28 Aralık 2011 Çarşamba

KEMALPAŞA - DEREKÖY MAHMUT DAĞI YÜRÜYÜŞÜ

                                                                                                            
 28 Aralık 2011
Sabah 8.30’da Bornova’dan ayrıldık. Sabah ayazında Kemalpaşa yoluna koyulduk. Sıcaklık Bornova’da yaklaşık 5 dereceydi. Kemalpaşa, rakım olarak İzmir’e göre daha yüksekte yer aldığı için sıcaklık 1 dereceye kadar düştü. Kemalpaşa – Torbalı yolu üzerindeki Karabel geçidini geçer geçmez Dereköy’e saptık. Dereköy, Kemalpaşa’nın şirin köylerinden biri. Zeytin ve meyve üreticiliği, arıcılık ve kısmen küçükbaş hayvancılık köyün en önemli geçim kaynaklarından. Son zamanlarda İzmir’den gelerek buraya yerleşmeye başlayan ve kır evleri yaptıran sakinler bulunsa da, esas olarak köy göçe kapalı bir yerleşim olarak dikkati çekiyor. Bu hassasiyet, genellikle Karabel’den Torbalı yönüne doğru Mahmut Dağı’nın eteklerine bir inci dizisi gibi dizilmiş bu köylerin ortak bir özelliği olarak görünüyor.

Yürüyüş rotası 15900m
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Köyün içinden geçerek, Mahmut Dağı’nın hemen eteklerinde yer alan ve köye aynı zamanda su sağlayan; sanki bir Fethiye – Saklıkent prototipi görüntüsü veren kaynağa doğru yürüdük. Ormana doğru köy çıkışında köyün köpekleri peşimize takıldılar. Sabah ayazında her tarafı kırağı kaplamıştı. Yolun üstünde ayaklarımızın altından kart kurt sesleri eksilmedi ve bu durum bize nedense pek ironik geldi.


 Su kaynağı

Su kaynağına uğradık ve geçen yıl Mahmut Dağı’nın kuzey yönüne düşen rotamızın aksine güneye döndük ve hemen tırmanmaya başladık. Yaklaşık 1 saat süren tırmanış kızıl çamlardan oluşan bir ormanın içinde devam etti. Ufuk çizgisine eriştiğimiz noktada karşımızda Nif Dağı, sol yanında Vişneli köyü ve önünde Kemalpaşa – Torbalı ekseninde uzayıp giden ova ile karşılaştık. 


Aşağıda Gökyaka, Cumalı ve Yeşilköy’ü uzun süre orman yolundan yürürken izleyebildik. Yol boyunca giriş yönünü güneye çevirmiş arı kovanları dizi dizi uzanıyordu. 

Gökyaka köyü 
Bir süre sonra kuzeydoğuya yönelen yol, Mahmut Dağı’na benzettiğimiz ancak ondan daha alçak ve kireç taşından bir tepenin etrafında döne döne ilerledi. Bayındır yönünde uzanan dağ silsilelerinin kıvrımlarında kıvrıla kıvrıla ilerleyen orman yollarına öğleye doğru yükselen güneşin kuvvetli ışığı vuruyordu. Sabah her yanı sarmış olan kırağıdan özellikle güneş ışıklarını doğrudan alan yüzeylerde eser kalmadı, ama bu nedenle toprak dönüş yolunda neredeyse yer yer cıvıklaşmıştı.


Küçük dere başında yemek molası

Öğle yemeği molasını Mahmut Dağı’nın sağ yanındaki sırtlarda gözlemlediğimiz geçen haftadan kalan kar kütlelerinin eriyerek beslediği küçük bir dereciğin başında güneşe karşı verdik. Suyun şırıldayarak akışı kayrak taşların üstüne kurduğumuz soframızda yemek boyunca bize sürekli eşlik etti, Yaklaşık 700 metrelik bir rakımda yediğimiz yemek sonrası geri dönüş yolculuğuna başladık. Molaya kadar 2,5 saatlik yürüyüşümüz, mola sonrası başlangıç noktasına kadar yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Hesabımıza göre yaklaşık olarak 16 km. kadar yol yürüdük.


Yeni yavrulayan keçi ve koruyucusu çoban köpeği

Dönüş yolunda üç köpeğin koruduğu bir keçi sürüsü ve sürüden biraz geride kalmış ve yeni doğum yapmış bir keçi ile yavrusunu gördük. Bizi sürekli kollayan köpekler, sürünün gerisinde kalmış bu keçiyi ve yavrusunu biz sürüden uzaklaşıncaya kadar beklediler ve havlamaya devam ettiler.



Köye; arabanın yanına vardığımızda saat 15 olmuştu ve köydeki ilköğretim okulunun öğrenci servisleri öğrencileri çevre köylerdeki evlerine dağıtmak üzere okuldan ayrılıyorlardı. Biz de şifalı suyundan yanımızdaki şişelere doldurmak üzere Karaot köyüne doğru yola çıktık. Karaot köyüne varışımızda suyun bekçisi kara gözlüklü Zeki ile iki çift gevezelik ettikten sonra dev çınar ağacının çıplak gövdesinin dibindeki köy kahvesinde çayımızı içtik. Bidondan bozma odun sobasının yanında çayımızı yudumlarken sobanın yüzümüze vuran kızgın ateşinin etkisiyle yürüyüşün tatlı yorgunluğunu daha fazla hissettik.



Çay faslından sonra Karaot’tan ayrıldık ve Dağkızılca – Doğancılar – Kırıklar ve Belenbaşı üzerinden Aydın – İzmir otoyoluna ulaştık.



Yazan: İ.F
Düzenleyen: MYC

Daha fazla fotoğraf için tıklayınız.

21 Aralık 2011 Çarşamba

KEMALPAŞA - OVACIK YAYLASI ORMAN İÇİ YÜRÜYÜŞÜ


21 Aralık 2011

Ovacık; İzmir'in Kemalpaşa ilçesine bağlı, yayla özelliği gösteren, Turgutlu Bağyurdu (eski Parsa) -Bayındır geçiş güzergâhında yaklaşık 780 metre rakımda bulunan bir köydür.

Kemalpaşa Ovacık yürüyüş rotası 7km
(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Geçimi meyvecilik; özellikle kiraz, kestane ve cevizdir. Anıt ağaç olarak niteleyebileceğimiz asırlık kestane ağaçlarına sahiptir. Bunların içinde 800 yaş civarında olanları bile var.

Ovacık'ta anıt kestane ağacı



Ayrıca orman ürünleri bakımından zengin olduğundan, hem fidancılık, hem de ağaç kesiminin birlikte yürütüldüğü bir üs konumundadır. Cumhuriyetimizin başlangıç yıllarında, dönemin İzmir Valisi Kazım Dirik tarafından yaptırılan çok güzel bir çeşmeye ve kaynaktan gelen nefis bir suya sahiptir. Bu su, yazın çınar ağaçlarının altında çaylarını yudumlayan insanların ve yolcuların ihtiyaçlarını ziyadesiyle karşılamaktadır. 

Çevrenin baharda, yeşilin her tonuyla bezenmesi doğaseverlerin ilgisini buraya çekmekte, dağcılar için her mevsim uygun güzergâhlar sunmaktadır.

Ovacık'ta çeşme

Biz ekip olarak üç seneden beri bu çevreye düzenli olarak doğa yürüyüşleri yapmaktayız. Bu günkü yürüyüşümüz kısa olmasına rağmen, kısıtlı bir zamanda hedeflenen noktaya seri ve hızlı bir tempoyla varılmasıyla sonlandırıldı. Yürüyüş öncesi ovada 14 derece olan ısı, yaylada 6 dereceye kadar düştü.


Ovacık orman yolunda...


Hava kapalı olmasına rağmen, tırmanırken zaman zaman açtı. Dönüş yolunda yağmurun bir ara tatlı tatlı ıslatmasına karşın tertemiz bir hava, farklı türden çam ağaçlarının her tondaki yeşil renkleri, kestane ağaçlarının altın sarısından kızıla dönen yaprakları, güçlü adımlarımız altında ezilen sağa sola saçılmış kestane dikenleri anı yaşayan yürüyüşçülerin zihinlerinde dağa kaçmalarının farklı düşsel imgelerini oluşturuyordu.



Bu duygularla köy kahvesine vardığımızda, gecikmiş öğlen yemeğimizi, sıcak sobanın etrafında yerken, ıslak üstümüzün kuruduğunun farkına bile varamadık. Dönüş yolunda tadı damağımızda kalan gezinin bir sonraki ayağının Dereköy - Mahmut Dağı güzergâhı olacağını çoktan herkes hafızasının bir köşesine işaretlemişti.




Yazan: Aybey Çini
Düzenleyen: MYC





13 Aralık 2011 Salı

BORNOVA KURUDERE - YAMANLAR YÜRÜYÜŞÜ


13 Aralık 2011
Mehmet Yavuzcezzar

Sabah çoğu zaman olduğu gibi 8.30'da, Bornova’ya bağlı 20-25 haneden oluşan ve daha çok küçükbaş hayvancılıkla geçinen küçük bir dağ köyü Kurudere’ye gitmek üzere yola çıktık. 
Hava kapalı, zaman zaman yağışlı ve sıcaklık 10 derece civarındaydı.
Kurudere’ye gidebilmek için önce İzmir-Manisa yolunun yaklaşık 12. km.sindeki Sarnıç Köyüne ulaştık. 

(Google Earth'de çizilmiştir. by MYC)

Hedefimiz Sarnıç’ın yaklaşık 3 km batısında yer alan Kurudere idi. Ancak İZSU’nun burada yaptığı çalışmalar nedeniyle yolumuzu biraz uzatmak zorunda kaldık. Geri dönüp Sabuncubeli Gökçeler Köyü yolu üzerinden Kurudere’ye vardık. Aracımızı köy camisi önüne park ettiğimizde kapısını çaldığımız ilk evdeki köylü ekmeğini bizimle paylaşma nezaketini gösterdi, zira küçük bir sorunumuz vardı; “ekmek almayı unutmuştuk”.

Saat 9.45 gibi 700m rakımlı Kurudere’den yürüyüşümüze başladık. Önce dere yatağında ve kayalar arasında batıya doğru 1 km kadar yürüyerek Kurudere - Karagöl orman yoluna ulaştık. Bu sırada hava soğuk ve sisli, yağmur "ha yağdı ha yağacak" idi.

Siste Kurudere'den Yamanlar'a doğru 

Yürüyüş boyunca sis hep bizimleydi, zaman zaman dağıldığında yönümüzü belirlemeye çalıştık.

Keçiler

Yol üzerindeki sürüsünü otlatan çobanla birkaç dakika sohbetten sonra, sisler arasındaki çeşmenin suyundan tadıp biraz soluklandık. 

Çeşme 

Yürüyüşümüzün yaklaşık 7.km.sinde saat 12 sularında zemininde yosunlu kayaların bulunduğu ormanlık alanda yemek molası verdik. Bu sırada sıcaklık 5 derece ve yükseklik yaklaşık 950 m idi.

Yosunlu kayalar 

Hava soğuk ve yerler ıslak olduğundan yemeğimizi kayaları masa olarak kullanıp ayakta yedik, termoslarda getirdiğimiz tarhana çorbası ve çay içimizi ısıttı. Yaklaşık 45 dakikalık mola sonunda dönüş için bize bolca enerji sağladı. 
Soğuk, sisli ve her an sağanak başlayacak gibi görünen hava nedeniyle, Karagöl'e doğru yürümeyip geri dönmeye karar verdik.

Aşağıda Kurudere ve taşocağı 

Dönüşte zaman zaman çiseleyen yağmur altında en çok 990m yükseklik ölçüp yaklaşık iki saat yürüdükten sonra 14.15 sularında aşağıda Kurudere ve az ilerisinde taş ocakları  makinamızın kadrajına girdi.

Köye vardığımızda arta kalan ekmeklerimizi köyün köpekleriyle paylaşıp, ikindi namazını yalnızca iki cemaatiyle birlikte kılan Uşak’lı cami imamıyla bir çift laf ettikten sonra, yağmura yakalanmadan aracımıza binip günü sonlandırmak üzere Belkahve’deki çay bahçesine doğru yola koyulduk. 
Çay bahçesine vardığımızda gök delinmiş, sağanak başlamıştı...




Yazan / Düzenleyen: MYC



12 Aralık 2011 Pazartesi

LÜBNAN GEZİ NOTLARI

İbrahim Fidanoğlu
Genel


7 Aralık 2011 gecesi İstanbul’dan yaklaşık 1 saat 45 dakika süren bir uçak yolculuğu sonrası Beyrut Refik Hariri Uluslararası Hava alanı’na indik. Akdeniz üzerinden şehre doğru alçalırken sabah yağmura dönecek bulutlu bir havada da olsa, Dağ’ın yamaçlarından Doğu Akdeniz’e doğru bir ışık seli gibi akan Beyrut bizi bütün ihtişamı ile karşıladı. Amin Maalouf’un ve Halil Cibran’ın yurdu, kadim uygarlıkların beşiği, eski dillerin ve dinlerin doğduğu bir coğrafyanın parçası olarak Lübnan; yakın zamanlarda sona eren uzun sürmüş bir iç savaşın kanattığı bağrındaki yaraları bir yandan onarmaya çalışırken, bir yandan da yeni savaşlara gebe bir coğrafyada “sanki dengeli” bir siyasal – toplumsal çizgide yaşamını korumaya çalışan canlı bir organizma gibiydi.


Beyrut, Korniş (Kordonboyu) Semti; Güvercin Kayalıkları

Lübnan, tarih boyunca farklı inançlardan ve farklı etnik kökenlerden gelen insanların birbiriyle bir arada yaşamak zorunda kaldığı geçişken bir coğrafyada yer alıyor. Birçok dinin filizlendiği, kutsal kitaplarda Kenan Ülkesi insanları ve toprakları olarak adının geçtiği bu ülkede binlerce yıl önceden filizlenen ortak yaşam, katmanlar halinde bugüne ulaşan Beyrut’taki kozmopolit hayatın sanki ipuçlarını veriyor. Beyrut, gün ağardığında ve Noel arifesinde; ışıklara boğulmuş gecelerinde hep bu tezi ileri sürmekte. Ama bunun bir de antitezi var; tarihe dayanan… Din savaşları, Haçlıların istilası, Moğol akınları, yerel derebeyler arasında bitmek bilmeyen itişmeler, Lübnan Dağı’na egemen olmak adına sürdürülen güç savaşları, 1975-1992 yılları arasında doruğa tırmanan ve cemaatler arasında
sürüyormuş gibi görünüp de dünya siyasasının kanlı laboratuarı haline dönüştürülmüş bir ülke. 20.yy.da Orta Doğu’nun Paris’i olarak adlandırılan, ancak bugün savaşlar coğrafyasında yeni modellerin denendiği bir prototip laboratuarına dönüşmüş olmak insanın içini acıtıyor. Arap Dünyası’nın Ümmü Gülsüm’den sonra en büyük mugannilerinden Feyruz’un, Rodrigo’nun gitar konçertosu üzerine yazılan Le Beirut isimli şarkısında billurlaşıyor bu gerçek. 20 yıl süren iç savaşta dahi ülkesini terk etmeyen ve karşıt güçlerin cephe hatlarında çağdaş bir Lili Marlen mitosu haline dönüşen bu kadının hüzünlü sesi, bir anlamda Lübnan’ın gerçekten bir türlü sağlanamayan ulusal birliğini temsil ediyor.

Selam sana yüreğimin derinliklerinden
Ey Beyrut!
Kabul edin bu selamımı, ey denizler, evler
Ve eski denizlerin yeni yüzü çöller...
O ki
Benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur,
Ekmeğim, içkim, yaseminim...
Ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu?
Beyrut! Seni terk eden delidir,
Ey Beyrut!
El üstünde tutulacak şehirsin sen
Ey Beyrut!
Kapısını kapattı Beyrut;
Kendisini sabah akşam el üstünde tutacak
Ve güzel günlere taşıyacak insanlara
Sonra bir başına kaldı sabah akşam
Ve gecelerde...
Benimsin sen ey Beyrut!
Benimsin
Halkımın kanayan yarası,
Analarımın akan gözyaşısın.
Benimsin sen ey Beyrut!
Benimsin...


Le Beirut; Türkçe çevirisi(1)
Şehirler ve Mekanlar

Deir El Kamar ve Beit – Eddine
Beyrut’un güneyinde 16 – 19. yy.larda Lübnan’ın yönetim merkezi olarak işlev gören Deir El Kamar, giderek yükselen bir topoğrafyada uzanan derin bir vadinin (Shouf Vadisi) kıyısında, yaklaşık 900 metre yüksekliğinde bir yamaçta yer alıyor. Sonbaharın bütün renklerinin bezediği bir vadide, dönümlerce muz bahçelerini arkamızda bırakarak döne döne yükseliyoruz. Bazen 180 derecelik virajlarda emniyetli dönüşler için kornaya basa basa ilerliyor otobüsümüz. Yol boyunca vadinin iki yakasına saçılmış görkemli yazlık villalar yer alıyor. Akdeniz ikliminin etkili olduğu bu topraklarda, yazların kavurucu sıcağından yükseklerin serin havasına doğru kaçışın işaretleri bunlar. Bu villaların birçoğu da yurt dışında yaşayan Lübnanlılara aitmiş.

Dünyanın dört bir yanına saçılmış Lübnan Diasporası yaklaşık 13 milyon gibi oldukça büyük bir nüfusa karşılık geliyor. Ana vatan Lübnan’ın nüfusunun 4 milyon civarında olduğu düşünülürse bu rakamın ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle 19. ve 20. yy.daki yoksulluk ve savaş koşullarından dolayı yurtdışına yönelen göçlerde en büyük payı Güney ve Kuzey Amerika alıyor. Yurtdışında yaşayan Lübnan kökenlilerin 10,7 milyonu Güney ve Kuzey Amerika’da ve özellikle de Brezilya’da; 1,2 milyonu Afrika’da; 400 000’i Avrupa’da (özellikle Fransa’da); 400 000’i diğer Arap ülkelerinde (özellikle Körfez ülkelerinde) ve 300 000 kadarı da Avustralya’da yaşıyor.


Lübnan Tarihi’nin önemli simalarından 2.Beşir (solda) ve 2. Fahreddin (sağda) anısına basılmış bir Lübnan pulu(2)

Deir El Kamar, 16.yy.ın başlarından (1517) itibaren Lübnan’ın yönetim merkezi oldu. Dürzi azınlığın hüküm sürdüğü 18.yy. sonlarına kadar (1697) Dürzi Ma’an hanedanı Lübnan Dağı’nın yerel egemeni oldu. Özellikle II.Fahreddin zamanında İtalya’da Medici Ailesi ve Toscana Devleti ile kurulan ilişkiler ve Osmanlı’ya karşı yapılan ittifaklar sayesinde uzun süre Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtan Emirlik, bu dönemde görece özerk yapısı ile büyük gelişme kaydetti. Gerek Deir El Kamar ve gerekse Beit-Eddine’deki sarayların ve diğer bayındırlık eserlerinin yapılışları bu döneme denk düşer. Bu yapıların mimari çizgilerinde Emir II. Fahreddin’in İtalya’da sürgünde geçirdiği yılların izleri görülür. Osmanlı ile sulh döneminde tekrar Lübnan Dağı’na geri dönen Emir II. Fahreddin, İtalya’dan getirttiği mimar ve sanatçılar yardımıyla bu eserlerin ortaya çıkarılmasını sağladı. Kendisini “Amaca ulaşmak için her yol meşrudur” politikasının babası Makyavel’in öğrencisi olarak tanımlayan Emir II. Fahreddin tüm politik mücadelesinde bu düsturdan ayrılmadı.


Modern Lübnan’ın nüfusu içinde % 5 gibi düşük bir paya sahip olan Dürzîlerin geçmişte ve yakın çağlarda Lübnan siyasi hayatında oynadıkları rol düşünülürse Emir II. Fahreddin’in hayata geçirdiği siyasal – toplumsal davranış sistematiği daha iyi anlaşılır. Elbetteki bu davranış sistematiğinin Dürzî cemaatinin tarihsel köklerinden ve gizemli dinsel inanç dünyasından da beslendiği inkâr edilemez. Örneğin tarihi kaynaklara göre; Haçlı Seferleri sırasında Dürzîler; Şiiliğin bir alt kolu olan ve Fatımi Devleti’nde bir iktidar kavgası sırasında bir ayrışma sonucu ortaya çıkan İsmailiyye mezhebi yandaşları ile birlikte Müslüman ordularına karşı Haçlılar’ın yanında yer almışlardır. Ancak tarih yolculuğunda genetik kodlara uygun hayatta kalabilme ve cemaatini koruyabilme içgüdüsü ile davranan politik-toplumsal önderler bu toplumsal formulasyonu giderek daha sistematik hale getirmiş olmalıdırlar.

Dürzilik, bir inanç sistemi olarak kendisini tam olarak nerede konumlandırdığı açıkça anlaşılamayan, Semavi dinlerin ortasında yada üstünde bir yerde duran ancak bununla da kalmayıp belki biraz Zerdüştlük ve diğer yakın ezoterik (Batıni; herkesçe bilinmeyen ve anlaşılmayan; anlaşılması için de belli bir öğreti ve mürşit eşliğinde bir “yol” sırdaşlığını gerektiren) inanç sistemlerinden de etkiler taşıyan ancak dinsel ritüellerini de bir o kadar içinde saklayan bir gizemli dinsel akım olarak önümüzde durmaktadır. Kaynağı ile ilgili en baskın tez; Dürziliğin Fatımilik döneminde ( 1017 yılında) Mısır’da ortaya çıktığı, Fatımi Halifesi El Hakim’in (özünde Allah’ı taşıyan son imam) ve Veziri Hamza Bin Ali’nin (Allah’ın elçisi; yani peygamber) çabaları ile Suriye ve Lübnan topraklarında tutunduğunu ileri sürmektedir.

Beit-Eddine Sarayı; İç Avlu ve Harem yapıları


Dürzîlerin etnik kökeni konusunda farklı kaynaklarda farklı bilgiler verilmekte; Yemen’den Lübnan’ın dağlık kesimine göçen Süryani asıllı Araplar oldukları, daha sonra İslam’ı kabul ettikleri ileri sürülmekte; bir başka görüşe göre ise Fenikeliler ile Süleyman Tapınağı’nın yapımı sırasında Lübnan Dağları’ndan kereste sağlayan Saydalı işçilere dayandırılmaktadır. Bazı araştırmacılar, İran’da Sasaniler döneminde ortaya çıkan Mazdekçilik ile Dürzîlik arasındaki benzerlikleri kanıt sayarak, Dürzîlerin bu kavimlerin soyundan gelmiş olabileceği savını ileri sürmekte; kimi etnologlar da Dürzîlerin Asurlular tarafından sürgün edilmiş barbar bir kavimin devamı olduklarını belirtmektedir. Bu savlardan belki en ilginci de Batıda doğup gelişen bir iddiaya dayanmakta ve Haçlı Seferleri sırasında memleketlerine dönemeyen Kont Dreux ve adamlarının Müslümanların baskısı karşısında dağa çekilerek yerlilerle evlendikleri ve Lübnan’da farklı bir topluluğun oluşumuna neden oldukları ileri sürülmektedir. Hatta bu savı daha da ileri götürerek Emir II. Fahreddin döneminde İtalya ve Fransa ile kurulan yakın ilişkilerin varlığı, bu kökenin bir kanıtı gibi sunulmaktadır. Elbette ki, Batı kaynaklı bu tür tezlerin altında modern çağların pazar ve hammadde kaynaklarının paylaşımı uğruna verilen kavgalar öncesinde bilimsel yaftalı “arkeolojik” ve “antropolojik” projelendirme iştahı da sorgulanmalıdır.

Beit-Eddine Sarayı; Selamlık, Kabul Salonu

Deir El Kamar, vadi kenarında konumlanmış, şimdi bir müze ve turistik bir tesise dönüştürülmüş Dürzî Emiri II. Fahreddin’in yaptırttığı sarayı ve adıyla anılan camisi dışında topoğrafyaya uygun bir şekilde birbirinin üzerine konumlanmış taştan evlerin ve diğer tarihi mekânların kapladığı, Dürzîlerin tarihteki önemli bir yönetim merkezidir. Sözcük olarak; Ay Manastırı anlamına gelmektedir. Bu yörede yoğun olarak yaşayan Hristiyan Marunî nüfusun varlığı da dikkat çekicidir. Dolayısıyla bu bölgede Dağ’a gizlenmiş manastır ve diğer dinsel yapılar da yer almaktadır. Zaten gerek Ma’an ve gerekse onu takip eden Şihap hanedanları zamanında yöneticiler Hristiyan Marunî cemaate karşı oldukça ılımlı ve ittifak içinde davranmışlardır. Bu da 19.yy.a kadar Dağ’da süren egemenliklerini perçinleyen bir faktör olmuştur.


Deir El Kamar’dan derin ve sarp bir vadi ile ayrılan ve buraya yaklaşık 5 km. uzaklıkta olan Beit – Eddine ise daha küçük bir kasaba görünümündedir. Ancak ona esas önemini kazandıran Şihap hanedanından II. Beşir zamanında yaptırılan Beit Eddine Sarayıdır (Din Sarayı). Ma’an ailesinin tersine, Sünni inanca mensup olan Şihap ailesi döneminde bir süre Deir El Kamar yönetim merkezi olarak korunur. Ancak; 1788’de II. Beşir’in yönetime gelmesi ile birlikte Dürzîliğin tarihi mirası kabul edilen Beit – Eddine’de bu sarayın yapımına başlanır. Şam’dan getirtilen taş ustaları, İtalya’dan getirtilen mimar ve sanatçılar yaklaşık 30 yılda sarayı tamamlarlar. Emir II. Beşir Şihap, bu sarayı Osmanlı Yönetimi tarafından sürgüne gönderildiği 1840 yılına kadar ikametgâhı olarak kullanır. Emir II. Beşir, Osmanlı’nın II. Mahmut döneminde modern Mısır’ın kurucusu kabul edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile tutuştuğu güç mücadelesinde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yanında yer alır. Bu dönemde Lübnan’a Kavalalı Mehmet Ali Paşa hâkim olur. Ancak; Kavalalı’yı destekleyen Fransızlar’ın nefesi Rus, İngiliz, Prusya ve Avusturya – Macaristan ittifakına yetmez ve sonuçta Kütahya önlerinde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın kuvvetleri Osmanlı Ordusu’na yenilir. Dolayısıyla Lübnan’da da dengeler değişir ve II. Beşir İngiltere’ye sürgüne gönderilir. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un Tanios Kayası isimli romanında bu dönemde geçen olaylar ve siyasi kavgalar, Lübnan Dağı’nda yaşanan bir aşk öyküsü çevresinde anlatılmaktadır. 1840 yılından sonra Osmanlı’nın hükümet binası olarak işlev gören saray; 1943’de Lübnan’ın bağımsızlığı kazanmasından sonra Cumhurbaşkanlarının yazlık sarayı olarak tanımlanır.

Beit-Eddine Sarayı; Bahçeler

Dış mekânlar; sarayın iki yandan merdivenlerle çıkılan gösterişli giriş kapısına, çepeçevre duvarlarla kaplı bir dış avluyla bağlanır. İtalyan Barok ve geleneksel Arap mimarisinin ortak izlerini taşıyan sarayın bu kapısından ve devam eden bir tünelden geçilerek, ortasında fıskiyeli bir havuzun yer aldığı iç avluya ulaşılır. Bu avlunun tüm çevresine haremlik ve selamlık yapılar yerleştirilmiştir. İç mekânlarda sedir ağacının kullanıldığı ahşap işçiliği ve bunların üzerinde yer alan kalem işi desenler dikkat çekmektedir. Ayrıca Harem bölümünde ve misafirlerin ağırlandığı camekânlı ve cumbalı odalarda vitray işçiliği de önemli bir yer tutmaktadır. Harem dairesinin altında uzanan bodrumda modern zamanlarda Roma Dönemi mozaikleri sergilenmektedir. Bu salondan dehliz gibi koridorlardan geçilerek ulaşılan mermer işçiliğinin en güzel örnekleri ile bezenmiş büyük bir hamam ve onun geniş yer kaplayan galerilerine ulaşılır.

Saray, Lübnan’ın Elhamra’sı olarak anılmaktadır. Gerçekten iç avlu ve çevresinde son derece zevkle düzenlenmiş bahçeler içinde yer alan asırlık servileri ve diğer peyzaj unsurlarını gördüğümüzde, bunun ne kadar doğru olduğunu bizler de anladık. Sarayın altında yer alan mozaik müzesine inerken uğradığımız bahçede serviler arasında dolaşırken içimizi kaplayan huzur anlatılmazdı.

Lübnan Dağı’nı aşarken

Bekaa Vadisi; Baalbek ve Anjar
Ertesi sabah yoğun bir trafikte ve bulutlu bir havada şehir merkezindeki Hamra semtinde yer alan otelimizden ayrıldık. Rotamız, Doğuya; Lübnan Dağı ve Anti Lübnan Dağları arasında uzanan ve son derece verimli topraklara sahip Bekaa Vadisi’ne doğruydu. Beyrut’un sırtını yasladığı Lübnan Dağı’na tırmanırken karşımızdan üstümüze doğru akan, sürekli şerit ihlalleri yaparak ve durmaksızın korna çalarak ilerleyen ürkütücü trafiğin hali sabah mahmurluğundan uyanmamızı kolaylaştırdı. Lübnan Dağı’nın Doğu Akdeniz’e bakan yamaçları lüks villaların ve apartmanların kapladığı yapısal bir yoğunluğa bürünmüş durumdaydı. Beli aşınca Lübnan Dağı’ndan Bekaa Vadisi’ne doğru inmeye başladık. Lübnan ekonomisi tarım ve turizme dayalı. Tarımsal faaliyetler de yoğunlukla Bekaa Vadisi’nde yer alan verimli topraklarda yürütülüyor. Dağ’dan Suriye yönüne uzanan asfaltta ilerliyoruz. Filistin mülteci kamplarından El Celil’in önünden geçiyoruz. Sefalet, ana caddeye taşmış görünüyor. Arkamızda duvarlara kazınmış sloganları ve hüzünlü çocuk bakışlarını bırakarak Baalbek’e doğru ilerliyoruz.

Yollarda aydınlatma direklerinin iki yanına asılmış, sarı ve siyah renkte küçük bayraklar var. Bu Hizbullah’ın etkinlik alanına girdiğimizi gösteriyor. Sarı bayraklar Hizbullah’ın; siyahlar ise pek yakında anılan Aşure Günü ile ilgili Kerbela yasını temsil ediyor. Yol boyunca zaman zaman Lübnan ordusunun kontrol noktalarından geçiyoruz. Bu noktalarda fotoğraf çekilmesi kesinlikle yasaklanmış. Böyle bir teşebbüs dahi tatsız davranışlarla karşılaşılmasına yol açabiliyor. Lübnan’da iç savaş esnasında polis teşkilatı yok olmuş. Şimdilerde yeniden yapılandırılıyormuş. Halen polis işlevini de Lübnan Ordusu yerine getirmekte. Hizbullah, özellikle yoksul kesim içinde ciddi bir tabana sahip bulunuyor. İran ile organik olarak tanımlanabilecek bir ilişki içinde bulunan Hizbullah, bu bölgelerde halkın sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını parasız olarak temin ederek bu kitlenin politik desteğini sağlamış bulunuyor. Lübnan içinde ordudan bağımsız olarak ayrı bir silahlı örgüt niteliğinde olması dolayısıyla da onlara pek kimse dokunamıyor. Ayrıca Lübnan’da birçok politik taraf da, İsrail’in saldırılarına karşılık, özellikle onlara karşı kazandığı 2006 yılındaki başarısından ötürü Hizbullah’ı Lübnan’ın silahlı sigortası gibi görüyor.

Bekaa Vadisinde Zahle’den Baalbek’e doğru; Hizbullah’ın direklerdeki bayrakları

Baalbek’e yaklaşırken Cuma hutbeleri karşılıyor bizi. Şii camilerinden birbirleriyle yarışırcasına, alçalıp yükselen dalgalar halinde seyreden; ancak bazen anlamasak da cihad nidaları ile en yüksek perdeden bir sesle cemaate ulaşan hatipler yeri göğü inletiyor.

Baalbek, Tapınaklar Alanı
İlkin Baalbek Tapınakları’na çok yakın bir konumda bulunan ve yapımı esnasında tapınağa yapıtaşı sağlayan taş ocağını ziyaret ediyoruz. Taşocağından çıkarılıp yontulmuş ve götürülemeyip orada bırakılmış yaklaşık 1200 tonluk yekpare dev taş kütlesi bu alanda sergileniyor. Gezginler, bu dev kütlenin en yüksek noktasında yer alan Lübnan bayrağı yanına kadar tırmanıp fotoğraf çektiriyorlar

Baalbek taş ocağında Tapınak alanına götürülemeyen 1200 tonluk taş kütle; arkada Şii Camisi

Baalbek, Lübnanlıların ataları Fenikeliler tarafından en büyük tanrıları Baal’e adanmış bir kent olarak biliniyor. Tanrı Baal ile birlikte İştar ve Kadmus; bu toprağın derinliklerine sinmiş o tanrılar, tarih boyunca evrilerek Zeus, Jüpiter, Afrodit, Venüs, Artemis ve diğerlerinin öncülleri ve esin kaynağı olmuşlar. Bu muhteşem ören yerini görünce insan katmanlar halinde eski uygarlıkların izlerinin kazındıkça derinleşen öykülerini ve böyle büyük bir kült alanının neden buralarda vücut bulduğunu daha iyi anlıyor.

Baalbek, döneminin Bekaa Vadisi’ndeki en önemli kült alanı olarak biliniyor. Büyük İskender’in buraları fethi sonrası (M.Ö. 334) Helenistik dönemde bölgeye gelen Yunan tüccarlar, Baal’i güneş tanrısı olarak selamlayarak şehre Heliopolis yani “Güneş Tanrısı’nın kenti” ismini vermişler. Kent, Romalılar döneminde en parlak çağını yaşıyor. Bugün harabeleri içinde dolaştığımız Jüpiter, Baküs ve Venüs tapınakları bu dönemde inşa ediliyor. Romalıların Hrisiyanlığı kabulü ile bu dev tapınak bir bazilikaya dönüştürülüyor. Bizans imparatoru Jüstinyanus zamanında Jüpiter Tapınağı’nın dev sütunlarından 8’inin Ayasofya’nın inşaatında kullanılmak üzere İstanbul’a getirildiği kaynaklarda belirtiliyor.

Müslümanlar, bölgeye ikinci İslam halifesi Hz. Ömer zamanında hâkim oluyor. Emeviler döneminde tapınak alanı surlarla çevrilerek, bu alan bir iç kale haline dönüştürülüyor. Bu kentte doğan Selahaddin Eyyubi döneminde Haçlılara karşı bir savunma merkezi olarak işlev gören ve giderek kaleleşen tapınak alanı, Osmanlı yönetiminde sessizliğe bürünüyor. Uzun yıllar boyunca bakanı edeni pek olmuyor. Kent önemini giderek yitiriyor ve nüfus azalıyor.
17. yüzyıldan sonra bölge, batılı gezginlerin ilgisini çekmeye başlıyor. 1751’de Robert Wood ve James Dawkins adlı iki İngiliz araştırmacı, ayakta kalan abidelerin yeniden canlandırma resimlerini yayımlıyorlar. II. Abdülhamit döneminde Alman arkeologlara bölgede arkeolojik kazı izni veriliyor ve II. Kayzer Wilhelm’in hamiliğinde bu kazılar yürütülüyor. 1898’de Kayzer’in bölgeye ziyareti, bu süreçte önemli bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, bu toprakların Osmanlı egemenliğinden çıkması sonrasında kurulan Fransız Mandası yönetimi altında, kazılar Fransız arkeologlar tarafından yürütülüyor. Jüpiter Tapınağı’nın büyük avlusu, bu dönemde tamamen ortaya çıkarılıyor. Lübnan’ın bağımsızlığı sonrasında da; iç savaşa dek, kazılar Lübnanlı arkeologlar tarafından sürdürülüyor. Tapınak alanı; Dünyanın en önemli ören yerlerinden biri olup, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dâhil edilmiş yerler arasında bulunuyor.

Baalbek; Tapınaklar Alanı; İç Avlu

Ören yeri; en dışta Venüs Tapınağı’nın kalıntıları ve bu alana doğru uzanan sütunlu cadde ile başlıyor. Jüpiter ve Bakus tapınakları ve diğer; etrafı portikolarla çevrili avluların bulunduğu tapınaklar alanına anıtsal merdivenlerle ulaşılıyor. Merdivenleri çıktığınızda bir anıtsal kapıdan (Propylaea) geçerek bir altıgen avluya geliniyor. Bu merdivenler, Müslümanlar burayı bir iç kale haline getirdiği dönemde sökülmüş ve taşları da sur duvarı inşasında kullanılmış. Mevcut durumda gördüğümüz merdiven taşları ise, Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından aslına uygun olarak yeniden yapılmış ve böylelikle eski Akropolis yolu yeniden tesis edilmiş. Merdivenlerde üç sahanlık ve toplamda 39 merdiven bulunuyor.

Altıgen avlu, M.S. 3.yy.da, aslen Suriyeli olan Roma İmparatoru Arap Filip zamanında inşa edilmiş. Pagan dönemde bu alanda pek çok Tanrı heykeli bulunuyormuş. Ayrıca yine bu bölümde bir de Merkür’e adanan sunak varmış. O dönemde Merkür, Roma’da ticaret ve yolculuk tanrısı ve tanrıların habercisi olarak bilinirdi. Dolayısıyla ticaret yollarının üzerinde bulunan Baalbek’de Merkür’e özel bir önem verilmesi de bu açıdan anlam kazanıyor.

Baalbek; Tapınaklar Alanı, iç avlu; portiko

Altıgen avludan sonra karşımıza daha büyük ve dikdörtgen formatlı bir başka avlu çıkıyor. Büyük avlu içinde hala tanrılara sunulan adaklar için yapılan mihrapları görmek mümkün. Bu avluda yine Pagan dönemde son derece şöhretli kâhinler yaşıyormuş. Bu kâhinler kehanetlerinin doğruluğu ile nam salmışlar. İmparator Trayan İran’da yaşayan Partlar üzerine çıktığı bir sefer sırasında buradan geçmiş ve kâhine seferden sağ salim dönüp dönemeyeceğini sormuş. Kâhin de imparatora hoşuna gitmeyecek bir haber vermiş. Gerçekten de İmparator Trayan Roma’ya dönüş yolunda hastalanmış ve kısa bir süre sonra da yaşamını yitirmiş. Büyük avlu tarihsel süreç içinde önemli dönüşümler yaşamış. Özellikle Roma’nın Hıristiyan inancına geçmesinin de etkisiyle İmparator II. Teodosius, buradaki iki mihrabı kaldırtma yoluna gitmiş. Bunların yerine aynı avluda havari St. Peter adına bir bazilika inşa ettirmiş. Bu alanda yer alan pembe granit sütunlar Mısır’dan getirtilmiş. Rivayet olunur ki; Kanuni Sultan Süleyman zamanında bu pembe granit sütunlardan bazıları İstanbul’a bir anıtsal yapının inşaatında kullanılmak üzere gönderilmiş.

Büyük avluyu geçtikten sonra ise bu kült alanının çekirdeğine; yani Jüpiter Tapınağı’na geliniyor. Tapınak M.S. 1. yy.da yapılmış. Tapınağın çevresinde 62 adet granit sütun yer alıyormuş. Ancak; şu anda tapınaktan geriye sadece altı sütun kalabilmiş. 1759’da bölgede yaşanan depreme kadar sütun sayısı 9 imiş. 2 metre çapında, 19 metre yüksekliğinde ve yaklaşık 60 ton ağırlığındaki yekpare gövdeden oluşan bu sütunların buraya taş ocaklarından nasıl yontulup getirildiğini ve bu mimari yapının bir parçası haline nasıl dönüştürüldüğünü açıklamak ise ayrı bir uzmanlık konusu olsa gerektir. Jüpiter, gerek Roma’da ve gerekse de Ortadoğu’da en büyük Tanrılardan biri olarak kabul edilmiş. Zira tarım toplumlarında güneş, hiç şüphe yok ki önemli bir yere sahiptir. Bu kültün ilk olarak Mısır’da Güneş Tanrısı Ra olarak ortaya çıktığı, Fenikeliler de Baal şeklini aldığı ve Roma’da da Jüpiter olarak kutsandığı söyleniyor.

Baalbek; Jüpiter Tapınağı; Kalan son 6 sütun

Jüpiter Tapınağı’nın tam karşısında ise, ona göre daha küçük boyutlarda ancak ondan çok daha iyi korunmuş olan Şarap Tanrısı Bakus Tapınağı bulunuyor. Yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki 46 sütun ile çepeçevre çevrilmiş tapınağın merdivenlerle ulaşılan giriş kapısından içine girildiğinde, sağdaki uzun kenarına denk düşen duvarında bir kitabe dikkati çekiyor. Söz konusu kitabe Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm’in bölgeye 1898 yılında yaptığı bir ziyaretin anısına konulmuştur. 19. yüzyıl sonlarındaki Osmanlı-Alman yakınlaşmasının da bir örneğini teşkil eden söz konusu kitabede “Sultan II. Abdülhamid’den, asil arkadaşı Alman imparatoru ve Prusya kralı II. Wilhelm ile değerli eşi Augusta Victoria’nın aziz hatıraları ve dostlukları anısına. 10 Kasım 1898” yazmaktadır. Kitabedeki yazı, hem Almanca hem Osmanlıcadır. Bakus Tapınağı’nın sütunları önüne kurulan sahnede 1956 yılından beri her yıl Temmuz ayında, Uluslararası Baalbek Müzik Festivali düzenleniyor. Burada sahne alan ünlü Arap sanatçılar içinde Ümmü Gülsüm ve Feyruz da yer alıyor:

Tapınağın altında yer alan uzun tünele açılan bodrumda son derece güzel bilgilerin ve eserlerin yer aldığı bir müze bulunuyor. Müze; Alman İmparatoru II. Wilhelm’in bu bölgeye yaptığı ziyaretin 100. yılının anısına, 1988’de faaliyete geçirilmiş. Buradaki panolarda 19.yy.dan beri sürdürülen kazılar hakkında bilgiler, ayrıca kazılarda elde edilenler ve tapınağın reprodüksiyonları da yer alıyor. Bu uzun tünelin ucu tapınak alanının çıkışına götürüyor bizi. Geldiğimiz yoldan geri dönerken bu eşsiz kült alanında bıraktıklarımızın etkisinden, tapınak alanını gezmek için bu bölgeye geldiğimizden beri hala devam etmekte olan Cuma hutbelerinin birbirine karışan sesleri sayesinde bir anda sıyrılıp kendimize geliyor ve reel Lübnan’a yeniden geri dönüyoruz.

Baalbek; Baküs Tapınağı

Anjar
Anjar, Ermeni Tehciri sonrası Lübnan’da Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı küçük bir kasaba olarak biliniyor. Ancak, tarihte Emevi Hanedanı’nın yönetim merkezi olarak önemli bir rol oynamış. Bugün 2000 civarı bir nüfusa sahip Anjar’da bir Ermeni’nin sahibi olduğu son derece büyük bir turistik tesis olan  Shams (Şems) Restoran’da öğle yemeğimizi yedikten sonra hemen yakınında yer alan Emevi Sarayı’nın bulunduğu ören yerine gidiyoruz. Giriş kapısında Türkçe bilen Ermeni sahipleri tarafından işletilen bir gümüş ve hediyelik eşya mağazasına bakıyoruz. Ermenilerin zanaatlarını buralarda da sürdükleri manzaradan anlaşılıyor. Son derece samimi ve candan davranıyorlar. Türkçe sohbet ediyoruz.

Biletlerimizi alarak ören yerini dolaşmaya başlıyoruz. Aniden bastıran yağmurun altında ağırlaşan toprak zeminde yürümek giderek zorlaşıyor. Ören yerinin 1949 yılında yürütülen arkeolojik çalışmalar sonucunda ortaya çıkarıldığını öğreniyoruz. Kazı alanında; birbirini dik kesen Roma dönemindeki adlarıyla, dokumanus ve carda ana caddeleri yer alıyor. Bu caddeler ören yerini dört parsele ayırıyor. Etrafı sur temelleriyle çevrili dikdörtgen şeklindeki alanın içinde iki tane saray (biri büyük, diğeri küçük), bir caminin temelleri, girişteki gişelere yakın bir konumda hamam yapısının kalıntıları ve diğer yerleşim izleri yer alıyor. Söylenildiğine göre; bu yerleşimin öncesinde burada herhangi bir başka uygarlığa ait bir yerleşim izine rastlanmamış. Ancak Baaalbek’ten sonra; saray kavramı dikkate alındığında, bugüne ulaşılabilirlik açısından bu ören yerinde gördüklerimizin bizi göreceli olarak hayal kırıklığına uğrattığını söyleyebilirim. Ancak; önümüzdeki yıllarda, buradaki arkeolojik çalışmaların gelişimi sonucunda elde edilecek bilgiler doğrultusunda, Emeviler’in yüzlerce yıl önceki yaşanmışlıklarına dair daha açık ve doğru bilgilere ulaşılabileceğini umut ederek alacakaranlığa dönen bir havada ören yerinden ayrılıyor ve Lübnan Dağı’na doğru yağmur ve kar altında sürecek bir dönüş yolculuğuna başlıyoruz.

Anjar; Emevi Sarayı

Beyrut’un Kuzeyi
Beyrut’taki üçüncü günümüzde bu kez yolculuğumuz kuzeye doğru yöneliyor. Yoğun bir trafikte, ama bu kez çift şeritli otobanda seyrediyoruz. İç savaş sırasında Beyrut; yaşanmaz hale gelince, varlıklı Hristiyan nüfusun büyük bir kısmı kuzeye doğru çekilmiş; giderek bu bölgede bir zengin banliyö yerleşimi oluşmuş. Jounieh (Cuniye) zamanla Doğu Akdeniz kıyısında önemli bir sayfiye kenti haline gelmiş. Yüksek apartmanlar, denizden dağlara doğru yükseliyor. Kumarhaneler ve zengin sınıfın devam ettiği eğlence merkezleri de hep buralarda yer alıyor. Ayrıca turizme yönelik son derece lüks otelleri de ilave etmek gerek. Sahil yolunda lüks otomobiller ve cipler volta atıyor. Lübnan’ın Lady’si olarak kabul edilen Harissa’daki Meryem Ana heykelinin bulunduğu tepeye çalışan teleferik hattının ilk istasyonu da bu semtte bulunuyor.


Jeita Grottto (Jeita Mağaraları)
Beyrut’un kuzeyine doğru ilerlerken, Beyrut’tan yaklaşık 20 km. kuzeyde Nahr El Kaleb Vadisinde yer alan Jeita Mağarası’na sapıyoruz. Mağara, 1896 yılında Amerikalı William Thompson tarafından bulunmuş. Üst üste iki galerinin yer aldığı bu mağarada kireç taşından sarkıt –dikit, mantar şekilli, kumaşın kıvrımlarına benzeyen oluşumların meydana getirdiği eşsiz bir kompozisyona tanıklık ediyoruz. Mağaranın içine fotoğraf makinesi ile girmek binlerce yılda oluşan sarkıt-dikitleri korumak için kesinlikle yasaklanmış durumda. Üst galerinin iç mekânları, son derece mükemmel bir şekilde ışıklandırılmış. İçeri doğru yürüyerek ve korkuluklu merdivenlerden tırmanarak yaklaşık 750 metre kadar gidilebiliyor. Mağaranın toplam uzunluğu yaklaşık 2 km.yi buluyor. Ancak, oksijen yetersizliği nedeniyle daha ilerilere gidilmesine izin verilmiyor. Dağdan, yer altından mağaranın içine giren sular; iki gündür sürekli yağan yağmurlar nedeniyle alt galerideki su seviyesinin yükselmesine neden olmuş. Bu yüzden pilli botlarla içinde dolaşılan alt galerideki göleti göremedik. Ancak üst galeride ulaştığımız en üst noktadan aşağıdaki derinliklere bakarak, karanlık içindeki yüzlerce metre aşağıdaki gölü hayal meyal tespite çalıştık.

Byblos ve Liman

Byblos yada Jbail
Beyrut’un yaklaşık 36 km. kuzeyinde yer alan Byblos, tarihin bilinen en eski kentlerinden biri. Zamanımızdan yaklaşık 7000 yıl önce Fenikeliler tarafından kurulmuş olan kentin adı kitap anlamına geliyor. Kente bu ismi kendilerine Mısır’dan papirus sağlayan Fenikeli tüccarlardan ötürü Yunanlar vermiş. Jbail ismi ise Fenikeliler’in en büyük tanrısı olan Baal’ın kutsal kaynağının olduğu yer anlamına geliyor. Fenikeliler zamanında önemli bir liman kenti olan Byblos’un büyük ölçüde sedir kerestesi ticareti ile meşgul olduğu biliniyor. Mısır’a gönderilen sedir kerestesinden Mısırlılar papirus yapımında ve piramitlerin inşasında yararlanıyorlardı.

Fenikeliler, Doğu Akdeniz’in kıyısında kurdukları Tripoli, Baerut (Beyrut), Sidon (Sayda), Tire yada Tyros (Sur), Byblos (Jbail) gibi kentlerde yarattıkları denizciliğe ve ticarete dayanan büyük bir uygarlıkla İlkçağın parlayan bir yıldızı haline geldiler. Modern alfabenin yaratıcıları olarak da bilinen bu halk, Sami ırkına mensup olup, kendilerine Kenani ismini vermişler. Açık denizlerde rüzgâra karşı ilk yelken açabilmenin usullerini bularak, Akdeniz’in uzak limanlarına ticaret için açılmışlar ve bu uğurda onlarca Akdeniz liman kentinde ticaret kolonileri kurmuşlar. Bunlardan en önemlisi ilerde Roma İmparatorluğu’na kafa tutacak bir güce erişecek olan bugünkü Tunus kıyısındaki Kartaca’dır.

Byblos; Fenike sütun altlığı; Ulusal Müze-Beyrut

Fenikeliler; mimari anlayışları (İon tipi sütun başlıklarının öncülleri olan Aiol sütun başlıkları, Fenike sütun başlıklarından esinlenerek geliştirilmiştir), tanrıları ve inanç dünyaları, alfabeleri ve geliştirdikleri denizcilik ve ticaret kültürleriyle, Yunan dünyasını ve Batı Anadolu’daki kültürel hayatını derinden etkilemişlerdir. Bu bile modern çağdaki yaşam kültürümüzün derinlerinde, Fenikeliler’in yarattığı güçlü kültürel izlerinin olduğunu gösterir.

Modern Byblos şehrinin hemen girişinde, Roma döneminden kalma döşeme yolun başında otobüsümüzden indikten sonra yürüyerek bu ana caddeden şehrin Osmanlı döneminde oluşturulmuş Arasta’sına ulaşıyoruz. Arasta’nın dükkânları son derece özenli bir şekilde restore edilmişler. Sokakların zemini kesme taş ve çakıl taşlarıyla döşenmiş. Arastada hediyelik eşya satan dükkânlar, kitapçılar, sahaf ve antikacılar, küçük atıştırmalık kafeteryalar vb. yer alıyor. Noel öncesi bütün çarşı süslerle bezenmiş, ışıklandırılmış. Etraf, Cumartesi günü olması nedeniyle de o kadar canlı ki; insan nereye bakacağını şaşırıyor.

Byblos; Osmanlı’dan kalma Arasta

Arasta çıkışında denize doğru ilerlerken, Lübnan’ın Layd’si olarak kabul edilen Meryem Ana’ya adanmış büyük bir kapının altından geçerek ören yerine ulaşılıyor. Civarda ve limana doğru turistik lokantalar yer alıyor. Ayrıca; ören yerinin dışında, yine limana doğru Balmumu Müzesi’nin biraz ilerisinde, 13.yy.da Haçlılar zamanında inşa edilmiş St. John Mark Kilisesi yer alıyor. Kilisenin hemen giriş kapısının üstünde, kadim dillerden Syriac lehçesi ile yazılmış bir kitabe bulunuyor. Şu anda kilise Hristiyan Marunî cemaat tarafından kullanılıyor.

Ören yerindeki kalıntılar; Troya kentine benzer şekilde ve katmanlar halinde Fenikeliler’den, Persler’den, Roma döneminden, Fatımiler’den, Haçlılar’ın işgal günlerinden ve hatta Osmanlılar’dan izler taşıyor. Bunlar arasında; içinde bir de küçük müzenin bulunduğu Haçlı Kalesi, ilk kez M.Ö. 2700 yıllarında yapılmış Baal Tapınağı, tanrılara adanmış dikilitaşların bulunduğu Obeliskler Tapınağı, tapınaklara doğru yönelen Roma döneminden kalma altı adet sütunlu bir yol kalıntısı ve kraliyet nekropolü yer alıyor. Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’nın inşaatına kereste yardımında bulunan Kral Ahiram’ın da şimdi Beyrut’taki Ulusal Müze’de sergilenen ölü yiyen (Sarchophagos) lahdi de burada bulunmuş. Ören yerinde; ayrıca denize doğru antik liman ve en uçta Osmanlı döneminden kalma iki katlı eski bir ev bulunuyor.

Byblos; Haçlı Kalesi ve 100 yıllık kazılarda kullanılan demiryolu

Harissa
Byblos dönüşünde Beyrut’a yaklaşık 25 km. uzaklıkta olan Harissa’ya Jounieh’den bindiğimiz teleferikle çıkıyoruz. Arada bir istasyonda füniküler tipte ikinci bir teleferik’e biniyoruz. Toplamda yolculuğumuz on dakika kadar sürüyor. Harissa, Marunî Hristiyanlar açısından kutsal kabul edilen bir mekân. Burada 1904 yılında inşa edilen Lübnan’ın Lady’sinin adıyla anılan bir kilise mevcut. 1908 yılında Fransa’dan getirilen Meryem Ana heykeli ise bu yapının üstüne yerleştiriliyor. Heykele dönerek çıkılan bir merdiven ile ulaşılıyor. Bu anıtsal yapı kilometrelerce uzaktan görülebilecek bir ihtişama sahip bulunuyor. Bulunduğumuz tepede aynı zamanda Marunî Patrikliği de yer alıyor. Ayrıca Lübnan Sediri ve Fenike gemisinin mimari bir kompozisyonla birleştirildiği bir Bazilika, müze, manastırlar ve diğer yardımcı binalar mevcut. Bu anlamda da bu tepe, Marunî Hristiyanlar için Lübnan’ın en kutsal mekânlarından biri olarak tanımlanıyor.

Beyrut; Lübnan’ın Kalbi
Her ne kadar gündüzleri Beyrut’un dışında dolaşsak da; geriye kalan o geceler dahi Beyrut hakkında bir fikir edinmeye yetti diyebilirim. Noel öncesinde canlı mı canlı, ışıklar içinde bir şehri yaşamak gerçekten hepimizi etkiledi. İç savaşın izlerini hala silememiş; ama bunun yanında 1950’lerdeki Orta Doğu’nun Paris’i; “rüya” Beyrut’u tekrar yaratabilmek adına ciddi bir çaba içindeki kent, karmaşık demografik yapısından kaynaklanan savaşa sürüklenme potansiyelini yine de içinde taşıyor. Yaklaşık 1,5 milyona ulaşan nüfusu, kozpomolit yapısı, bir yandan Doğu’yu yaşarken Batı’ya dönük yüzü ile Beyrut gecelerden gündüzlere doğru akan ve yaşayan bir şehir hissini veriyor.

Beyrut; Downtown; Noel arifesinde…

Şehrin Merkezi (Downtown); ışıklar içinde akşamı karşılıyor; Hamra’dan Downtown’a inen yollar, bizi Roma Hamamlarının bulunduğu yere götürüyor. Karşımızdaki tepenin tam üstünde Osmanlı’nın Beyrut’ta bıraktığı tarihi mirasın en önemli parçalarından Grand Serail (Askeri Kışla) ve hemen yanında yükselen II. Abdülhamit’in tahta çıkışının anısına yapılmış olan Hamidiye Saat Kulesi yer alıyor. Bugün Hükümet Binası olarak kullanılan Kışla; 1830’lu yıllarda Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve Osmanlı Hükümdarı II. Mahmut zamanındaki güç kavgası sırasında oğlu İbrahim Paşa’nın bu toprakları işgal günlerinde kışla olarak inşa edilmiş. Osmanlı egemenliği Lübnan’da yeniden tesis edilince burası Selimiye Kışlası’nın bir kopyası tarzında geliştirilmiş ve bugünkü haline getirilmiş. Bulunduğumuz noktadan Kışla binasına çok sayıda merdivenlerle çıkılıyor. Merdivenlerin her iki yanında Roma Hamamları yer alıyor. Sağdaki hamamın biraz ilerisinde güzel bir park ve arkasında bir Marunî kilisesi bulunuyor.

Şehrin kiliselerinin, hükümet binalarının ve diğer hassas noktaların önlerinde dizi dizi beton bariyerler yer alıyor. Sokaklarda bazı geçiş noktaları, demir parmaklıklı bariyerlerle denetim altına alınmış. Buralarda giriş çıkışı, polis işlevi gören askerler kontrol ediyor. Şehrin hafızasına yer etmiş yakın geçmişte yaşanan savaş acıları, bu tedirginliğin sürekli yaşanmasının bir nedeni olmalı. Bazen sokaklardan silahlı korumaların bulunduğu araçlar, motosikletli polisler, jammer’lı cipler ve canavar düdükleri eşliğinde uzun konvoylar halinde politik şahsiyetlerin hızlı bir şekilde geçişine tanık oluyoruz.

Caddelerde yürürken bir yandan hafızalardan hiç silinmeyen dağları bekleyen korkunun tanığı oluyoruz; bir yandan da kozmopolit Lübnan’ın, tarihten gelen farklı din ve etnisiteden insanların bir arada yaşama kaderinin sonucu olan beraberliklerinin örneklerini görüyoruz. Hz. Ömer Camisi’nin önünden geçerken Haçlılar döneminde kiliseye çevrilen bu yapının Çan Kulesi’nin hala muhafaza edilişi ve minare ile yan yana duruşu ilgimizi çekiyor. Biraz ilerde bir suikast sonucu 2006 yılında öldürülen eski başbakanlardan Refik Hariri’nin yaptırdığı; mavi kubbeleriyle bizim Sultan Ahmet Camisi’ni andıran Muhammed El Emin Camisi’nin ışıklar içinde dört minaresi bütün ihtişamı ile beliriyor. Refik Hariri’nin kabri de bu caminin hemen yanındaki çadırın içinde çiçekler içinde yer alıyor.

Hz. Ömer Camisi; minaresi ve çan kulesiyle birlikte…

Caminin hemen yanında bir Marunî Kilisesi ve hemen alt yanında ise aşağı doğru uzanıp giden Roma döneminden kalma büyük bir arkeolojik kazı alanı yer alıyor. Bu bölge de Beyrut’un yeniden şekil verilmeye çalışılan rekreasyon alanlarından biri olarak öne çıkıyor.


Muhammed El Emin Camisi’nin giriş kapısının baktığı, Bağımsız Lübnan’ın ilk Cumhurbaşkanı Bshara El Khoury Caddesi’nin karşı yakasında, şimdi arabaların bir otopark gibi kullandıkları meydanın önünde; Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Yönetimi’ne karşı ayaklanan 15 civarında Lübnanlı ve Suriyeli aydının idam edilişlerinin anısına yapılmış olan Şehitler Abidesi yer alıyor. Heykel, 1960 yılında İtalyan heykeltıraş Renato Marino Mazzacurati tarafından yapılmış. İç savaş sırasında mermilerden yeterince nasibini alan heykel, meydanda Eski Opera binası ile birlikte (ki o şimdi bir alışveriş merkezi olarak yeniden düzenlenmiştir) o günlerden günümüze ulaşabilen yegâne mirastır. Bugün de heykelin bulunduğu meydan birçok politik gösteri ve protestonun düzenlendiği bir yer olarak biliniyor.

Doğu Beyrut’ta bir tepeye konumlanmış ve Hristiyanların yoğun olarak yaşadıkları Eşrefiye bölgesi Beyrut’un en itibarlı semtlerinden birisi olarak göze çarpıyor. Lüks apartmanlar ve işyerlerinin bir arada bulunduğu semt, İç Savaş sırasında Hristiyanların önemli bir stratejik dayanma noktası olmuş. 1930’lu yıllara kadar Grek Ortodoks ailelerin tarım yaptıkları çiftliklerinin bulunduğu bu bölge, Fransız Mandası yönetimindeyken imara açılmış ve bugünkü haline gelmiş. Birçok önde gelen lokanta da bu bölgede yer alıyor.

Solda Muhammed El Emin Camisi; sağda Maruni Kilisesi

Söz edilmesi gereken semtlerden bir diğeri de Gemmayzeh adı verilen bölge. Bu bölge de Beyrut’un gece hayatı açısından önem taşıyor. Korniş bölgesinden gelen sahil yolundan yukarı doğru dönüldüğünde; Liman’ın hemen üstünde, Eşrefiye’nin ise hemen altında yer alan bir cadde boyunca sıralanmış onlarca bar ve lokantadan oluşan bu bölgeye geliniyor. Bitmek bilmeyen bir trafik, son model yüksek silindirli arabalar, cafe ve barların kapılarında şık kıyafetli genç kızlar ve erkekler bu caddenin akşam manzarasını oluşturuyor. Bizim de bir akşam yemeği yediğimiz Beyrut’un 60 yıllık tarihi esnaf lokantası Le Chef de bu caddede yer alıyor.

Otelimizin de bulunduğu Hamra Caddesi alışveriş merkezleri ve lokantalarla dolu Nişantaşı yada Alsancak’ın ara caddelerini andırıyor. Özellikle sabah ve akşam saatlerinde yine sürekli sıkışık bir trafiğin eşlik ettiği bu bölgede, denize bakan bir yamaçta ve ağaçlıklar arasında konumlanmış Lübnan’ın en saygın üniversitelerinden birisi olan Beyrut Amerikan Üniversitesi bulunuyor. Üniversite 1866’da Amerikalı misyonerler tarafından Beyrut’ta kurulmuş. Üniversite yerleşkesinin içinde Lübnan’ın en eski müzesi yer alıyor. Beyrut, İngilizce ve Fransızca’nın çok iyi konuşulduğu bir şehir olarak biliniyor. Lübnan, bu açıdan Frankofon ülkeler içinde yer alıyor. 25 yılı bulan Fransız Manda Yönetimi ve Batı ile her zaman sıcak ilişkilerini sürdürmüş bir Hristiyan nüfusun varlığı bu sonucu doğuruyor olmalı.

Osmanlı Kışlası, Roma Hamamları ve merdivenler

Anlata anlata bitiremediğimiz bu güzellikler ve çelişkiler şehri Beyrut’u artık terk etme zamanıdır. Şairin dediği gibi bir yanı çürüyüp bir yanı diri kalan ve kendisini yeniden üretmeye çalışan bu muhteşem şehrin önünde saygıyla eğiliyoruz. Çünkü bunca mihnete ve ezaya karşılık Beyrut’ta yaşamı savunanlar var; Ulusal Müze’yi gezerken izlediğimiz, iç savaş sonrası müzenin yeniden ayağa kaldırılması ile ilgili dokümanter filmde de gördüğümüz gibi Beyrut’ta insanlığın binlerce yıllık mirası olan o nadide lahitleri bombalarıyla, roketleriyle acımadan yok etmeye çalışanlar da Beyrut’ta yaşıyorlar. Ancak; o lahitleri büyük bir öngörü ile iç savaşa doğru giden kriz günlerinde beton bloklarla korumaya alan o iyi insanlar da bu topraklarda hala nefes alıp veriyorlar. Bu kavga; ölüme karşı yaşamı savunmanın, kötüye karşı iyinin yanında yer almanın kavgasıdır. Elbette hemen nihayete erecek bir durum da ortada görülmemektedir. Uluslararası savaş lordları bu kavgalardan, bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasından medet ummaktadırlar. Bu sahneler, sessiz çoğunlukların bir şeylerin farkına vardıkları; bilimle dini; inançla aklı birbirinden ayırabilmeyi başardıklarında ancak; belki de bir daha bu kadim topraklarda yaşanmayacaktır. Ne diyelim biz görmesek de o günleri, görecek olanlara bugünden selam olsun!

Yazımıza girişte, Feyruz’un Le Beirut şarkısının sözlerini katık ederek başlamıştık; bitirirken de bir başka Beyrut şarkısının sözleri ile sonlandıralım diyeceklerimizi; Ezginin Günlüğü’nün Beyrut şarkısının sözleriyle…

Beyrut, Ulusal Müze; Fenike Kralı Ahiram’ın Sarchophagos Lahti’nin üstünde yas sahneleri

Beyrut
Bu yol bir şehre giderdi
Güneşin tutuştuğu denize batmış güle
Mavi ıslak gecelerde ne sevgiler açardı
Dünya menekşe bahçesinde alev alev
Ey şehir sen yoksun
Uyudun uyandın büyü bozuldu
Bir kapı kapandı geçmişe
Toprak yok artık su yok
Sevinç telaş yok
Ey şehir sen yoksun
Bu kıyıda bir ağaç yeşerdi
Sedefin toprağında diz çöktü maya
Bir masal vardı bu şehre dair
Sütü bal koyuluğunda gözleri kara
Ey şehir sen yoksun
Ezginin Günlüğü, Beyrut şarkısı(3)



(1)Le Beyrut şarkısının sözleri http://istanbulbeyrut.wordpress.com/2007/03/09/suat-aytimur-direnen-beyrutun-feyruzu/ adresinden alınmıştır.
(2)Pul fotoğrafı  http://www.fanack.com/countries/lebanon/history/the-ottoman-empire-1516-1914.html  adresinden alınmıştır. Diğer fotoğraflar İbrahim Fidanoğlu’na aittir.
(3)Ezginin Günlüğü’nün Beyrut şarkısının sözleri  http://www.sarki-sozleri.net/ezginin-gunlugu-beyrut  adresinden alınmıştır.
(*)Yazıda geçen bazı tarihler ve yer adları konusunda gezi esnasında kullanılan Beirut haritası ve Lübnan Turizm Bakanlığı’nın yayınladığı Lebanon-The Official Guide isimli kılavuz kitaptan yararlanılmıştır.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Düzenleyen: MYC