11 Mart 2012 Pazar

SÖKE’DEN ÖTEYE MENDERES’İN SULAK ALANLARI VE ON İKİ İYON KENTİNİN KÜÇÜĞÜ: MYUS


11 Mart 2012
İbrahim Fidanoğlu

Myus; İlkçağda Ege denizi kıyısında diğer kıyı yerleşimlerine göre daha içte ve daha saklı bir konumda yer alan bir yarımada üzerinde kurulmuş, şimdilerde ise tarih boyunca Büyük Menderes ırmağının taşıdığı alüvyonlarla denizden uzaklaşarak kalıntıları Söke-Bodrum karayolunun 15 km. kadar doğusunda, karada kalmış bir ören yeridir. Karayolundan Myus levhasından saptıktan sonra hemen Sarıkemer’e gelinir. Belde; adını Büyük Menderes üzerinde yer alan, büyük ihtimalle deve kervanlarının geçtiği Osmanlı dönemi yapısı olan kemerli alçak bir taş köprüden almaktadır. Menderes’in sürüklediği çamurların taş köprüye sıvanması ve bunun kuruduktan sonra aldığı sarımsı renk nedeniyle buraya Sarıkemer dendiği en muhtemel rivayettir.

 Sular altındaki Sarıkemer köprüsü

Sarıkemer’den sonra Beşparmak Dağları’ndaki madenlerden kalsit ve kuvars taşıyan madenci kamyonlarının bozduğu asfalt yoldan ilerleyerek Avşar köyüne gelinir. Bu yöredeki köylerde yaşayanlar Karakeçili yada Sarıkeçili aşiretlerine mensup zamanın göçer aşiretleridir. Yüzyıllar boyunca dağlarda hayvanlarının peşinde dolaşan bu insanlar, giderek dağ köylerine yerleşmişler; yörede ticari ilişkilerin ve ulaşım olanaklarının gelişmesi ile nispeten göçlerinde daha çağdaş ulaşım araçlarından faydalanır olmuşlar. Bu köylüler yakın zamana kadar hayvanlarıyla birlikte Söke’ye tren istasyonuna göç katarlarıyla inerler ve yaylaya çıkacakları yerlere buradan trenlerle giderlermiş. Yörede arıcılık, yaygın bir geçim kaynağıdır. Arıcılık yapmak için çiçek zamanı; bahar aylarında köylüler, Afyon çevresine gidiyorlar. Ay çiçeği zamanı yaz aylarında da Edirne ve civarına kovanlarıyla göç ediyorlar. Yani göç geleneği hala günümüzde de sürüyor diyebiliriz. Avşar köyünde yöreye özgü tipik evleri görmek mümkündür. Evlerin çatılarında Muğla (kulübe şeklinde, üçgen çatılmış kiremitlerle yapılan) ve Milas yöresine özgü (Gümüşkesen Anıtı’ndan esinlenilen, pencereli odacıklar şeklinde) iki ayrı tipte bacayı görmek mümkündür. Burası bu anlamda iki kültürün geçişkenliğinin olduğu bir bölge olarak tanımlanabilir.

 Avşar köyünde Büyük Menderes’in taşkın alanları

Büyük Menderes ırmağının denize döküldüğü yerde, nehrin yatak değiştirmesi ve taşıdığı alüvyonların eski koy ve körfezlerin önüne tıkayarak denizden ayırması sonucunda irili ufaklı pek çok göl ve lagün oluşmuştur. Bir kısmı; Söke ovasını taşkından koruma çalışmaları sırasında kurutulduğu için sadece kış ve ilkbahar mevsimlerinde su bulundurabilen bu göller sırasıyla; Serçin köyü batısındaki Yazır Gölü, Sarıkemer Köyü güneyindeki Karagöl, Azap köyünün kuzeybatısındaki Avşar ve Azap Gölleri, Emirler Köyü güneyindeki Karacahayıt Gölü ve Menderes deltasında yer alan lagünlerle birlikte bölgenin en önemli sulak alanlarından olan Bafa gölüdür.

Myus’un konumlandığı yarımadanın gerisindeki körfez, günümüzde tamamen doğal bir yapıda olan Azap Gölü olarak hayatını sürdürmektedir. Avşar köyünden göle kadar Büyük Menderes ırmağının bir göle dönüşen taşkın alanlarını izledik. Bu dev bir göle dönüşmüş aslında Büyük Menderes ovasının tarlalarını oluşturan alanda köylülerin balık ağlarını toplamakta olduklarını gördük. Öğrendiğimize göre kış aylarında Avşarlı köylüler tarafından bu tarlalarda serpme ağ ile Menderes’in taşkın sularıyla birlikte gelen Ulubat balığı avlanırmış. Burada bütün su dolu tarlaların üzeri, beyaz renkli çiçekleri olan ve suyla beraber büyüyen bir su bitkisi ile kaplanmış. Bunlara yörede “Babaçe” deniyor. Uzaktan görüntüsü sanki suyun üstüne kar taneleriyle kaplanmış gibi görünüyor. Avşar köyü, leylek koruma alanı olarak da dikkat çekiyor. Köy girişinden itibaren elektrik direklerinin üstüne monte edilmiş metal tavaların üzerlerinde baharın ilk leyleklerini yuvalarının içinde görüyoruz. Bu köyün bir diğer ilginç yönü de askere giden Yörük delikanlılarının yavuklularına hitaben sevgi ve kahramanlık dolu dizelerle doldurdukları köy evlerinin duvarları diyebiliriz. Köy halkı da bu dizelere sahip çıkıyor ve duvarları badanalasalar dahi Yörük delikanlılarının yürekli satırlarını silmiyorlar.

 Azap Gölü ve baharın habercisi çiriş otları

Myus kentinin yer aldığı yarımadanın ardında yer alan Azap Gölü ise; 3-4 m. derinliğinde, doğal çevresi iyi korunmuş, değişik kuş türlerinin yaşadığı doğal hayatın sürdüğü bir yaşam alanı. İçinde yer alan sazlıklar son yıllarda yöre halkının geçim kaynağı haline gelmiş. Bunlar sepet örmede kullanılıyormuş. Bu yüzden de bu yıl gölde pek fazla sazlık bitkisi kalmamış. Babaçeler bu gölün suları üzerinde de yer alıyor.

Antik Myus kentinin kuruluşu Anadolu’ya İyon göçünün orta Ege kıyılarına ulaştığı döneme iner. Bu göç nasıl ve hangi nedenlerle başlamıştır? İ.Ö.1180 yıllarında ana yurtlarından insanlar neden ve nasıl ayrıldılar? Bu zamanlarda Atina’da, Argos ovasında, Fokis’te yaşayanlar hangi dinamiklerin etkisi altındaydı?

Troya 7A’dan çıkarılan seramikler arasında Miken seramiği açısından zengin buluntular elde edilmiştir. Troya 7A’nın bir savaş sonrası yıkıldığı, bunun üzerine Troya 7B’nin tesis edildiği görülmektedir. Oysa Troya 7B’yi kuranlar Troya7A’dakilerden daha barbar ve yıkıcı idiler. Bunu da yine Troya 7B’nin kalıntıları içinden çıkarılan seramiklerin çok daha kaba seramikler olmasından anlıyoruz. Bilim çevreleri tarafından bunların Trakyalı halklara mensup bir kavim olduğu iddia ediliyor. Bu dönemde Anadolu’da Hititlerin egemenliği sürmektedir. Trakyalı kavimlerin göçü Hititler’i bir bilardo topu gibi Toroslar’ın arkasına doğru itmiştir. Anadolu’nun batısındaki Hititler’den boşalan yerlerde ise Frigler ve Kral Giges’e dek sürecek Lidya dönemi ortaya çıkmıştır. Aynı mekanizma, Yunanistan yarımadasında da çalışmış ve Trakyalı halkların bir kolu bu yarımada boyunca güneye yönelmişlerdir. Bunlar; demiri işlemesini bilen, demirden yapılmış güçlü silahları olan, oldukça savaşçı ve barbar kavimlermiş. Dar Atina ovasından (Attika / Tebai ovası) Trakyalıların baskısı ile çıkan nüfus hareketi, Batı Anadolu’ya yönelerek Ege kıyılarında koloniler oluşturmuşlar.

 Azap Gölü; arkada Beşparmaklar

Kolonizasyon yolculuğuna çıkarken, öncelikle soylu bir önder olması gerekiyordu. Bu soylu kişi, varılacak yerdeki kentin (apoikia) kurucusu olarak anılacaktır. Bu soylu öndere ktistes; onunla birlikte göç edenlere ise apoikistes denmekteydi. Evlilerden oluşturulan 200 kadar kişinin (bu yolculuğa evlenmemiş olanlar çıkamazdı) yer aldığı bu kolonistler, 4-6 gemiye binerek Batı Anadolu’ya doğru Sisam (Samos) adasının arka planında yer alan ve Kıta Yunanistanı’na doğru uzanan diğer adaları izleyerek Batı Anadolu kıyılarına ulaştılar. Girit’in Milawanda kıyıları olarak adlandırdığı Batı Anadolu kıyılarında çıktıkları bölgeleri Mikenli gemicilerin ticaret bilgisi sayesinde kolonize ettiler. Falcılık ve kehanetin; bu göç hareketlerinde önemli bir fonksiyonu bulunmaktaydı. Kolonistler; köklerini İyonların ortak atası olan Atina Kralı Kodros’a dayandırarak kendilerine bir soyluluk ve ayrıcalık kazandırarak bu kentleri kurdular ve kendi kent mitolojilerini kehanet düzlemi üzerine oturttular. Kentlerin kuruluşunda dahi bu fal kültürü yerini almıştır. Örneğin mitolojiye göre daha kuzeyde, Aiol bölgesinde; Menemen yakınlarındaki Temnos kentini kuranlara falcıların “arabanın tekerleğinin kırıldığı yerde kenti kurun” dedikleri ve buranın Temnos kentinin kurulduğu yer olduğu rivayet edilir.

 Myus’un üzerinde yer aldığı yarımada ve Bizans Kalesi

Yine Efes kentini kuran kolonistlerin kehanet hikâyesinde balık ve domuzlar yer almaktadır. Hikâye şöyledir: “Kral Kodros’un oğlu Androkles’in önderliğindeki kolonistler karınlarını doyurmak için mola verirler. Tuttukları balığı pişirmek için ateş yakarlar. Ateşten bir kıvılcım sıçrar. Büyüyerek ilerleyen ateşten kaçan çevredeki domuzların peşinden ilerleyen kolonistler Efes kentinin bulunduğu yere ulaşırlar ve kenti buraya kurarlar. Efes’te bulunan bazı mermer kabartmalarda bu mitolojik hikâye resmedilmiştir. Yani bu kehaneti inanç dünyalarına ve sanatlarına taşıyarak yaşamlarının bir parçası haline getirmişlerdir.”

Genel olarak; İyonlar Batı Anadolu kıyılarında elverişli bir yarımadanın kolonize edilmesi suretiyle kentleri kurmuşlar ve bu topraklara yerleşmişlerdir. Samos adası, Kıta Yunanistanı’ndan Batı Anadolu’ya geçişin önemli bir çıkış noktasıdır.

 Bizans Kalesi’nin içi ve seğirtim yerleri

Kıta Yunanistanı’nında başlayan göç kolunun öteki ucu; köprünün öteki başı yarımada – liman – körfez kenti ortak özelliklerine sahip diğer kentlere göre Myus; eski Ege Denizi’nin en dibinde yer alan ve diğer kıyı kentleri ile karşılaştırıldığında oldukça küçük bir nüfusa sahip bir kentti. Myus; Öteki İyon kentlerinde olduğu gibi kökleri etnik olarak Atina Kralı Kodros’a bağlanan, bu kralın soyundan gelen Kydrelos adında bir soylu önder tarafından kurulduğuna dair bir başlangıç öyküsü bulunmaktadır. Myus kenti, küçük bir kent oluşu nedeniyle bölgenin en eski gücü olan Miletos’un yönetiminde kalmıştır.

Depremler, sıcak sular, kötü kokular ve mağaraların içinden gelen kükürt gazları tüm Menderes Grabeni boyunca ortaya çıkan Karonyonlar Ülkesi anlatımına temel teşkil etmektedir. Dünyanın güzel yüzünden öteki karanlık yüzüne, yeraltı dünyasına (Tartaros – Cehennem) geçişin temsil edildiği karanlık kaplıca deliklerine bu yörede de rastlanmaktadır. Cehennem Kayıkçısı (Kharon); Tartaros’a giden yolcuyu bir kayıkla öteki dünyaya, karanlıklar ülkesine geçirir. Bu iş için, Cehennem Kayıkçısı bir tür navlun alır. Bu inanış da gerçek hayatta ölülerin ağzına sıkıştırılan altın ya da gümüş madeni paralarda temsil edilir. (Bölgedeki örnek Karonyonlar: Pamukkale – Hierapolis’teki Apollon Tapınağı yanındaki delik; Nysa yakınlarında AkharahaPluto Tapınağı yakınlarındaki mağara; Myus civarındaki karonyon v.b.)

 
Antakya’da St. Pier Kilisesi’nin üzerindeki kayalara oyulmuş Cehennem Kayıkçısı Kharon

Bölgenin Persler tarafından işgal edildiği dönemde, M.Ö. 499 yılında Megabates adlı komutanın emrinde 200 savaş gemisinin Myus önlerinde demirlemesi ile tarihsel kayıtlara geçmiştir. Perslere karşı yapılan İyon ayaklanması sırasında, M.Ö. 494 yılındaki Lade savaşında Myus, yalnızca üç gemi ile temsil edildiğine göre kentin topoğrafyasına uygun biçimde gücü önemsizdi. Kentin anlaşıldığı kadar gücü, eski bir yerleşim birimine ve eski ticaret yollarına dayanmamaktadır. Perslere karşı oluşturulan Delos Adası merkezli Delos Birliği (zamanın NATO’su) için yalnızca bir talent (zamanın para birimi) ödeyerek katkı koymuştur. Salamis savaşının kahramanı iken anayurdu Isparta’dan sürülmüş ve gözden düşmüş bir asker olan Themistokles’e; Persler’e sığındığında kendisine armağan olarak Myus kenti verilmiştir. (M.Ö. 390-400 yılları) Pers Kralı Ksarkes, Themistokles’e cömert davranıp dalyan gelirlerini bağışlamış. Persler; Themistokles’e Myus’u katıklık (balık, zeyin, çam fıstığı v.b.) Lapseki’yi (Lampsakos) şaraplık, Magnesia’yı ise ekmeklik üretimi için vermişler. Makedonya Kralı V. Philippos ise bu küçük kenti, aldığı yiyecek desteğine karşılık Magnesia kentine vererek bir armağan niteliğine dönüştürmüştür.

Hellenistik çağda ise Miletos’un egemenliği Myus’da pekişmiş, Hz. İsa’nın doğum yıllarına doğru (0 yılı) ise kent yalnızca 30 stadialık (1 stadia yaklaşık 190 metre olarak verilmektedir) bir azmaktan gidilebilen eski bir örene dönüşmüştü. Myus’a kayıkla gidilebildiğini bildiren kaynak coğrafyacı Strabon’dur. Bir başka kaynak Pausanias’a göre; kentin önünün Büyük Menderes’in alüvyonlarıyla kaplanması sonucu önemini tamamen yitirince, Myus halkı, Miletos’a taşınmış, Myus dolan limanları nedeniyle terk edilmiş. Yine Pausanias’a göre Myus’ta beyaz mermerden yapılmış bir Dionysos tapınağı bulunmaktaymış. Myus’un taşınması öyküsüne uyacak biçimde Miletos kent kazılarında Theodore Wiegand tarafından; tiyatroda, Athena Tapınağı’nda kimi mermer parçalar ele geçmiştir ki, bunların Myus’un önde gelen tanrısı Apollon Terminthius’un tapınağından gelmiş olabileceği ileri sürülmektedir.

 Bizans Kalesi’nden bir görünüm

Kent topoğrafyası, kuzeye doğru uzanan bir yarımada ve bu yarımada önündeki küçük bir tümsekten oluşur. Kentin yarımada üstündeki kalıntıları, İ.Ö. 4.yy. ve Hellenistik döneme ilişkin olmalıdır. Öte yandan ana kentin yerleşiminin bulunduğu tepeyi bir Bizans Kalesi belirler. Bu kalenin Bafa dünyasına geçişte bir güvenlik noktası olduğu söylenebilir. Yaklaşık İ.S. 8.-13. yy.lar arasını bildiren kalenin duvarlarında eski Myus’un mimari parçaları izlenir. Kale surlarının içten kemerlerle kalınlaştırılmış tekniği (seğirtim yerleri-kale duvarları içinde yürümeye sağlayan sekiler) ise Bafa gölündeki manastırların pek çoğunda, dış duvar mimarisinde de tekrarlanmıştır. Güney burçlarından birinin altında görülen fresko kalıntıları nedeniyle burasının küçük bir kilise (şapel) olabileceğini söylemek olasıdır.

Myus’a ilişkin kalıntıların en önemlileri, kentin bir zamanlar denize burun yapan kesiminde bulunur. Burası iri taşlarla teraslanmış, alttaki grano-gnays kayalar traşlanarak bir tapınağın hazırlıkları yapılmıştır. En uçtaki tapınağın temellerine ve naos (tapınağın tanrı heykelinin yer aldığı en kutsal bölümü; kalbi) bölümüne ilişkin kalıntılar, Alman arkeolog Hans Weber tarafından tüm çevresi (peripteros) sütunlu bir İyon tapınağı olarak değerlendirilmiştir. Otlar arasında görülen keskin kenarlı yivli mermer sütun, Arkaik çağın görkemli yapısının tek tanığıdır. (Dor tipi sütundan İyon tipi sütuna geçiş) Tapınak küçük ölçekte de olsa 6*10 sütunlu bir yapıdır ve bu yapıya ait mimari parçalar kale duvarlarında izlenmektedir. Ayrıca bugün Berlin’de bulunan at arabası yarışı sahneli mermer kabartmaların bu yapıyla ilintili olduğu sanılmaktadır. Sütunların kaidelerinin Ephesos tipinde olması, yöredeki yapı geleneğinin kökeninin görkemli Artemis tapınağına dayandığını göstermektedir. Söz konusu özellikler, Kroisos’un (Krezüs) yardımları ile İ.Ö. 560 yıllarında inşa edilmeye başlanan Artemision’un etkisi olarak açıklanabilir. Buna göre Myus’daki tapınak, İ.Ö. 6.yy.ın ortasına tarihlenmektedir. (M.Ö. 560 yılları; Lidya uygarlığının çöküşü sonrası ilk İyon tapınaklarının inşa başlangıcı) İlk terasın üstündeki ikinci tapınağın ise geç Arkaik dönemde inşaatına başlanmış olup tamamlanmadığı gözlenmektedir. Planı yeterince belirlenemese de bu yapının kaba sütunları ile temel izleri, yine traşlanmış kaya yüzeyinde görülebilir. Tapınakla birlikte düşünülmüş bir Arkaik çağ nişi doğal kayaya açılmış olup kale ile düzlem arasında yer alır. Pausanias’ın gördüğü Dionysos Tapınağı, yazarın aktarımına göre en alttaki yapı olmalıdır. Oysa Hans Weber’in belirlediği olasılıklar şöyledir: Alttaki tapınağın Dionysos’a adandığı yolunda kanıtlar yoktur. Weber’e göre yapı Poseidon yada yazıtlardan adı bilinen Apollon Terminthius’a ait olabilir. 1964 yılında yapılan Myus kazıları kentteki ikinci dönem araştırmalardır. İlk kazılar, Th. Wiegand tarafından 1908 yılında yapılmıştı. Weber’in kazılarında anıtsal ölçülerde Arkaik çağdan bir genç heykeli (kuros) parçası ile Kıbrıs kökenli kireç taşından heykelcikler ele geçirilmiştir. (*)

 Bizans Kalesi; zeminde yer alan gnays kayalar

(*) Yazıda yer alan Myus ile ilgili arkeolojik bilgiler, 2003 Mayıs ayında Ebruli Tur ile Arkeolog Şükrü Tül rehberliğinde antik kente yapılan bir gezi esnasında tutulan notlardan yararlanılarak hazırlanmıştır. Resimler 11 Mart 2012 tarihinde İ. Fidanoğlu tarafından çekilmiştir. Antakya’daki Cehennem Kayıkçısı Kharon fotoğrafı http://www.kayihanzeybek.com/gezi_antakya_halep_3.htm adresinden alınmıştır.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC

2 yorum:

  1. çok güzel bilgiler paylaşmışsınız. hani derler ya "küçük şehirlerin hikayeleri " diye myus un hikayesi de öyle. teşekkürler.

    YanıtlaSil