25 Ekim 2010 Pazartesi

NEPAL – TİBET – BHUTAN GEZİ NOTLARI


İbrahim Fidanoğlu
Nepal İzlenimleri

11 Kasım 2010’da akşamüstüne doğru, kışın bir türlü gelemediği bir coğrafyadan; Katar Havayolları’nın Airbus tipi uçağı ile Katar’ın başşehri Doha’ya gitmek üzere İstanbul’dan havalandık. Irak üzerinden Bağdat yakınlarından geçen uçak, Abadan üzerinden Doha’ya yöneldi. Yaklaşık 4 saat süren bir yolculuktan sonra, insana sanki bütün rotaların kesiştiği yer gibi gelen Doha’ya indik. Transit yolcu salonunda yaklaşık 5 saatlik bir bekleyiş sonrası yerel saatle 4.45’de Katar Havayollarına ait bir başka Airbus uçağı ile Katmandu’ya havalandık. Bulutların üzerinden devam eden yolculuğumuzda Nepal’e doğru Himalayalar’ın karlı zirveleri bizlere yoldaş oldular. Bulutları delerek bizleri selamlayan zirvelere saygı duymamak imkânsızdı. 4 saat süren bir yolculuk sonrası, yerel saatle 11.45’de Katmandu Trimbuvah Uluslararası Havaalanı’na indik. Ama ne havaalanıydı yarabbi; tam bir karmaşa; içerisi ayrı; dışarısı ayrı… Bizim bir taşra kentinin otogarından farklı değildi. Son derece ufak ve düzensiz bir yapıdaydı. Genel helâlar bir felaketti. Hijyen konusunda gelmeden önceki bilgilenmelerimizin de etkisiyle hiçbir şeye dokunmamaya gayret ettik. Ancak havaalanından dışarı adımımızı atar atmaz zaten ok yaydan çıktı; sokaklarda Katmandu’nun dayanılmaz karmaşası ve pisliğine teslim olduk.

Katmandu Durbar Square

Katmandu, çevresi ile birlikte (Patan ve Bakthapur dâhil edilerek söylenirse) yaklaşık 3 milyon nüfusa sahip bir kent. Kent merkezinde 1,5 milyon insan yaşıyor. Gerek ülkedeki hâkim inanç sistemleri olan Hinduizm ve Budizmin her şeyi kabullenme üzerine bina edilmiş dinsel yaklaşımları, gerekse on yıllardır süre gelen iç savaş ve politik kargaşa nedeniyle toplumdaki çıkar grupları arasındaki derinleşen fay hatları ve belki de en başta sayılması gereken yoksulluk, gündelik yaşamı maksimum düzensizlik üzerine oturtuyor. Halkın %90’a yakın kesimi yoksulluk standardı olan günlük 2,5 doların altında bir iaşe ile geçinmek zorunda kalıyor. Böyle bir gündelik yaşam, Katmandu’ya ilk geldiğinizde sizi derinden sarsıyor, etkiliyor. Şehrin merkezine doğru ilerlerken; İngilizlerden kalma soldan akan trafik, yollarda hiçbir trafik ışığının olmayışı; kavşaklarda tozdan ve egzoz gazlarından korunmak amacıyla ağızlarını maske ile kapatan trafik polislerinin trafiği kestiği noktalarda bekleşen yüzlerce motosiklet sürücüsünün oluşturduğu “kasklılar ordusu”; hepsi ama hepsi çok tuhaf geliyor insana. Yol boyunca her yer pazar sanki. Sokakta akan trafiğin hemen yanında yere atılmış bir örtünün üzerinde kadınlı erkekli binlerce Nepalli, meyveden sebzeye, giysiden hırdavata sanki bir bitpazarı rehavetinde her şeyleri alıp satıyorlar. Bu arada hemen yanlarından sokağa akan portatif lokantaların bulaşık suları kimseyi rahatsız etmiyor. Bu pislik ve kargaşa içinde sokak satıcılarının son derece sağlıksız koşullarda elleri ile hazırladıkları yiyecekleri de yüzlerce insan afiyetle mideye indiriyor. Bu manzara, insanı gerçekten şaşırtıyor ve bağışıklık sistemlerinin çıtasının bu kadar yüksek olmasına da insan inanamıyor. Nereye giderseniz gidin, şehirde genel manzara hep böyle… Sadece bir gece konakladığımız ve oldukça tarihi bir mekan olan Yak and Yeti Oteli' nin bulunduğu semt, diğer dolaştığımız sokaklardan daha farklı bir görünüme sahipti. Burada Batılı tarzda mağaza ve restoranlara rastlamak daha olasıydı.

Hindu Derviş Sadu’lar; Katmandu Durbar Square

Katmandu, 1968’lerde Batıdan gelen hippilerin bir anlamda kapitalizmin tükettiği insanlığı tekrar arama ve kendilerini yeniden üretme güdüsüyle keşfettikleri bir kent olarak dikkati çekiyor. Bu ana eksende gelişen turizm faaliyetleri, yoksul Nepal’in yegâne gelir kaynağı olmuş. On yılı aşkın devam ede gelen iç savaş sırasında dahi taraflar, Nepal için hayati öneme haiz bu altın yumurtlayan tavuğu (turistleri kastediyoruz) sakınarak korumuşlar ve savaşlarına malzeme yapmamışlar. 1968’lerdeki mistik ortam, o günkü tazeliğini ve heyecanını korumasa ve hippilerin Katmandu’nun Hindu tapınaklarıyla süslü meşhur meydanlarında uyuşturucu ile hemhal oluşlarının aleni manzaralarına pek rastlanmazsa da, Katmandu’nun meydanlarında ve sokaklarında Batının ve Doğunun; hayatı birlikte yaşayışlarına ve algılayışlarına hala tanıklık etmek mümkün oluyor.

Ritüelin bir parçası; çiçekler

Dini İnançlar
Nepal’de nüfusun yaklaşık %80’i Hindu; % 20’si ise Budist… Çok az da olsa eser miktarda Müslüman nüfus da mevcut. Hinduizm, çok katmanlı bir tanrılar sistemine sahip. En önemli tanrıları Şiva ve Vişnu. Bir de bilgelik tanrısı olarak kabul edilen Şiva’nın fil başlı oğlu Ganeş var. Şiva, yok eden ve yeniden yaratan bir tanrı. İnsanın serseri yanına seslenen, savaşların ve yok oluşların sembolü olarak biliniyor.  Vişnu ise koruyucu ve insanı dengeli olmaya ve kötülüklerden sakınmaya yönelten bir tanrı. Krişna, Vişnu’nun reenkarnasyonu olan ve çalışan sınıflar tarafından çok sevilen bir tanrı olarak biliniyor. Bu tanrıların eşleri, onların alt tanrıları, yan tanrıları ve onların yeniden vücut bulmuş halleri olan reenkarnasyonları derken, katmanlar halinde uzayıp gidiyor bu tanrılar lafzı. Ama anlaşıldığı kadarıyla bu kadar uzayıp giden bu tanrılar manzumesinin özeti, dünyaya gelen insanoğlunun mevcut halini kabullenmesini ve durumdan şikâyet etmemesini salık veren bir sistemin yapı taşlarını oluşturuyor.

Her tanrının yanında bir de hayvanı var. Dolayısıyla bu hayvanlar da Hindular tarafından kutsal kabul ediliyor ve dinsel ritüellerinde yer alıyor. İnek, maymun, fil ve fare bu kutsal hayvanlardan bazıları… Bu anlamda Nepal’de kediye hiç rastlamadık diyebiliriz. Yani fareleri yaşatmak uğruna olsa gerek…

Tanrıların bu karmaşık konumlanışı, buralarda sanki dünyevi hayata da aynen yansımış gibi. Çünkü, Hindu inancının yaygın olduğu topraklarda yüzyıllardır sürüp giden ve insanlar tarafından asla değiştirilemeyecek bir kader olarak algılanan bir kast sistemi var. Bu kast sisteminin en tepesinde Brahman denen din adamları, rahipler; onların altında askerler ve bürokratlar; onların altında zanaat ve tüccar erbabı; onların altında işçiler ve köleler yer alıyor. En altta ise dokunulmazlar olarak adlandırılan ve en alt tabakayı temsil eden paryalar bulunmakta. İnanışa göre; İnsan iyi davranışlarla ve sonsuz bir kabulleniş içinde yaşamışsa sonraki hayatında (reenkarnasyon inancı) iyi bir bedene, kötü davranışlarla yaşamışsa sonraki hayatında kötü bir bedene girecektir. Buysa iyiliğin armağanı; kötülüğün ise cezası olacaktır.

Boudnat Stupa’da Buda’nın dua bayrakları

Sonuçta amaç; bütün evrenin yaratıcısı olan tanrının bir parçası olduğunun farkındalığı içinde ebedi huzura ve tanrıya kavuşmak olarak tanımlanabilecek “Nirvana”ya ulaşmak. Kah acı çekerek, kah meditasyon yapıp kendinden geçerek ilahi bir bütünün parçası olduğuna kanaat getirme hali, gerek Hinduizm’de ve gerekse onun içinden çıkan bir inanç sistemi olan Budizm’de önemli yer tutuyor. Budizm, aslında başlangıçta bir tanrı kavramı ile ortaya çıkmıyor. Daha çok insanın kendi içine yönelik çıkacağı bir yolculukta içindeki bilgeliği, güzelliği ve yaratıcılığı keşfetmesini ve bir bütünün parçası olduğunun farkındalığına erişmesini sağlayacak bir ahlak felsefesi öneriyor.

“ Budaya göre dört büyük gerçek vardır:
· Istırap gerçeği (Bizi kendilerine bağlayan bütün nesneler ıstırap nedenidir.)
·   Arzu geçeği (Istırabın kökeni arzudur.)
·   Istırabın yok edilmesi gerçeği (Istırabın yok edilmesi ancak her türlü arzudan sıyrılmakla, Nirvanaya ulaşmakla elde edilir.)
·  Istırabın yok edilmesine götüren sekiz yol gerçeği (Katıksız inanç, katıksız irade, katıksız söz, katıksız eylem, katıksız geçim araçları, katıksız çalışma, katıksız hafıza ve katıksız düşünce.)

Budizm’e göre, insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur. Ne maddede, ne de ruhta hiçbir şey sürekli değildir. Evren yoktur. Öz yoktur. Ancak olaylar vardır ki bunlar da geçici olarak bir araya gelip yalan ve boş bir evren, yalan ve boş bir ben yaratırlar.

Buda’ya göre; yaşamak, acı çekmek demektir. Acı, yaşamın özünde vardır. Öyleyse, acı çekmemek için yaşamanın mutluluklarından el çekmek gerekir. İstememeyi öğreniniz, istemekten doğan bütün acıları ortadan kaldırırsınız… Buda’nın yalın düşüncesi budur. Hiçbir şey istemeden yaşamak mümkün müdür, yada böylesine bir yaşamanın ölümden ne farkı vardır? Buda’nın bu haklı soruya yanıtı şöyledir: Ancak elde edebileceğinizi isteyiniz. Acı çekmenin nedeni istektir. İstekse bilgisizlikten doğar. Bu bilgisizlik varoluşun ana nitelikleri karşısındaki bilgisizliktir. Varoluşun ana nitelikleri; kalıcı olmama, tözlü olmama ve acı çekmedir. İnsan kendi varoluşunun içeriğinde bunların bulunduğunu bilirse bunlara daha kolay katlanır.” (Düşünce Tarihi; Orhan Hançerlioğlu; sayfa: 52-53)

Yaşayan Tanrı Kumari’nin Sarayı; Katmandu Durbar Square

Hinduizmin ve Budizmin hâkim inanç sistemi olduğu topluluklarda seküler bir yaşam ne yazık ki görülmüyor. Din bu topraklarda hayatın her alanına nüfuz etmiş; her şey kamusal alanda ve aleniyet içinde yapılıyor. Nepal’de sokaklarda çok sayıda tapınma mekânları mevcut. Buralardan günün her saatinde geçen insanlar dua ederek kırmızı renkli pirinç hamurlarından alınlarına sürüyor ve kendini bir anlamda kutsuyorlar. Her yer tapınaklar ve şapellerle dolu. Yüzlerce çeşit tanrının olduğu bir inanç sisteminde şehrin en önemli mekânlarını ve meydanlarını tapınaklar kaplıyor. Tibet Budizmi’nde de durum pek farklı değil. Yaklaşık 2000 yıl önce Hindistan’dan gelen misyoner Budist rahipler (bunlardan en ünlüsü Buda’nın reenkarnasyonu ve 2.Buda olarak da anılan Guru Rinpoche’dir) yerli Bon dininin içine Budizm’i gömerek Tibet'te Budizm’in yerleşmesini sağlamışlar. Bu şekilde Budizm’in bu topraklarda gelişen yeni yorumu, dini ve politik önderliği sıfatlarında toplayan Dalay Lamaların şahsında taçlandırılmış. 1959 yılında Çin’in işgalinden beri Dalay Lama artık Tibet’te değil. Kendisi ve kendisini izleyen binlerce Tibetli göçmen, Hindistan’da ve Nepal’de sürgün hayatı yaşıyor.

Katmandu’da tanrılar konusunda kafamız iyice karıştı. Çünkü bu iş o kadar ileri götürülmüş ki; iki yaşlarında bebeklerin arasından seçtikleri kızları ilk regl dönemine kadar izole edilmiş ve özel eğitimden geçirilerek şartlandırılmış koşullarda “yaşayan tanrıça” haline getiriyorlar. Bunlara Kumari adı veriliyor. Sanskritçe’de bakire anlamına gelen Kumari’ye; sarayından yılda birkaç kez dışarı çıkabildiği festival ve dinsel törende, halk tanrı muamelesi yapıyor ve tapınıyor. Reenkarnasyon inancına dayanarak tanrıçanın Kumari’nin vücudunda yeniden bedenlendiğine; ancak ilk regl ile de tanrıçanın bu bedeni terk ettiğine inanılıyor. Bu nedenle de özel elemelerle seçilen kızın “kumariliği” bu şekilde son buluyor. Kumari, Katmandu Durbar Meydanı’nda ziyaret ettiğimiz sarayının iç avlusunda bulunan ziyaretçilerine ahşap işlemeli balkonunun penceresinden zaman zaman görünüyor. Eğer o sırada ziyaretçilerden biri fotoğraf çekmeye kalkışırsa hemen pencereden içeri çekiliyor ve fotoğraf makinasına zarar verilebiliyor.

Katmandu Durbar Square; Narayan Tapınağı

Önce tapınaklar; sonra alışveriş
Katmandu’da,  şehir merkezinin yer aldığı vadiye tepeden bakan Swayambunat tapınaklarını, Unesco’nun Dünya Kültür Mirası kapsamına aldığı Patan ve Saklı Şehir Bakthapur’u, hippilerin yoğunlukla yaşadıkları şehir merkezindeki Durbar Meydanı’nda (Hanuman Dokka) yer alan muhtelif Hindu tapınakları ve neo klasik tarzda inşa edilmiş olan Kraliyet Sarayı’nı gezme fırsatımız oldu. Alışveriş için 1968’lerde hippilerin meşhur ettiği Thamel Sokağı en sık uğradığımız yer oldu. Paşmina ve kaşmir yününden yapılmış şallar, atkılar, yak öküzünün yününden panço ve battaniyeler, ağaç oymacılığı ürünleri ve takılar en çok rağbet edilen hediyelik eşya seçenekleriydi. Paşmina ve kaşmir dokumaları, Himalayalar’da yaşayan bir tür keçinin boyun ve sırt bölgesinden elde edilen yünlerden yapılıyormuş. 5000 metrelerde ve çok soğuklarda hayvanı üşütmeyen bu yünlerden elde edilen ürünler de çok iyi ısıtan ve oldukça yumuşak bir özelliğe sahipler. Thamel çevresindeki sokaklar, gündüz ve gece bitmeyen insan kalabalıklarının uğrak yeri haline gelmiş. Bu sokaklarda Katmandu’nun diğer bölgelerine göre daha temiz ve Batılı mutfakların ürünlerini sunan oldukça çok sayıda mekân bulunmakta. Biz de birkaç akşam yemeğini burada bulunan restoranlarda yedik. Yemek esnasında da Nepal’in folk müziklerini dinleme olanağımız oldu.

Thamel Sokağı

Ziyaret ettiğimiz mekânlarda Nepalli satıcılar, ısrarlı manevraları ile sizi sürekli sıkıştırıyorlar. Göz teması kurulmuşsa çaresi yok; mutlaka size bir şey satacaklar. Fiyatlar çok ucuz. Ancak alışverişte pazarlık şart görünüyor. Başlangıçta % 50-60 daha fazla fiyat teklif edebiliyorlar. Nepal parası Rupi oldukça değeri düşük bir para birimi olarak göze çarpıyor. Yaklaşık 70 Rupi, 1 Dolar; 50 Rupi ise 1 Türk Lirası ediyor. Tibet’te ise Çin toprağı kabul edildiği için Yuan geçiyor. 6,5 Yuan 1 Dolar; 5 Yuan ise 1 Türk Lirası ediyor. Bhutan parası ise Nugulturum olarak adlandırılıyor. 45 Nugulturum 1 Dolar; 33 Nugulturum ise yaklaşık 1 Türk Lirası yapıyor. Para mevzuları da işte böyle denilebilir.

Yemeklere Dair
Gezi boyunca bol miktarda bira tükettik. Biraları fena değildi. Nepal’de Everest ve Gurkha, Tibet’de Lhasa Beer; Bhutan’da ise Red Panda içtiğimiz biralardan bazıları idi. Bunların bir kısmını Batılı bira şirketleri (Tuborg gibi) kendi lisansları ile buralarda üretiyorlardı. Ayrıca Nepal’de pirinçten yapılan ve rakşi isimli bir otla birlikte mayalandırılarak hazırlanan pirinç şarabından tatma fırsatımız oldu. Pirinç şarabının alkol oranı oldukça yüksek ve sertti. Boğazda yakıcı bir tat bırakan rakşinin sertliği unutulacak gibi değildi. Yemeklerde yak ve domuz eti, zaman zaman piliç eti kullanılıyor. Momo adını verdikleri bir türlü mantıları oldukça meşhur. Her yerde bu yemeği bulmak mümkündü. Tibet ve Bhutan’da da momo ile sürekli karşılaştık. Momo, hamurdan yapılan içine baharatlı et yada kıyma konulan bir tür mantı. Yanında getirilen baharatlı ve salçalı soslarla birlikte servis ediliyor. Soslar tabii ki oldukça acı. Bunun yanında sebzeleri oldukça çok kullanıyorlar. Fasulye çorbası, karışık sebze çorbası, sebzeli erişte, az haşlanmış bizdeki türlüye benzeyen karnabahar, taze fasulye, pazı benzeri yeşillik otlarla harman edilmiş yemekler çokça tüketiliyor. Yak yoğurdu sabahları otellerde en çok tükettiğimiz ürünlerdendi. Peynir fazlaca rastladığımız bir yiyecek değildi. Tibet’de otelde peynir hiç yoktu. Tibet Platosunda bir köyü ziyaretimiz esnasında kurutulmuş peynirleri görünce Katmandu’daki Radisson Otel’de (5 yıldızlı) kahvaltıda verilen kayış gibi sert ve kösele lezzetinde peynirleri hatırladık.

Swayambunat’da Budist Tapınağında Buda

Swayambunat Tapınakları
Katmandu’ya hâkim bir tepede kurulmuş Swayambunat’da Hindu ve Budist tapınakları bir arada bulunuyor. Burada Nepal’in yerli halkı Nevariler gündelik yaşamlarını yüzlerce yıllık tarihi mekânlarda sürdürüyorlar. Etrafta birçok maymun serbestçe dolaşıyor ve ziyaretçilerin yanlarında getirdikleri yiyeceklerden kapabildiklerini veya verilenleri birbirleriyle kavga dövüş içinde mideye indirmeye çalışıyorlar. Hindu tapınaklarına Hindular dışında başkalarının girmesi yasak olduğu için onları dışarıdan seyretmekle yetiniyoruz. Hinduların çok katlı ve muhtelif tanrılarına adanmış kendine has orijinal bir mimari özelliğe sahip tapınak yapılarına pagoda adı veriliyor. Tapınağa gelenlerden kimileri düğün, kimileri adak törenlerini gerçekleştirme telaşı içindeler. Meydanda onlarca kubbeli sunak taşı mevcut. Meydanın ortasında dev bir Stupa yer alıyor. Kubbeli bir yapıya benzeyen Stupa bir Budist Tapınağı. Ortasında siz nereye giderseniz gidin sizi ve evreni izleyen Buda’nın kocaman gözleri, ortasında ise kendi içinize yönelik üçüncü göz yer alıyor. Onun hemen üstünde Nirvana’ya ulaşmak için geçilmesi gereken 13 aşamayı simgeleyen 13 parlak yaldızlı halka ile en tepede bizim minarelerin âlemine benzeyen ve Nirvana’yı temsil eden sivri ucu ve süslemesi yer alıyor. Stupanın hemen yanında, bir Budist Manastırı var. Budist manastırlarını rahatça dolaşabiliyor ve fotoğraf çekebiliyoruz. Ancak Tibet’te dolaştığımız gerek Dalay Lamaların kışlık sarayı Potala’da, yazlık sarayı Narbulinga’da ve Jokhang tapınaklarında içerde dolaşırken fotoğraf çekmemize izin vermediler. Bu da onların kuralı olsa gerek diye yorumladık. Budist tapınaklarının en karakteristik özelliklerinden birisi de sürekli saat yönünde ziyaretçiler tarafından çevrilen dua çarkları yada “mani”ler. Bunların üzerinde Buda’nın sözleri yer alıyor. Bu sözlerin tüm evrene yayılması için Budist inancına sahip insanlar tarafından sürekli çevrilmesi ibadetin bir parçası olarak kabul ediliyor. Tapınaklarda her şey dönüyor; insanlar Stupa’nın ve tapınakların etrafında dönüyor; dönerken ellerindeki dua çarklarını saat yönünde çeviriyorlar; ayrıca manastır ve tapınakların belli yerlerinde yer alan büyük dua çarklarını da çevirmek sevap kabilinden kabul görüyor. Velhasıl, her şey ama her şey evrendeki gibi dönüyor.

Patan’da Nevarilerin Festivali

Ortaçağın Mücevher Şehirleri; Bakthapur, Patan ve Katmandu Durbar Square
Nepal’in tarihinde 15. yy.da hüküm süren Malla sülalesinden bir kral döneminde; kral, üç oğlu arasında Katmandu merkezli krallığın topraklarını üçe bölüştürerek üç ayrı prenslik oluşturuyor. Üç prens kardeş, kendi topraklarında hüküm sürerken aralarında tatlı bir rekabet havası içinde sanatın her alanında ve özellikle mimaride büyük gösterilere girişiyorlar. Bu rekabetin sonucunda, Katmandu ve çevresinde ahşap oymacılığı, metal işçiliği ve tuğlanın ağırlıklı olarak kullanıldığı eşşiz mimari örnekler yaratıyorlar. Katmandu Durbar Meydanı; Patan ve Saklı Şehir Bakthapur böyle doğuyor. 18. yy.a kadar devam eden bu üçlü yapı; Gurkhalı Şah sülalesi tarafından iktidarın ele geçirilmesi ve ülke birliğinin yeniden sağlanması ile son buluyor. Bu üç şehir devletinin de temel özelliği Nepal’in yerli halkı Nevarilerin buralarda hala yaşamakta oluşu. Katmandu merkezi, ticari ve sosyal ilişkilerin gelişmesi sonucunda giderek daha kozmopolit bir hüviyete bürünürken, Patan ve Bakthapur hala Nevarilerin çoğunlukla yaşadığı yerler olarak biliniyor.

Patan’ı ziyaret ettiğimiz gün, Hinduların bir festivali vardı. Rengârenk giysiler içinde ancak bir kortej düzeninde kadınlar ve erkekler, ayrı bloklar halinde yürüyorlardı. Kadınların yer aldığı her grubun elbiseleri farklı renklerdeydi. Erkeklerden bazıları; uzun borular, değişik davullar, ziller ve klarnetler çalıyorlar; ancak hepsi aynı anda farklı notaları bastıklarından tam bir kakafoni oluşturuyorlardı. Farklı bir gözlemdi. Yürüyenler esmer tenli Nevari halkına mensup insanlardı. Kraliyete olan bağlılıklarını ifade edişlerinin 39.yıldönümünü kutlamak için böyle bir töreni düzenlemişlerdi. Ancak bugün ne kraliyet ne de kraldan eser yoktu.

Gerek Patan’da ve gerekse Bakthapur’da üç ayrı meydana yayılmış Şiva, Vişnu ve Ganeş’e adanmış tapınaklar ve kraliyet saraylar bulunmakta. Bu yapılarda ahşap oymacılığının ve metal işçiliğinin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Patan’daki Kraliyet sarayının restorasyonu yakın zamanda Unesco’nun desteği ile tamamlanabilmiş. Ne yazık ki; her iki kentteki yapıların çok iyi durumda olduğunu söylemek zor görünüyor. Ancak ülkenin yoksulluğunu ve içinden geçmekte olduğu sıkıntılı dönemi gördükten sonra, buna çare olacak çözümleri de üretmenin kolay olmadığını insan anlıyor.

Patan’da Tapınaklar

Patan, Bakthapur ve Katmandu Durbar Meydanında yer alan Şiva’ya adanmış tapınaklarda, bezeli ahşap oymalar içinde Kama Sutra pozisyonları bizi oldukça şaşırtıyor. Dinsel bir mekânın dış cephesinde, yok eden ve yaratan tanrı Şiva’nın bir yılan gibi uzun cinsel organının resmedilmesi, onun yaratıcılığının simgesi olarak açıklanıyor. Şiva’nın hemen altında ve katlar halinde inşa edilmiş tapınağın dört yanında cinsel birleşmenin muhtelif pozisyonları yer alıyor. Bu durum ise; yine tanrısal yaratıcılığın temsil edildiği frizler olarak açıklanıyor.

İklim ve sosyal yaşam
Katmandu, rakım olarak 1400 metre yükseklikte, ancak bir vadinin içinde yer alıyor. Seyahatimiz boyunca hava sıcaklığı gündüz 24; gece ise 15 dereceler civarındaydı. Hava şartları seyahat için oldukça elverişli idi. Bazı günler şehrin üstünü sis kapladı. 18 kişilik pervaneli uçaklarla gerçekleştirmeyi düşündüğümüz Everest turunu havaalanına gitmemize rağmen iki saatlik bir bekleyiş sonrasında uçuşun sis nedeniyle iptal edilmesinden ötürü gerçekleştiremedik. Ancak; daha sonra Bhutan dönüşünde ayni tip bir uçakla yaptığımız yolculuk sırasında, girişimci bir arkadaşımızın çabası ve kaptanın jesti sayesinde Everest’e yakın geçerek, bulutları delip geçen o müthiş zirvelere tanıklık ettik.

Nepal, Himalayalar’dan gelen su kaynakları bakımından zengin bir ülke olmasına rağmen, yoksulluğu nedeniyle bunları değerlendirme potansiyeline ne yazık ki sahip değil. Özellikle elektrik enerjisinin teminindeki güçlükler nedeniyle, Katmandu’da akşamları sürekli elektrik kesintisi uygulanıyor. Bu nedenle Katmandu’da işyerlerinde elektrik kesilince jeneratörler otomatik olarak devreye giriyor. Sokaklar karanlık içinde kalıyor; dükkânlardan yansıyan ışıklar yardımıyla zorlukla yürünebiliyor.

Katmandu Muan Narayan Tapınağı önünde Rikşalar

Sokaklarda, kaotik trafik içinde bisikletli rikşalar çok iş görüyor. Bunlara arkasında iki yolcunun taşındığı bisikletli taksiler denilebilir. (Uzak Doğu’daki çek çekler gibi) O yoğun trafikte yaklaşık 5 km.lik yolu 100 rupi karşılığında, bir de zaman zaman yolun gidişine göre karşılaşılan hafif eğimlerde, sürücünün zorlanarak kan ter içinde pedal çevirdiğini görmek insanın içini acıtıyor. Ancak yapacak fazla da bir şey yok; Katmandu’da hayat böyle devam ediyor.
Bagmati kıyısında Pashu Patinat ve dumanlar

Pashu Patinat; Ölü Yakma Törenleri
Katmandu’da ziyaret ettiğimiz önemli noktalardan birisi de kutsal nehir Bagmati’nin kıyısında ölü yakma törenlerinin düzenlediği Pashu Patinat oldu. Burası, yine Hindu tapınaklarının ve diğer kutsal mekânların bulunduğu, insanların yalınayak dolaştığı, ölmüş yakınlar için sürekli adakların adandığı ilginç bir mekândı. Bagmati ırmağı, şiddetli muson yağmurlarının geride kalmış olması nedeniyle cılız akıyordu. Bu da ırmağa atılan her türlü ölü yakma ve ritüel malzemesi ile kirlenmiş suyun durumunu daha vahim bir hale getiriyordu. Yarı yanmış kütükler, ölülere ait elbise ve eşyalar, ölüler için konulan çiçeklerden arta kalanlar, saz bitkileri ve tütsü artıkları her şey ama her şey suyun içinde yüzüyordu. Bu pisliğin içinde insanlar kutsal saydıkları su ile (aynı zamanda ölüyü de bu suyla yıkıyorlardı) ellerini, yüzlerini yıkıyorlar, ağızlarını çalkalıyorlar ve yanlarındaki ölülerinin daha önce yakılmış küllerini suya serpiyorlardı. Bir yandan da daha önce yakılmış ölülere ait ziynet eşyalarını suyun içinde arayan çocuklar sürekli suyun içini araştırıyorlardı. Merdivenlerin kenarlarına dağılmış maymunlar sürekli bir telaş içinde ziyaretçilerden yiyecek çalma peşindeydiler. Kavga dövüş aldıkları yiyecekleri bir an önce yemeye çalışırken, bir yandan da birbirlerinin tüyleri içinde mevcut asalakları ayıklamak ve onları da yemekle meşguldüler.

Kraliyet Sarayı ve hikâyeleri
Katmandu kent merkezindeki Durbar Meydanı’nda (meydanın diğer ismi Hanuman Dokka – o da bir Hindu tanrısıdır) neo klasik tarzda inşa edilmiş Kraliyet Sarayı yer almaktadır. Sarayın dış cephesi, genelde binaların hâkim rengi olan ahşabın kahverengisi ve tuğla kırmızısı dışında bembeyazdır. Bina, Nepal’de kraliyetin son bulduğu 2008 yılından beri Kraliyet Müzesi olarak düzenlenmiştir. Ziyaretimiz sırasında; binanın içi, oldukça yakın bir zamanda terk edilmiş olmasına rağmen oldukça kötü durumdaydı. Bina içinde muhtelif galerilerde, Şah hanedanına mensup son üç kralın yaşamına ait her türlü eşya, resim ve belge sergileniyor.
Kraliyet Sarayı; Hanuman Dokka

Bu bembeyaz bina ne yazık ki tarihte iki dramatik katliamın yaşandığı bir mekân olarak biliniyor. Bunlardan ilki 1846 yılında Şah sülalesinin iktidarı sırasında giderek güçlenen bir başka soylu sülale Rana’ların; Şah sülalesi tarafından planlanan kendilerine yönelik bir darbe teşebbüsüne karşı daha erken davranarak; bir gece Kraliyet Sarayı’nın Rana yanlısı askeri güçlerce basılması ve kraliyet ailesinden yüzlerce soylunun bu kanlı olayda katledilmesidir. Nepal tarihine Kot Katliamı olarak geçen bu kanlı olay sonucunda Şah hanedanının temsil ettiği krallık tahtı sembolik bir nitelik kazanırken, bütün güç Rana’ların elinde bulunan Başbakanlık makamının kontrolüne geçmiştir. Başbakanlık görevi bu tarihten 1950’lere kadar aynı krallık tahtı gibi kan bağı gözetilerek Rana sülalesinden kişilere geçmiştir. Bu durum; Çin’in Tibet ile ilgili sorunları tırmandırdığı yıllarda, Hindistan’ın aynı baskıyla Nepal’in de karşılaşabileceği kaygısıyla 1911’den beri tahtta olan Trimbuvah Bikram Şah ile işbirliği yaparak Rana sülalesinin iktidarına son vermesi ile değişmiş ve Şah hanedanı tekrar yitirdiği eski gücüne Hindistan sayesinde kavuşmuştur. Bugün Katmandu Havaalanı da bu kralın ismini taşımaktadır.

Katmandu Durbar Square

Diğer katliam ise, 2001 yılının 1 Ocak akşamı yani yeni yıl gecesi gerçekleştirilmiştir. Bu olayın hikâyesi de oldukça hazindir. 1972 yılında tahta çıkan Kral Birendra Bikram Şah’ın büyük oğlu prens Dipendra, İngiltere’de Eton Koleji’nde eğitimi sırasında tanıştığı Rana’lara mensup Nepalli soylu bir kıza (Devyani Rana) âşık olur; ancak Şah hanedanının Kot Katliamı’ndan kaynaklanan ezeli düşmanlığı nedeniyle, özellikle Ana Kraliçe oğlunun bu ilişkisine şiddetle karşı çıkar. Bu durum, aile içinde giderek ciddi bir soruna dönüşür. O yıllar, ayni zamanda ülkenin ciddi bir politik kargaşanın içinde olduğu yıllardır. 1990’lı yıllarda dağlarda gerilla savaşı başlatan Maocu gerillalar, giderek güç kazanmakta ve Kraliyeti tehdit etmektedir. Böyle bir ortamda prens Dipendra, annesi, babası ve kardeşleri de dâhil olmak üzere Kraliyet ailesinden 11 kişiyi katleder ve daha sonra da intihar eder. Katliamla ilgili rivayetler muhteliftir; kimi Maocu gerillaların bu olayın arkasında olduğunu iddia eder; kimisi ise tahta bu olay sonrasında geçen ve öldürülen Kralın kardeşi olan Gyenendra’yı yeğenini kışkırtmakla suçlar; bir başka rivayet de yukarıda sözü edilen aşk hikâyesinin bu dramatik sonucu doğurduğu hakkındadır. Katliam sonrası tahta Gyenendra çıkar; Maocu gerillaların mücadelesi 2008 yılında Kral’ın devrilmesi ve demokratik cumhuriyetin ilan edilmesi ile son bulur. Seçimlerde en fazla oyu alarak 1.parti konumuna gelen Maocu Komünist Parti kısa süreli iktidarı sonrasında, Hint yanlısı Congress Partisi’nden seçilmiş olan Cumhurbaşkanı ve Ordu ile sürtüşmesi nedeniyle hükümeti bırakarak muhalefete geçer. O günden beri de ülkede bitmek bilmeyen bir politik kriz sürer gider.

Tibet izlenimleri

Nepal’den Çin toprağı sayılan Tibet’e, Air China’nın uçağı ile yaklaşık bir saat süren bir yolculuk sonrası vardık. Uçak, Lhasa’ya 70 km. uzaklıkta bulunan Gonkar Havaalanına indi. Pür disiplin içinde “hazırol” vaziyetinde bekleyen Çinli askerlerin arasından süzülerek, bizi sırayla çağıran gümrük memurlarının talimatlarına harfiyen uymaya dikkat ederek salimen Çin’e girdik. Tibet; 2.200.000 kişilik bir nüfusa ve 1.600.000 km2 genişliğinde bir yüzölçümüne sahip. Nepal’den, dünyanın damı Himalayalar ile ayrılan ülke; aşağı yukarı aynı saat diliminde yer almasına rağmen, merkezi Çin hükümetinin tüm ülkede Pekin saat dilimini uygulaması nedeniyle Türkiye’den 5,5 saat ilerde bulunuyor. 3650 metre yükseklikteki Lhasa’ya ulaştığımızda oksijen azlığı nedeniyle şiddetli baş ağrısı ve nefes nefese kalma gibi şikâyetlerimiz oldu. Ancak, hem yavaş hareket ederek, hem de yükseklik hastalığına karşı düzenli ilaç takviyesi ile bu engeli kısa sürede aşabildik. Tibet’teki en son günümüzde çıktığımız platoda 4884 metre yüksekliği gördük.

Lhasa Caddelerinde…

Çin’in Tibet’ e getirdikleri
Çince ve Tibetçe yazıların her yerde birlikte yer aldığı başkent Lhasa’da, Çin son 20 yıldır büyük bir yatırım hamlesi yürütmekte. Bu sayede eski Lhasa’nın yanına geniş bulvarları, zamanında sosyalist ülkelerde görmeye alışık olduğumuz oldukça geniş tören meydanları, dev alışveriş merkezleri ve yüksek apartmanlarıyla modern bir Lhasa inşa edilmiş. Tüm ülkede gelişmekte olan kapitalist üretim ilişkileri, ister istemez Tibet platosunda da pazar ve hammadde kaynaklarının yeniden düzenlenmesi gereğini ortaya çıkarmış. Himalayalar’dan beslenen su kaynakları açısından Çin’in en zengin bölgesi olan Tibet’de; Çin merkezi hükümeti, üzerine inşa ettiği büyük barajlarla geniş yataklı ve yüksek debili ırmaklara gem vurmaya başlamış bile.

Çin, 1959 yılında Tibet’i işgal ederek kendi yönetimine bağlamış. Tibet’te ülkenin o zamana kadar politik ve dini önderi olan Dalay Lama, işgal sonrası Hindistan’a sığınmış. Onunla birlikte çok sayıda Tibetli de Hindistan ve Nepal’de sürgün hayatı yaşamayı seçmiş. Nepal’de Boudnat Stupa olarak adlandırılan Katmandu’ya yakın bir bölgede sürgün Tibetliler yaşıyordu. Yuvarlak dev Stupa tapınağının çevresine konumlanmış guest house’lar, manastır ve hediyelik eşya satan dükkânlar arasında binlerce Tibetli ve yabancı turist tapınağın çevresinde hiç durmadan akıp giden döngünün bir parçasıydılar.

Başkent Lhasa, 3650 metre yükseklikte yer alıyor. Üç gün boyunca kaldığımız Lhasa’da sıcaklık gündüz 15 derece civarındaydı. Geceleri karasal iklim nedeniyle sıcaklık şehirde 0 dereceye düşüyordu. Tibet Platosunda, ise 5000 metreleri geçen yüksekliği ile nedeniyle çok daha düşük sıcaklıkları görmek mümkün. Lhasa, giderek büründüğü modern görünümünün arka planında Dalay Lama’ların kadim payitahtı Potala Sarayı, Şehrin kalbi Barkhor sokağı, burada yer alan Jokhang Tapınağı ve çevresinde öbeklenmiş eski Tibet’e dair mistik yaşamla ilgili her türlü veriyi ziyaretçilerine sunabiliyor.

Tibet Evleri

Lhasa’nın Kalbi Barkhor Sokağı ve çevresinde gezinirken
Barkhor sokağının çevresinde rastladığımız en etkileyici görüntülerden birisi tapınağa doğru secdeye varan Tibetli hacılardı. Tüm hacılar ellerini önce başlarının üzerinde birleştirip, daha sonra göğüs hizasında tutuyor; en sonunda ise bizdeki secde pozisyonuna benzer tarzda yere uzanıyorlardı. Kilometrelerce uzaktaki köylerinden çıkarak secdeye vara vara Budistler için bir hac mekânı olan Jokhang Tapınağı’na ulaşmak ve bu tapınağın çevresini saat yönünde dönerek aynı secde pozisyonunda tavaf etmek bizler için eşsiz bir manzaraydı. Vecd ile öyle bir kendinden geçme hali ki bu durum; anlatılmaz… Yere yatmaktan ve dizlerinin üstünde doğrularak tekrar ayağa kalkmaktan aşınmış ve nasırlaşmış ellerini ve dizlerini, kapladıkları lastik ve tahtalarla korumaya çalışan, yüzleri güneşin ve rüzgârın bıraktığı derin çizgilerle kaplı; genç yaşlı, kadın erkek Tibetli hacılar, tapınakların çevresindeki kutsal nöbeti biteviye sürdürüyorlardı.

Manastırları ve Potala Sarayı’nı ziyaret gelen Tibetli hacılar, yanlarında plastik torbalar içinde yak tereyağı getiriyorlar. Bunları Buda’nın ve Budizmin diğer tarihsel önderlerinin heykellerinin önündeki sunaklara ve sürekli yanmakta olan kandillere koyarak adaklarını adıyorlar. Ayrıca, tapınakların içinde dolaşırken kapı sövelerine, perdelere, kapıların önündeki kanatlı örtülere varıncaya kadar her yere bu tereyağını sürüyorlar. Manastırların içi insanı içine bayıltacak yoğunlukta yak tereyağı kokuyor. Jokhang Tapınağında Budist rahipler, mantra dedikleri Buda’nın sözlerinden oluşan dualarını okuyorlar. Biz daracık koridorlardan ve bazen dik tahtadan merdivenlerden çıkarak manastırın hücrelerini dolaşıyoruz. Başka hacılarla beraber “om mani padme hum” duasını (lotus çiçeği içindeki mücevher açılsın) zikrederek ruhani bir dehlizden, loş ışıklar içinden süzülerek bir bilinmeze doğru yolculuk yapıyoruz. Her “şeyin” bir “şey”le sembolize edildiği, sayısız meditasyon ürünü “mandala”nın (resim yada konstrüktif konsantrasyon projeleri) uçuştuğu garip bir dünyadayız.

Alevilik ve Budizmin benzer sembolleri üstüne

Solda Hacıbektaş’ın sağda ise 2.Buda; Guru Rinpoche’nin geyikleri

Resimlerde, Jokhang Tapınağı’nın tepesine çıktığımız terasında ve Bhutan’ın başkenti Thimbu’da dolaştığımız idari yönetim binası Dzong’un iç avlusunda birbirine bakan iki geyiği görüyoruz. Geyiklerin, reenkarnasyonun simgesi olduğunu öğreniyoruz rehberimizden. Merakımız katmerleşiyor giderek… Çünkü hemen aklımıza ülkemizdeki Hacıbektaş’ın temsili resimleri geliyor. Hani şu kucağında aslan ve geyikle sembolize edilen Hacıbektaş resimleri… Tibet manastırlarındaki gizemli yolculuklarımız, bizi; Orta Asya’nın steplerinden başlayarak yüzlerce yıl süren ve Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan o muhteşem topraklarda; Batı Anadolu’da sonlanan göçün şifrelerine götürüyor sanki. Manihizm, Budizm, Zerdüştlük gibi geçtikleri topraklarda kök salmış inanç sistemlerinden de etkilenerek süren yüzlerce yıllık bu çileli yolculuğun vardığı son nokta, kendi özünü ve kimliğini koruma içgüdüsüyle bir din olarak İslamiyet’in (muhalif Hz. Ali karakterinin ve onun çevresinde gelişen kavramların) Şamanizm’in içine gömülmesiyle ortaya çıkan Anadolu Aleviliğidir. Alevi – Bektaşi inanç sistemidir.

Bilindiği üzere; özelinde, Alevilik’de de reenkarnasyon inancı (Devriye inancı) önemli bir yer tutmaktadır ve Alevi – Bektaşi nefeslerinde bu inanç derinlerdedir:


Nepal’de Bodnat Stupa’da Manastırın balkonundaki yeniden doğuşun simgesi geyikler

“Katre idim ummanlara karıştım
Kaç bulandım, kaç duruldum kim bilir?
Devre edip alemleri dolaştım,
Bir sanata kaç sarıldım kimbilir?

Bulut olup ağdığımı bilirim,
Boran ile yağdığımı bilirim,
Alt(ı) anadan doğduğumu bilirim,
Kaç ebeden kaç soruldum kimbilir?

Kaç kez gani oldum,kaç kere fakir,
Kaç kez altın oldum, kaç kere bakır,
Bilmem ki, kaç katip ismimi okur?
Kaç defterde kaç dürüldüm kimbilir?

Bazı nebat oldumtoprakta sürdüm,
Bilmem kaç atanın sulbünde durdum,
Kaç defa cennet-i alaya girdim?
Cehenneme kaç sürüldüm kimbilir?

Kaç kez alet oldum elde bakıldım,
Semadan kaç kere indim, çekildim,
Balçık olup kerpiç kerpiç döküldüm,
Kaç bozuldum, kaç kuruldum kimbilir?

Dünyayı dolaştım hep kara batak
Görmedim bir karar bilmedim durak
Üstümü kaç örttü bu kara toprak
Kaç serildim kaç dirildim kim bilir?

Gufrani’yim tarikatım boş değil,
İyi bil ki kara bağrım taş değil,
Felek ile hiç hatırım hoş değil,
Kaç barıştım, kaç darıldım kim bilir?”
Gufrani
(Aleviliğin Gizli Tarihi; Erdoğan Çınar; Sayfa 86, Chivi yazıları)

“Alevi inanışında insan ruhunun asıl kaynağı olan gerçek varlıktan (Vücud-u Mutlak) ayrılıp tekrar ona dönünceye kadar geçireceği evrelere “Devriye” denir”

“Devriye kavramına göre Vücud-u Mutlak’dan kopan nur, gökleri, yeri, tabiatı ve evrenin dört kuvvetini oluşturdu. Gök ata oldu, yer ve dört kuvvet ana oldu. Yaratılış süreci ata ile ananın birleşmesi ile başladı. (a.g.e sayfa 82)

“Alevi inanışına göre insan ruhunun geldiği asıl kaynağa dönüşü ancak insanın olgunlaşma sürecini tamamlaması ile olur. Önce cansız nesne, sonra bitki, hayvan insan bedenlerinde ortaya çıkan ruh, insan-ı kamil (eksiksiz, olgun insan) konumuna ulaştığında, geldiği kaynağa geri döner. Yaradan ile bütünleşir, onun içinde erir.” (a.g.e sayfa 84,85)

Lhasa’dan Alevilerle ilgili bilgi dağarcığımıza bir diğer katkı, bir akşam Lhasa’da konakladığımız Lhasa Otel’de karşıma çıktı. İngilizce yayın yapan Çin Televizyonunun 9.kanalındaki bir haber programında, Uygur Sincan Özerk Bölgesi’ndeki Mugan isimli halk şarkıcıları hakkında bir inceleme vardı. Bu programa eşlik eden müzikli görüntülerde açık bir alanda Alevi semahlarının hemen hemen bir benzerini; Uygurlu Türk kadın ve erkekler birlikte sergiliyorlardı. Bu gerçekten Türklerin o topraklardan Anadolu’ya taşıdıkları dinsel ritüeli anlamak açısından önem taşıyordu. Tibet’de bir akşam, bunu da aklımızın bir köşesine not ettik.

Potala Sarayı

Potala Sarayı
Tibet’e gelirken görmeyi en arzuladığımız mekân, Lhasa’nın en yükseğinde yer alan Potala Sarayı idi. Unesco’nun Dünya Kültür Mirası kapsamında da yer alan Dalay Lamaların kışlık sarayı Potala, kent merkezinin uzandığı vadinin dibinden yaklaşık 130 metre yüksekliğinde bir tepenin üstüne M.S. 7 yy.da zamanın kralı Songzanganbu tarafından inşa edilmiş. Saray; 1645 yılında 5. Dalay Lama tarafından, yine bu tepe üzerinde 50 yıl süren bir inşa süreci sonunda yeniden inşa edilmiş; takip eden 300 yılda sarayın bugüne ulaşan büyüklüğüne erişme süreci tamamlanmış. 1959 yılında Çin’in işgali sonrasında Hindistan’da sürgüne giden 14. Dalay Lama’ya kadar, Potala; Tibet’in bu dini ve politik önderlerinin kışlık sarayı olarak işlev görmüş. Çin yönetiminde artık bir müzeye dönüştürülen saray, Lhasa’nın her yanından fark edilen ihtişamlı görüntüsü ile kentin başına ilahlar tarafından kondurulmuş bir mücevher taç gibi duruyor. İçinde 1000 odanın bulunduğu, uzaktan bakıldığında yatan bir fil profiline benzetilen saray; esas olarak doğusundaki beyaz salonlar, ortasındaki kızıl salonlar ve pagodalar ve de batısındaki rahiplerin kaldığı beyaz evlerden oluşuyor. Bazı yerlerde; yapının duvarlarının kalınlığı 5 metreyi buluyormuş. (ortalama 3 metre) Duvarların içine, demir ergitilerek duvarlara depreme karşı mukavemet kazandırılmış. Yapı, yüzyıllardır doğanın tüm yıpratıcılığına karşın hala dimdik ayakta duruyor.

Potala’ya tırmanırken…

Saat farkı nedeniyle geç ağarmış bir sabah vakti (yerel saatle 8 gibi) Potala Sarayı’na vardık. Yaklaşık 1 saat süren tırmanışımız oksijen azlığı nedeniyle yavaş yavaş tepeye kadar sürdü. Dalay Lama’ların halkı kabul ettiği ve selamladığı büyük avluda soluklandık. Tahta merdivenlerden daha önceki Dalay Lama’ların kabirleri, Buda ve diğer dini önderlerin yüzlerce heykeli (oturan Buda, yatan Buda, ayakta duran Buda; Buda da Buda…), 5 renkte dua bayrakları, “mantra”lar ve “mandala”lar arasından geçerek ve dar koridorlardan süzülerek sarayı dolaştık. Kimi zaman kapalı mekânlarda, kimi zaman iç avlu ve merdivenlerde devam eden gezinti, sarayda belli bir süre kalma ve turu kısıtlı bir zamanda bitirme zorunluluğu nedeniyle oldukça hızlı bir şekilde tamamlndı. İçerisi yine Tibetli köylülerin yanlarında getirdiği adaklık yak tereyağları nedeniyle, iç bayıltan o ağır kokuyu taşıyordu. Tepeden şehre baktığımızda ayaklarımızın altında uzayıp giden vadi, aşağıdaki yapay göletin etrafında oluşturulmuş park alanında yapraklarını çoktan dökmüş ağaçlar, şehrin üstünü bir örtü gibi kaplamış duman rengi sisin altında dünyanın bu garip ülkesinde yaşayan binlerce insan, aydınlanmış adam Buda’nın izindeki kutsal yolculuklarına durmaksızın devam ediyorlardı.

Barkhor Meydanı’da satıcılar

Barkhor’da sosyal hayat
Barkhor sokağındaki Jokhang Tapınağının da bulunduğu meydan görülmeye değer. Meydanın dört bir yanı hediyelik eşya, Budizme ait dua çarkı, dua bayrakları v.b. muhtelif ritüel aracı ve yak yününden yapılmış şal ve örtüler satan seyyar satıcılarla ve onların tezgahlarıyla dolu. Ayrıca çok sayıda yiyecek satan seyyar satıcı da bu tezgâhların arasında yer alıyor. Meydan tıklım tıklım insan dolu ve sürekli hareket ediyorlar. Bir kısmı tapınağa yönelik olarak secdeye varırken, büyük bölümü de tapınağın çevresini Müslümanların Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi saat yönünde dönüyorlar. Bitmek bilmeyen bir dönüş… Herkes ne kadar döneceğine kendisi karar veriyormuş; belli bir sayısı yokmuş bu dönüşlerin. Barkhor’da, meydan bakan çok sayıda lokanta yer alıyor. Turistlerin çoğu karınlarını buralarda doyuruyor. Yemekler oldukça basit ve salt karın doyurmaya dönük.

Genel kanaat; “Tibetliler, yemek için yaşamıyorlar; yaşamak için yiyorlar.” Onları bu şekilde yaşamaya iten koşullar ise, esas olarak coğrafyadan kaynaklanıyor. Son derece dağlık bir topografyaya ve zorlu iklim koşullarına sahip olan ülkede yak öküzünün hayati bir önemi var. Hem yük hayvanı olarak kullanılan yak öküzünün; eti, sütü, tereyağı ve yünü de vazgeçilmez bir önem taşıyor. Bu anlamda yak öküzünün Tibet için kutsal bir yanı var desek yanlış olmaz. Halk danslarında, halı, kilim desenlerinde ve resimlerde bile bu hayvanı tasvir eden figürler yer alıyor. Tibet öküzü de denen yak, aslında bu hayvanın erkeğine verilen isim olmakla birlikte, yaygın olarak bu hayvanın ismi olarak da kullanılıyor. Dişisine ise nak deniyor.

Tibet Platosu
Tibet’teki son günümüzde; 4884 metrede yer alan Gambala geçidinden geçerek Tibet’in 3. büyük gölü olduğu söylenen Yam Drok Tso gölüne gidiyoruz. Gambala geçidinde mola veriyoruz; sert bir rüzgâr eşliğinde, aşağıda geniş yatağında akan bir nehir gibi uzanan gölü seyrediyoruz. Böyle bir mavi olamaz! Göğe daha yakınız ve bulutsuz göğün derin mavisi aynen göle vuruyor. Göl kenarında, İzmir’in ilçesi Tire’nin yaslandığı Aydın Dağları’nın zirvesinde yer alan, çırılçıplak Çal Dede tepesinde, bizim has Yörüklerimizin Çal Dede’nin makam mezarının başında her yılın Eylül ayının ilk haftasında düzenledikleri Mahya Şenlikleri’nde şahitlik ettiğimiz üst üste konulmuş dilek taşlarının benzerlerini görüyoruz. Bu manzara da, Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan kültürün bir delili olarak karşımızda apaçık duruyor.

Tibet Platosunda yer alan Yam Drok Tso gölünün kıyısındaki dilek taşları

Dağın başında yak öküzleri ve Tibet köpeği, mastiflerle fotoğraf çektiriyoruz. Geçitte mola veren Tibetli yolcuları izliyoruz. Önce erkekler koşturuyor; göle doğru aleniyet içinde topluca ihtiyaçlarını gideriyorlar. Ama esas ilginç olan arkalarından gelen kadınlar birazdan büyük bir doğallıkla elbiselerini sıyırıyorlar ve onca insanın içinde aynı şeyleri yapıyorlar. Ama garipsenecek bir şey olmadığını düşünüyoruz daha sonra aramızda konuşurken. Çünkü bu ihtiyacı görecek doğru dürüst bir helâyı da bu yükseklikte bulmak beyhude bir çaba olsa gerek. Göl kıyısında yer alan bir turistik tesisin tuvaletine koştuğumuzda karşılaştığımız manzara yukarıdaki düşüncemizi doğruluyor; çünkü birbirinden bölmelerle ayrılmış birer delikten ibaret olan helada delikten aşağıya doğru bakıldığında toprak ve daha önceden yapılanlar görünüyor.

Çin merkezi hükümetinin, özellikle Nepalli Maocu gerillaların sürdürdükleri kraliyet karşıtı gerilla savaşını kazandıktan sonra ayrı bir önem atfettiği Tibet Platosu’nu aşan dağ yolunu ıslah çalışmaları, yer yer devam etmekle birlikte büyük oranda tamamlanmış. Nepal ile olan ticari ve siyasi ilişkileri geliştirerek o bölge üzerinde belli bir nüfuz elde etme çabası içinde olan Çin, buna benzer açılım çalışmalarını tüm yakın Asya ülkelerine yönelik istikrarlı biçimde sürdürüyor. Biz Tibet’te iken, yine Çin televizyonundan öğrendiğimize göre; Bengladeş’in Chittagong limanını ziyaret eden Çin donanmasına bağlı bir hastane gemisi, Bengladeş halkına şifa dağıtmakla meşguldü.

Sera Manastırı avlusunda rahip adaylarının sabır testi

Sera Manastırı; bir irfan yuvası
Son gün, Tibet’te ziyaret ettiğimiz manastırlardan birisi de Sera Manastırı’ydı. Bu manastır halen aktif olarak rahip adaylarının eğitime tabi tutulduğu; aynı zamanda çevresinde yer alan benzer mimaride yapılarıyla özel bir mekân niteliği taşıyor. Arkasına yaslandığı dağda, bizim Aydın – Çine yolunda yer alan dev grano-gnays kayaların benzerlerinin üstü Buda resimleri, “om mani padme hum” yazıları, rengârenk Buda bayrakları ve beyaz merdivenler şeklinde sembolize edilmiş Buda’ya yönelen sembolik resimlerle kaplanmış. Dua bayraklarının renkleri olan kırmızı ateş yada güneşi, mavi gökyüzünü, yeşil suyu, sarı toprağı ve beyaz ise ruhu yada bulutu; yani 5 temel elementi temsil ediyor. Her kaya dibi, her köşe başı; neredeyse manastırın çevresinde yer alan her nokta bir ibadet mekânı olarak işlev görüyor. İnsanlar, manastırı çevreleyen bu dağın çevresinde farklı çaptaki çemberlerde dolaşarak bu kutsal mekanı tavaf ediyorlar. Manastırın iç avlularından birinde birbirlerini sabır testine tabi tutan genç rahip adaylarıyla karşılaşıyoruz. Bağrış çağrış içinde; genç öğrenciler bordo renkli ehramları içinde birbirlerine aldıkları eğitimlerle ilgili olarak mütemadiyen aynı soruları sorup aynı yanıtları veriyor ve anlamamış gibi tekrar ve tekrar soruyorlar. Öğrendiğimize göre; dışarıdan bakana yüksek perdeden sürdürülen bir atışmayı andıran bu diyaloglar; öğrencilerin manastırda aldıkları eğitim faaliyetleri sonucunda, sabrı ne denli içselleştirip içselleştiremediklerini test etmeye dönük bir uygulama özelliği taşıyormuş.

Tibet’ten ayrılırken
Tibet’teki 4. günün sabahı; önce havaalanının kilitli kapılarının, gelecek görevliler tarafından açılmasını, daha sonra da Pekin’den gelip Nepal’e gidecek bağlantılı yolcuları taşıyan Air China uçağının Gonkar havaalanına inişini bekledik. Bu uzun bekleyişten kaynaklanan yaklaşık 3 saatlik bir rötar sonrası Nepal’e hareket ettik. Pekin’deki uluslararası bir şirketin Nepal’e giden satış elemanlarından oluşan ve uçağı bir anlamda işgal eden yüzlerce Çinli yolcunun arasındaki boş koltuklara birer birer saçıldık. Sürekli yüksek sesle konuşan ve yine yüksek sesle esneyen bu kuru kalabalığın, uçağın pilotunun Everest’e yakın geçerken yaptığı anons sonrası, o yandaki pencerelere topluca fırlayışları görülmeye değerdi. Katmandu’nun üstüne geldiğimizde şehrin üstünü kaplayan sis tabakası nedeniyle uzun süre havada dönüp durduktan sonra yaklaşık 1 saatlik gecikmeyle Katmandu havaalanına salimen inebildik.

Thimbu’da Stupa’nın kapısı

Bhutan İzlenimleri

Bhutan; gezdiğimiz diğer iki ülkeye göre oldukça küçük, ama bir o kadar da ilginç bir ülkeydi. 700.000 kişinin yaşadığı Bhutan, Himalayalar’ın doğusunda yer alıyor. Nepal ile Bhutan’ı Hindistan’ın bir dönem sorunlu bölgesi Sıkkım ayırıyor. Ülkenin yüzölçümü 47.000 km2 olarak veriliyor. Dünyaya oldukça kapalı bir şekilde yönetilen, doğaya saygılı insanların ülkesi Bhutan son yıllarda dışa açılmaya başlamış. Halen bekâr olan ve 30’lu yaşlarını süren yeni kral, 2006 yılında başa geçmiş. Oxford mezunu olan kral, başkent Thimbu’da Dzong denilen idari yönetim binası ile parlamento binasının hemen yanında yer alan sarayında yaşıyor. Başkent Thimbu’nun nüfusu 80.000; havaalanının bulunduğu Paro şehrinin nüfusu ise 40.000 kişiden oluşuyor. Budizm, Bhutan’ın resmi dini olarak kabul ediliyor. Nüfusun üçte ikisinin Budist; kalan kısmının ise Hindu inancına mensup olduğu söylendi.

Bhutan’ı, biraz bizim Karadeniz yaylalarına benzettik. Derin vadilerde kıvrılarak akan yüksek debili derelerin birbirine kavuşarak daha büyük ırmakları oluşturdukları yol boyunca ahşap konaklar uzanıyor. Genellikle 2 katlı, üstünde çoğunlukla kırmızı biber kurutulan, üstleri tentelerle örtülü teraslar yer alıyor. Evlerin biçimi bile Rize Fındıklı’daki Laz konaklarını andırıyor. Ahşap olarak inşa edilmiş bu konaklar, aile büyükleri ve çocuklarla birlikte üç kuşağın birlikte yaşadığı mekânlar olarak kullanılıyor. Evlerin çatıya varıncaya kadar tüm cepheleri, kapı ve pencereleri, resimler ve el işi boyama işçiliği ile bezenmiş. Dıştan bakıldığında evler rengârenk bir görüntüye sahipler. Ülke, Nepal’e göre oldukça temiz olmakla birlikte, yine de zaman zaman açıktan akan kanalizasyon ve çöp görüntülerine tanık oluyoruz. Genellikle Nepal’de olduğu gibi insanlar yerlere pek tükürmüyorlar. Daha derli toplu bir ülkeye benziyor Bhutan özetle…

Thimbu – Paro yolunda

Nepal Katmandu havaalanından kalkan 18 kişilik pervaneli Buddha Air’a ait özel uçağımızla 1 saatlik yolculuğumuz sonrasında son derece otantik bir havaalanına sahip Paro’ya indik. Dağların arasından derin bir vadiye doğru alçalan uçak, altından akmakta olduğu bir ırmağı sanki kendine rehber alarak Paro havaalanının yer aldığı düzlüğü buldu ve başka hiçbir uçağın olmadığı havaalanına bizi salimen indirdi. Havaalanının terminal binaları yerel mimarinin çizgilerini taşıyordu. Nepal’den sonra hem yerel çizgileri taşıyan ama bir o kadar da temiz ve modern bir hizmet binasına girmek bizim için hoş bir sürpriz oldu. Havaalanında ilk karşılaştığımız Bhutanlı erkeklerin giysileri çok ilginçti. Yerel acentanın temsilcisi de, başında rakun kürkünden başlık ve bu garip giysiler içinde bizi karşıladı. Bhutan erkekleri, İskoçlu erkeklere benzer tarzda etekli, ama boydan tasarlanmış ve belden kuşakla bağlanmış elbiseler ve bunların altında mokasen ayakkabılar giyiyorlardı. Bhutanlı erkeklerin ulusal giysileri böyleymiş meğer. Bu anlamda; Bhutan geleneklerini koruyan bir ülke olarak dikkati çekiyor. Hâlâ düzenli giyilen geleneksel Bhutan kıyafetinin esasını, erkeklerin giydiği gho adlı desenli, diz boyundaki giysi ve kadınların giydiği kira adlı elbise oluşturuyor. Ama son yıllardaki dışa açılmaya paralel olarak Batılı tarzda pantolon giyen erkeklere de sokaklarda dolaşırken sıkça rastlanabiliyor.

Thimbu, içinde yer alan Stupa ve İdari Yönetim Binası Dzong ziyaret ettiğimiz mekânlar oldu. Dzong, son derece mükemmel bir peyzaja sahip gül bahçeleri ve yapraklarını dökmekte olan çınar ağaçlarıyla çevrili dikdörtgen şeklinde bir bina kompleksinden oluşuyor. İç avluda ise Budist tapınakları ve rahiplerin kaldığı diğer klanlım alanları yer alıyor. Avluda yer alan bina ve tapınakların tüm cepheleri Buda, Guru Rinpoche, ejderha, fil, maymun, tavşan ve sülün resimleri ile bezenmiş. Ayrıca meditasyon ürünü olan muhtelif mandala’lar da tapınak duvarlarında yer alıyor.

Thimbu’da Dzong Binası

Thimbu’nun, Paro’nun sokaklarında dolaşırken her yerde Druk ismini görüyoruz. Hediyelik eşya satan dükkânların üstünde, restoranların kapısında, hatta uçakların üstünde bile bu isim yer alıyor. Sanki bir holding ismi gibi her yere mührünü vurmuş gibi. Anlamını soruyoruz; ve ülkenin yerli dildeki ismi olduğunu öğreniyoruz. Druk Yul; Bhutan dilinde Gürleyen Ejderhanın Ülkesi anlamına geliyor.

Bhutan’da evlerin dış cephelerinde yaratıcılığın simgesi olarak kabul edilen çok sayıda fallus resmine rastlıyoruz. 16.yy.da Bhutan’da yaşamış olan “Kaçık Kutsal Kişi” olarak tanınan Lama Drukpa Kunley ile ilişkilendirilen bu resimlerin o evde yaşayanlara şans getirdiğine inanılıyor. Paro yakınlarında yer alan Tiger Nest Manastırı yolunda bu evlere sıkça rastladık.

Paro yakınlarında 3100 metre yüksekliğinde bir yarın başına, bir kartal yuvası gibi kondurulmuş Tiger Nest (Kaplan Yuvası) Manastırı Bhutan’da ziyaret ettiğimiz eşsiz mekânlardan biriydi. Bizdeki Sümela Manastırı’na benzer bir konumda sanki uçurumun kenarına yapıştırılmış gibi duran manastırın aşağıdan sisler arasından zorlukla seçilen silüeti bir görünüp bir kayboluyordu. Yaklaşık 2 saat kadar süren tırmanışımız sonrasında önce yaklaşık 3100 metreye tırmandık. Daha sonra 300 basamak inip tekrar 300 basamak çıkıp manastıra ulaştık. İnanışa göre; Tibet Platosu ve Bhutan’da Budizmin yayılmasında önemli bir rol oynayan Budist önderlerden Guru Rinpoche, burada yer alan bir mağaraya bir kaplanın sırtında çıkar; Bu mağarada üç ay boyunca inzivaya çekilip meditasyon yapan Budist rahibin ansına buraya bir manastır yapılıyor. Manastır, içindeki sürekli yanan kandillerden kaynaklanan bir yangın sonucu harap olduktan sonra aslına uygun olarak yeniden inşa ediliyor. Dönüşte öğle yemeğimizi Manastıra cepheden bakan ve aşağı yukarı yarı yolda bulunan dinlenme tesisinde yedik.

Tiger Nest Manastırı; Paro

Bhutan’da tarımsal üretimde pirinç ve kırmızı biber önemli yer tutuyor. Evlerin çatılarında kırmızı biberleri kurutmak için hazırlanmış teraslar yer alıyor. Yemeklerde biber bolca kullanılıyor. Biber ve peynirle yaptıkları hemadatsi oldukça acı ve çok leziz bir yemekti. Yağsız pirinç her yemekte ekmeğin yerini tutuyor. Ayrıca peynirli patates, sarımsak ve tereyağ soslu tavuk, turplu domuz eti yemeği, peynir soslu mantar Bhutan mutfağında rastladığımız yemeklerdendi. Bunların içinde en çok acı soslu peynirli biber dikkate değerdi.

Bhutan’ı yıl içinde belli sayıda (2000 civarı olarak söylendi) turist ziyaret edebiliyor. Bu yüzden belli izinlerle ancak ülkeye girilebiliyor. Bu önlemler sayesinde ülkedeki kültürün ve doğanın bu denli korunabildiği belirtiliyor. Ancak; son yıllarda bu tedbirler de biraz gevşemiş denilebilir.

Bhutan’daki ikinci gecemizi Paro’nun dışında Paro ırmağına nazır konumda kurulmuş bir butik otelde geçirdik. Otel son derece sevimli ve oldukça temiz bir mekândı. Otelde, sabah hızla akan Paro ırmağının sesi ile uyandık ve hemen altımızda uzayıp giden vadiyi hayranlıkla seyrettik.

Kahvaltı sonrasında Nepal’e uçacağımız Paro havaalanına hareket ettik. Geldiğimiz gibi yine 18 kişilik pervaneli bir uçakla Paro‘dan ayrıldık.

Eve Dönüş
Katmandu otogarında (pardon); Uluslararası Trimbuvah Havaalanında başlayan Nepal maceramız ılık bir akşam vakti yine itiş kakış terminalin kapısındaki girdiğimiz kuyrukta sonlandı. Ama giderayak farkına vardık ki, ite kaka bayağı alışmışız; Nepal’in tozlu kaldırımlarına; rikşalarına; kasklı motosikletliler ordusuna; hippilerin hatırası Frik ve Thamel sokağına. Buda’lara; renkli bayraklarına, Stupa’larına; giremediğimiz Hindu tapınaklarına; sularında hem ölülerini yakıp hem de bir güzel yıkanıp paklanmalarına; sokak satıcılarına; akşam pazarlarına; düşmeden yürümeye çalıştığımız engebeli kaldırımlarına; ama her şeyi kabullenmeye alışmış güler yüzlü, kötülüğü düşünmeyen insanlarına bayağı alışmışız. Arkamıza takılan ve asla vazgeçmeyen ayak üstü satıcılarına, kadınların sari dedikleri kuşanılarak giyilen elbiseleri kadar renkli ayak tırnaklarındaki mordan yeşile sarıdan maviye tırnak cilalarına, her birinin alınlarındaki kırmızı renkli pirinç mühürlere kadar dinsel simgelerine, yoksul ve mazlum; gülümseyen yada hüzünlü Nepal’in yerli halkı Nevarilere; Boudnat Stupa’da Buda için durmadan dönen Tibetli sürgünlere, hiç bitmeyen trafiğine; Katmandu’nun o dinmek bilmeyen kaosuna alışmışız.

Everest'in yanından geçerken...

Ama ne çare; Vakit tamamdır; şimdi memlekete dönme zamanıdır. Tarhana çorbaları, ıspanaklı el açması kol börekleri, kenarlarından yağları süzülen Bergama tulum peynirleri ve İskender’ler; Tire kuyu kebapları ve en önemlisi ince belli bir cam bardakta demli bir çay dehşetli özlenmiştir. O zaman, dönme zamanıdır.

23 Kasım 2010; yerel saatle 23.30’de Katmandu’dan Katar Havayolları ile başlayan dönüş yolculuğumuz; 24 Kasım 2010 öğle vakti 12 sularında İstanbul Atatürk Havalimanında son buldu. Doha’da verilen 5 saatlik aktarma molası sonrası bu kez Körfez’i gündüz gözü ile izleme fırsatımız oldu. Petrol zengini Arap şeyhlerinin denizde yarattıkları hurma ağacı formatındaki adalarına tanıklık ettik. Dönüş rotamız, boydan boya çölü kat ederek Şam ve Adana üzerinden oldu. Sakin bir yolculuk sonrası İstanbul’a salimen indik. 

Yazan: İbrahim Fidanoğlu