’larda sarayın baskısından yurtdışına göçen, Paris’e yerleşen Jön Türklerin yurtiçinde en güvenli merkezi Manastır’dı. Özellikle Manastır Askeri İdadisi, İstanbul Tıbbiyesi, Mülkiyesi ile birlikte Abdülhamit yönetimine, monarşiye başkaldıran en önemli devrim yuvalarından biri oldu. Sayısız kurbanlar verdi. Tutuklanan öğrencilerinin kimi Trablusgarp’a, Suriye’ye sürüldüler; kimi sürülmekle kalmayıp oralarda çektikleri hapis cezalarına çarptırıldılar. Sonunda monarşik yönetime silahlı başkaldırma Manastır’da patladı. Kolağası Niyazi Bey, 3 Temmuz 1908’de, 150 kişilik birliğiyle Manastır’ın kuzeybatısında Resne’de dağa çıktı. Onun bu ayaklanmasını üç beş gün içinde bölgede yenileri izledi. Ayaklanmaları bastırmakla görevlendirilen Şemsi Paşa, 8 Temmuz günü saraya telgraf çekmek için girdiği Manastır postanesinden çıkarken genç bir subay tarafından vurularak öldürüldü. 150 kişi ile dağa çıkan Niyazi Bey, yirmi gün sonra kendisine katılan Türk, Arnavut, Bulgar, Rum, Sırp gönülleriyle iki bin kişiyi bulan birliğinin başında Manastır’a indi, kenti teslim aldı. Ertesi gün, 24 Temmuz 1908’de Abdülhamit, meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı.”
(Viran Dağlar; Makedonya 1900; 2.Kitap; Necati Cumalı; Çağdaş Yayınları)

Saat Kulesi’nin önüne yapılmış, melek kanatlı Bitola’nın yeniden doğuşunu simgeleyen anıtı arkamızda bırakarak Manastır’ın en işlek caddesi Şirok Sokak’a doğru yürüyoruz. Şirok, Slav dillerinde geniş anlamına geliyor. Gerçekten de geniş ve araç trafiğine kapalı bir sokak burası. Her iki yanında, 19.yy.dan kalma neoklasik tarzda inşa edilmiş, iki katlı göz alıcı yapıları ve bitmek bilmeyen yaya trafiği ile insanın başını döndüren Şirok Sokak’ta önemli ülkelerin konsolosluk binaları yer alıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin konsolosluk binası da bu sokakta bulunuyor. Sokağın iki yakasında yol boyunca restoranlar, lüks alışveriş mekânları, barlar ve kafeteryalar uzanıyor. Bir binanın yan cephesindeki duvara monte edilmiş bir güneş saati dikkatimizi çekiyor.

Manastır’da Manakis biraderlerden Milton Manakis'in heykeli

Biraz daha ilerde ise Makedonyalı sinemacılar Manakis biraderlerden Milton Manakis’in heykelini fark ediyoruz. 1911’de Osmanlı Padişahı Sultan Reşat’ın Manastır’ı ziyaretini filme çekerek tarihe geçen bu öncü sinemacılar, o yıllarda Osmanlı tebaasına dâhil olmaları gerçeğinden yola çıkılarak, aslında Türk sinema tarihinin de ilk sinemacıları sayılmalıdırlar diye düşünüyoruz.

Rivayete göre; Şirok Sokak'ta Eleni Karinte'nin balkonlu evi 

Şirok Sokak’ta sarı ve kahverengi boyalı, iki katlı bir evin karşısında duruyoruz. “Mustafa Kemal’in sevgilisi Eleni bu balkonda otururdu” diyorlar. Manastır Askeri İdadisi’ne devam etmekte olan genç Mustafa Kemal; devrimci fikirlerin hayat bulduğu bu kentte ve bu sokakta dolaşırken, belli ki bu konağın önünden geçerken Eleni ile göz göze gelip bakışırlarmış. Rivayete göre zengin bir Rum tüccarının kızı olan Eleni ile evlenmelerine kızın babası Rum tüccar izin vermemiş. Bu imkânsız aşk da Şirok Sokak’a bakan iki katlı bir evin balkonuna takılı kalmış. Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mayasının yoğrulduğu Manastır Askeri İdadisi’nin ikinci katında Atatürk’e ayrılmış bir anı salonu yer alıyor. Bu salona girerken müze görevlisi elinize Eleni’nin Mustafa Kemal’e yazdığı iddia edilen bir aşk mektubunu tutuşturuyor. İşte o mektubun duygu dolu satırları;


Manastır’da Şirok Sokak

''Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt.

Manastırlı Eleni Karinte, bir gün tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır. Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum. Fakat balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.

Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağladım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı.

Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi söyledi. Ben kendisine, 'Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum' dedim. Babam beni hiç bir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim.

Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte'n.''

(Manastır Askeri İdadisi’ndeki müzede verilen Eleni’nin mektubundan)


Şirok Sokak’da kafeteryalar

Şirok Sokak’ı kendisine dik ve araç trafiğine açık birkaç cadde kesiyor. Sokağın sonlarına doğru Osmanlı döneminde yapılmış, eski Yugoslavya Cumhuriyeti döneminde de orduevi olarak kullanılan gösterişli bir binanın önüne geliyoruz. Bahçe duvarının önünde İkinci Dünya Savaşı’nda çarpışan partizanları temsil eden pazulu ve gürbüz bir partizan savaşçının heykeli yer alıyor. Sokak en sonunda büyük bir meydana açılıyor ve meydanda da Manastır Askeri İdadisi bulunuyor.

Manastır Askeri İdadisi, bugün müze olarak işlev görüyor. 19.yy.da yapılan Batılı çizgilere sahip iki katlı bir Osmanlı kışlası görünümündeki binanın üst katına iki yandan çalışan oval tırabzanlı mermer merdivenlerle çıkılıyor. İkinci katta Manastır Askeri İdadisi’nin bir zamanlar öğrencisi olan, Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e bir anı salonu ayrılmış. Türkiye Genelkurmay Başkanlığı bu odayı; Ata’yı anımsatan bir takım kişisel eşyası, onun hakkında yazılmış kitaplar, bir büstü, öğrenim belgelerinin tıpkı basımları ve muhtelif fotoğrafları ile tefriş etmiş. Salonda Atatürk’ün hayatını ve devrimlerini anlatan kısa bir film gösterimi yapılıyor. Bir de ziyaretçilerin duygu ve düşüncelerini yazabilecekleri bir anı defteri bırakılmış. Filmi, Atatürk’ün çileli hayat yolculuğunu ve mücadelelerini sanki ilk kez dinliyormuşcasına; yine tüm ziyaretçiler pür dikkat seyrediyorlar. Selanikli Mustafa’nın Manastır’da filizlenen ve sonraları Selanik ve İstanbul’da gelişen devrimci kişiliğinin hayatına yansıyan sonuçları üstüne herkes yeniden bir muhasebe yapıyor filmi izlerken.


Manastır Askeri İdadisi; şimdi müze

Anı Salonu’nu terk ederek müzenin yer aldığı yan salonlara doğru ilerliyoruz. Müzede; bir yandan çevrede yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen buluntular sergileniyor; diğer yandan da özellikle fotoğraflardan oluşan panoların ağırlıkla kullanıldığı Makedonya’nın 19.yy. ve 20.yy. yakın çağ tarihine ışık tutacak panoromik bir bakış sergileniyor. Bu panolarda dikkatlice atılacak bir tur, sizi Osmanlı’ya karşı 19.yy.da sürdürülen ayaklanmalarda Makedonya İç Devrimci Örgütü’nün komitacı liderleri ve onların mücadeleleri hakkında yeterince bilgilendirecektir.


Müzedeki gezintimizi tamamlayınca, Askeri İdadi’den ayrılarak yeni rotamız 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesine yol açan ayaklanmanın lideri Resneli Niyazi Bey’in memleketi Resne’ye doğru yola çıkıyoruz.


Şirok sokak manzaraları

Manastır yada Bitola; 19.yy.da özgürlük mücadelelerinin yeşerdiği kent. Yaşadığımız ülkenin kaderinde tuzu olan diyar. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen o büyük liderin yapıtaşlarının konulduğu kent; Manastır. Bizim için unutulmazsın.

Yine Hayri Demirovski’nin Bitola şarkısından bir bölümle sonlandıralım Manastır notlarını;

“Bitola, benim güzel memleketim
Ben sende doğdum, sen benim yârimsin

Bitola, benim güzel memleketim
Seni bütün kalbimle seviyorum
Bitola, benim güzel memleketim
Seni seviyorum, sana şarkı söylüyorum

Çok şehir ve kasabalar gördüm
Senden daha güzeline rastlamadım

Bitola, benim güzel memleketim
Seni bütün kalbimle seviyorum
Bitola benim güzel memleketim
Seni seviyorum, sana şarkı söylüyorum

“Hayri Demirovski; Bitola Doğduğum Yer şarkısından”



Manastır’dan Resne’ye

Resne; Ohri ve Prespa gölleri arasında, Roma döneminden kalan antik Via Egnatia rotası üzerinde; yaklaşık 900 metre yükseklikte kurulmuş; şimdi genellikle tek yada 2 katlı müstakil evlerden oluşan şirin ve küçük bir Makedonya kasabasıdır. 15.000 civarındaki nüfusun büyük çoğunluğunu Makedonlar oluşturur. Ayrıca, 3000 civarında Türk ve Arnavut yaşamaktadır. Kasaba tarihte aynı zamanda, Osmanlı döneminde II. Meşrutiyet’in ilanına yol açan Resneli Niyazi Bey’in önderliğinde yürütülen ayaklanmalar nedeniyle öne çıkar.



Resneli Niyazi Bey’in Resne’de yaptırdığı Saray

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ikbal hırsı ile hareket etmeyen; İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki liderliğinden de yeterli ilgiyi göremeyen ve Resne’ye çekilen Niyazi Bey, Paris’te görev yapan eski silah arkadaşlarının gönderdiği Versay Sarayı’nın fotoğraflarından esinlenerek Resne’nin bir anlamda sembolü olan Resne Sarayı’nı yaptırır. Ne yazık ki, kısa süren ve Arnavutluk’un Avlonya limanında hazin bir şekilde sonlanan hayatında bu sarayda doğru dürüst oturmak kısmet olmaz. Tedavi için İstanbul’a gemiyle gitmek üzere 29 Nisan 1913’de Avlonya limanına geldiklerinde; kendisi de Arnavut asıllı olan Niyazi Bey, belki bir İttihatçı komplo sonucunda yada Arnavutlara yeni iktidar döneminde yeterince destek olmadığını düşünen Arnavut çevrelerin kışkırttığı; yine kendisi gibi Arnavut asıllı olan ve İttihat ve Terakki tarafından görevlendirilen yakın koruması tarafından vurularak öldürülür. Bu olay sonrasında da; nasıl olduğu anlaşılamayan ve kim vurduya giderek ölen insanların ardından söylenen “Ne şehittir, ne gazi; b..k yoluna gitti Niyazi” deyimi dilimize yerleşir.


Resneli Niyazi Bey; II. Meşrutiyet sonrasında İstanbul’da meşhur geyiği ile birlikte(5)

Resneli Niyazi Bey Sarayı, Paris’te bulunan Versay Sarayı’nın bir benzeridir. Bina neoklasik tarzda inşa edilmiştir. Çatı katı ile birlikte üç katlıdır. Önden bakıldığında bina simetrik bir görünümde tasarlanmıştır. Binanın ön cephesinin her iki ucunda piramidal kubbeli iki kule yer almaktadır. Binanın orta bloğunun tepesinde de kenarlardaki iki kuleden daha yüksek ve oriantalist izler yaşıyan farklı bir mimariye sahip bir başka kule yer almaktadır. Binanın üst katlarına iki yandan tırabzanlı merdivenlerle çıkılmaktadır. Binanın alt katında; dünyanın birçok ülkesinden seramik sanatçılarının eserlerinin sergilendiği bir sürekli sergi salonu bulunmaktadır. Bina, bugün için genel olarak kültürel amaçlarla kullanılmaktadır. Saray; eski Yugoslavya ve Makedon Cumhuriyetleri döneminde zaman zaman restorasyonlar geçirmiş bulunmaktadır. Biz sarayı gezerken de binanın çatı katında benzer faaliyetlerin sürdürüldüğüne dair işaretler vardı.


Sarayın avlusu

Sarayı terk ettiğimiz anlarda; Resneli Niyazi Bey’in yaptırdığı ihtişamlı sarayı, yaşadığı dramatik hayatı ve arkasından hakkında söylenceye dönüşmüş hikâyeleri birlikte düşündüğümüzde yine de bu devrimci insanın hayatına dair boşlukta kalan noktalar olduğunu düşünmeden edemedik. En azından tarihte Hürriyet kahramanları diye bildiğimiz Mithat Paşa’nın, Talat Paşa’nın, Enver Paşa’nın kemikleri Cumhuriyet döneminde bir şekilde Türkiye’ye getirilmişti. Ancak bütün yaşananların ardından Resneli Niyazi Bey’in akıbeti bizim için hala meçhuldü; tıpkı dilimize pelesenk olmuş o sözdeki gibi “Ne şehittir, ne gazi; pisipisine gitti bizim Niyazi!” Bu da Cumhuriyetin kendi içinde taşıdığı o gizemli şifrelerinden biri olsa gerektir; diye düşündük ve geçtik.


Dipnotlar:
(1)    Ortodoks Hristiyan Slavlar, Aziz anlamında Sveti sözcüğünü kullanıyorlar. Kısaca Sv. İle temsil ediliyor. Saint yada Agios gibi…
(2)    Galicica; yerel rehberin anlatımına göre Makedonca “iki gölü okşayan dağ” anlamına geliyormuş.
(3)    İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları; ARBA Yayınları; arka kapaktaki tanıtım bilgilerinden yararlanılmıştır.
(4)    Hayri Demirovski’nin fotoğrafı, http://alek-careca.blogspot.com/2009/10/in-memoriam-ajri-hayri-demirovski.html adresinden alınmıştır.
(5)    Resneli Niyazi Bey’in fotoğrafı http://pinterest.com/peramuzesi/from-konstantiniyye-to-istanbul-konstantiniyye-den/ adresinden alınmıştır.
(6)    Yukarıda adresleri verilen iki fotoğraf dışında kalanların tümü İ.Fidanoğlu tarafından 2012 Yazı’nda çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: M.YC






2.Kısım sonu


3 yorum:

  1. Merhaba. Öncelikle hem kaliteli yazılarınız, hem de bunları paylaştığınız için teşekkürler.

    Kadishon.com'da ailecek (40 kişi) yapmaya hazırladığımız Balkan Turu için ekibi hazırlamak amacıyla yazılar hazırlıyorum.

    Hem yazılarınıza link vererek tavsiye etmek, hem de göreceğimiz yerlerden birkaç fotoğrafınızı kullanıyorum. Uygun bulmazsanız da söyleyin hemen çıkarayım.

    Link şöyle: https://kadishon.com/buyuk-balkan-turu/

    YanıtlaSil
  2. Merhabalar... Olur mu hiç uygun bulmamak... Tabii ki uygun buluruz. Ayrıca bloğumuzu sizin gibi yeni arkadaşların ziyaret etmesinden ve yararlanmasından mutlu oluruz sadece. Amacımız yaşadıklarımızı ve bilgiyi paylaşmaktır. Kötü amaçlı kullanım olmadıkça her türlü paylaşımı rahatlıkla yapabilirsiniz. Bloğumuza ilgi duyduğunuz için ayrıca sizlere teşekkür ederiz. Katkılarınızın devamını dileğiyle... İF

    YanıtlaSil
  3. Eşimle bu kez birlikte baştan sona okuduk bu yazınızı keyifle. İyi ki gezmiş, iyi ki yazmışsınız, elinize sağlık..

    YanıtlaSil